Tohum âşığı bir ekici ile, Esra Güven'le söyleşi:
Tohumların Hamileri
“Hiçbir bitkiyi çekmecelerde saklayarak koruyamazsınız. Bunu yaptığınızda bitkinin çevresel koşullara uyum sağlama gücünü elinden almış olursunuz. İklim krizi sebebiyle kritik eşiklerin aşıldığı düşünülürse, bu bir tohumun hayatta kalma ihtimalini yok etmek demektir.”

Derin Uludağ, "tohumlu heykeller"den.
Tohumların Hamileri edebiyat dışı bir kitap. Tohumu odağına alarak tarım politikalarını anlatan, bunu yaparken kaynak aldığı, atıfta bulunduğu pek çok raporu, makaleyi, kitabı, bildiriyi her bölümün arkasındaki notlarda okuyucusuyla paylaşan, katmanlı, doyurucu bir kitap. Her ne kadar edebiyat dışı desek de, bu katmanlardan biri de edebiyat öte yandan. Pek çok yazarın, şairin üretimlerinden alıntılarla bezeli. Yazar Esra Güven’in edebiyat eğitimi almış olduğunu düşünürsek çok şaşırtıcı değil belki bu tercih; şaşırtıcı olan seçimlerinin anlatısını gerçekten çok iyi tamamlaması, güçlendirebilmesi. Talip Apaydın’ın “Öykü” adlı şiirinde olduğu gibi:
Tohum şiir yüklüydü
Umudu vardı, içtenliği sıcaklığı
Koca ağızlı grayder yara yara geldi

Derin
Uludağ
Altüst etti toprağı
Bitkilerin köklerini, o küçük dünyayı
Bozdu, yıktı
Hiç düşünmedi, kaba ve hoyrat
Tohum altta ne yaptı
Umudu topladı
Bir gün deldi çıktı toprağı
Şimdi gökyüzü güneşe daha yakın
Bin yıllardan gelen yaşam
Sürecek hiç kuşkusu yok
Tohumdaki güce bakın.
Bir diğer katman da Derin Uludağ’ın kitabın kapağında da gördüğümüz desenleri. Derin Uludağ, Çanakkale’de Tohumlu Heykeller adını verdiği bir dizi atölye çalışması yapıyor ve bunun için tohuma ihtiyaç duyuyor, böylece Esra Güven’e ulaşıyor. Melih Cevdet’in “Tohum bildi herkesten önce ekmeği” dizesine benzetiyor Esra Güven bu tanışıklığı. Her bölüm için ayrı bir deseni var Derin Uludağ’ın, istediğiniz gibi yorumlayabileceğiniz. Kitabın kapağındaki deseni Güven “krallar ve değiller” olarak yorumladığını söylüyor. Değillerin içine ekiciler, hayvanlar, bitkiler, mantarlar, su, rüzgâr, yani efendilerin dışında kalan tüm yapıcılar giriyor diyor.
Esra Güven, nam-ı diğer Yazı Yaban tohuma âşık bir ekici. Ama aynı zamanda eli kalem tutan bir ekici olduğundan –iyi ki– deneyimlerini blogları üzerinden keyifle okuduk, okuyoruz yıllardır. Alef Yayınlarından çıkan ilk kitabı Tohumların Hamileri bu yazılardan çok farklı bir yerde duruyor ve tarımın bugün geldiği yeri, bunun etkilerini anlamamızı ve konu üzerine düşünmemizi –ve belki elimizi taşın altına koymamızı– kolaylaştırıyor. Bizim de yolumuz bu yazı vesilesiyle kesişti. Sohbetimiz elbette daha çok uzardı ama bu daha başlangıç.
Esra Güven’i bilenler Yazı Yaban olarak biliyor. Kitabı konuşacağız, ama önce Yazı Yaban’ı dinlemek istiyorum senden.
Yazı Yaban; tanımaya, öğrenmeye çalıştığım yabani bitkilerle ilgili yazdığım notlardan doğan bir blog. Blogda yazmaya başlamadan önce kişisel sosyal medya hesabımdan yazıyordum, hatta kırlarda yaşayanlar arasında bir ağ ve bağ olmasını ümit ederek çıkardığımız Kırağı dergisinde bitkiler hakkında yazmayı teklif etmiş, bu fikri dört kadın hayata geçirmiştik. Tüm bunlardan önce ise balkonda yetiştirdiğim bitkiler hakkında yazdığım Saksı Hikâyeleri adında bir blog tutmaya başlamıştım. Anlayacağın, bu sorunun cevabını çocukluğuma kadar götürebilirim.

Güven
Yazı Yaban bu yazı platformları arasında en uzun soluklu olandı. Taşeli platosunda, kıraç ve susuz bir bahçede yaşıyordum. Kendi kendine idare edebilen, sulama ve bakım ihtiyacı olmayan bitkilerle bir bahçe kurmaya, aynı zamanda bahçeyi paylaştığım bitkileri öğrenmeye çalışıyordum. Bunların adresi ‘yaban’dı. Nasıl olur da yabanı farklı bir bilme, anlama diliyle yazıya dökerim diye kafa yorup durdum. Sıradan bir insan bitkileri nasıl tanıyabilir, eğer uzman değilse botanik kaynaklarından nasıl yararlanır, neden bitkileri tanımıyoruz, yaşadığım yer yaban mı, burada insanlar nasıl yaşıyor, buradan hayat nasıl görünüyor… Yüzlerce sorum vardı, hâlâ da var.
Yazı Yaban’da 2018’den beri yaşamın, insanın, hayvanın, bitkinin yabanisini anlattım, tohumlar topladım ve topladıklarımı ücretsiz olarak paylaştığım tohum şenlikleri yaptım. Denk geldiğinde kültür bitkileri/yerel tohumlarla ilgili de yazdım. Genellikle susuz/kuru tarım yapılan bir dağ köyünde yaşayınca yerel tohumlarla karşılaşmamak mümkün değildi. Bir günümü aynı uğraşlar doldurmaya devam ediyor. Şöyle deyip duruyorum: Yazı Yaban adında bir yol açtım kendime, bana varlıklar ailesi içindeki yerimi gösterdi.
Önsözde kitabın çıkış noktasının 100 Sene 100 Nesne Projesi olduğunu söylüyorsun. Neydi bu proje ve nasıl evrildi bu kitaba?
100 Sene 100 Nesne, belirlenen 100 nesnenin Cumhuriyet tarihindeki yerini anlatmayı hedefleyen dijital bir ansiklopedi projesiydi. Web sitesini tasarlamış ve uygulamıştık, dolayısıyla ekiple birlikte çalışma şansımız olmuştu. Fikrin doğduğu yer olan Kültürhane’de Bitkileri Öğrenmek ve Onarıcı Bir Faaliyet Olarak Yaşamak adında iki sunum yapmıştım. Projenin yürütücülerinden sevgili Bediz Yılmaz’ın cesaretlendirmesi ve teklifiyle ‘Tohum’ maddesini yazmaya cüret ettim. Ancak her bir yazı için belirlenen sınırı aştığım için sadece özeti projede yer alabildi. Ben de elimdeki materyali bir yazı dizisine çevirerek blogda yayınladım. Aradan kısa bir süre geçmişti ki, Alef Yayınevi’nden sevgili Çiçek Öztek’in önerisiyle bu diziyi bir kitaba çevirmeyi hayal etmeye başladık. Böylece Tohumların Hamileri ortaya çıkmış oldu.
Anladığım kadarıyla yabani bitkilerden kültür bitkilerine doğru bir yolculuk olmuş bu. Ama yazmaya, daha çok yabani bitkileri anlatmaya da devam ediyorsun. Senin için nasıl bir yerde duruyor Tohumların Hamileri?
Şöyle demek daha doğru olur; önce kültür bitkilerini, sonra yabani bitkileri tanıdım. Ama bu ikilik arasındaki geçişleri, zıtlıkları ve ortaklıkları, yabani bitkiler hakkında düşünmeye başlayınca görebildim. Kırsala ilk taşındığımda yerleştiğim yer genellikle yoğun tarım yapılan, görece küçük –20 dönüm ve altı– arazilerin olduğu Burhaniye Ovası’ydı. Yani insan yapımı bir yerdi daha çok. Tarım alanlarını aşmadıkça yabani bitkilerle ancak tarla sınırlarında karşılaşabilirdiniz. Onlar da sınırlı bir çeşitlilik barındırıyordu. Ovada hem kendi yiyeceğimi yetiştirmeye hem de yenebilir yabani bitkileri, mantarları öğrenmeye başlayabilmiştim. Çeşitliliğin ne olduğuna kafa yormamı sağlayacak bir büyülenme hali içine ancak Orta Toroslar’a taşınınca girebildim. Neye bakacağınızı şaşırdığınız bir yere taşınınca tarımı da, yaban/kültür ayrımını da çok başka bir yerden anlamaya başlıyorsunuz.
Burhaniye’de büyük bir ciddiyetle elindeki yerel buğday tohumlarına bekçilik edecek ekiciler arayan Tracy Lord sayesinde yerel tohum kavramıyla tanışmıştım. Yine de ilk tanışıklık daha çok bir görev bilinci yaratmıştı bende, o kadar. Ova/dağ, tarım/yaban gibi farklı yerelliklerle tanışınca ve halihazırda birçok yerel tohuma sahip olduğumuza tanıklık edince elimde tuttuğum tohumların önemini kavrayabildim. Bu yüzden rahatlıkla kültür bitkilerine ve yerel tohumlara doğru olan meylimi de, dolayısıyla kitabı da Toroslar’a yani yabana borçluyum diyebilirim. Kitapta yapmak istediğim de bu yabanıllığın, başka bir demeyle biyoçeşitliliğin güzelliğini anlatmaya çalışmaktı. Yerel tohum ısrarı toprakların fabrika gibi işletilmesine bir itirazdır. Monokültür yerine polikültürü önerme, uygulama arzusudur.
-140804446.jpeg)
Tohum konusu tarım faaliyetlerinin dışında olan tüketici/türetici insanlar için hayli karmaşık. Yerel, atalık, hibrit… bir sürü kavram. Kitabın hemen başında, Terimce bölümünde bütün bu kafa karışıklığını giderdiğin bir pasaj var. Ben de söyleşinin başında, yine senin ağzından, nedir tohum için kullandığımız bunca sözcüğün karşılığı, kısaca anlatmanı isterim.
Aslında çok basit. Her şeyden önce tohum vardı. Tohumlar hakkında yeterince konuşmadığımız için bu kafa karışıklığını yaşıyoruz. Öyle hayatlar içindeyiz ki, tohumunhikâyesini takip etmemiz, başına neler geldiğini bilmemiz gerekmedi. Tohum sadece köylüleri/çiftçileri/ziraatçileri ilgilendiren bir konu gibi görülüyor. Bir de aracı olarak devleti ve tohum şirketlerini. Oysa tohum, gıda, sağlık, su, hava, insan onuruna yakışan bir hayat, iklim krizi; kısaca bugün hayatımıza yön veren her şeyle yakından ilgili, hatta tüm bunların merkezinde yer alıyor desek abartmış olmayız. Tohum üzerine tüm tasavvurlar tarım yapma biçimini belirliyor, gıdamızın nasıl üretildiği de iklim krizinin boyutlarını…
Yerelle atalık aynı anlama gelse de, ben ‘yerel’ demeyi tercih ediyorum. Çünkü yediğimiz tohumların birçoğunun kökeni Anadolu olmasa da, yüzyıllardır burada ekiliyorlar. Atalık, milli, yerli gibi sıfatlar kafa karıştırıcı oluyor bu anlamda. Oysa yerel bir tohumu savunmak için tohumun illa ki buralı olması gerekmiyor. Genellikle dar bir bölgede ekilmiş, oraya uyum sağlamış, hastalıklar ve bitkisever diğer canlılara karşı ayakta kalma becerisi edinmiş, motiflerimizden ilaçlarımıza, giysilerimizden damak tadımıza kadar her yere sirayet etmiş tohumlar bunlar.
Hibrit, sertifikalı, standart tohumlar ise ticaretini yaptığımız tohumlar. Tabii hibritler yeniden ekebileceğimiz tohumlar vermediği için tohum endüstrisi bu tohumlara yatırım yapıyor. Bu yönleriyle bence tohumların metalaşmasını temsil ediyorlar. Genetiği değiştirilmiş tohumlarla ise bu metalaşma katmerleniyor. Yaşamın devamlılığı açısından en hayati olan şey, tohum, sadece ticaretin kurallarına göre biçimlendirilmek isteniyor artık.
Çiftçi ve üretici tarımla uğraşanlar için kullandığımız sözcükler. Ancak sen kitabında çiftçi/köylü tanımlaması kadar, hatta daha fazla pek duymadığımız ‘ekici’ sözcüğünü kullanıyorsun. Çok da kapsayıcı bir sözcük aslında, ama yerleşmiş değil dilimize. Senin tercihin nasıl ekici oldu? Kim bu ekici?
Senin de belirttiğin gibi, her ne kadar kitapta köylü/çiftçi tanımlamasını bolca kullansam da, baştan sona sadece ekici diyebilmeyi çok isterdim. Örneğin ben bir köylü değilim, çiftçi de değilim ama ekiciyim. Ekicilik için illa tarım yapmanız veya kırsalda yaşamanız da gerekmiyor. Bunu bir yaşam biçimi olarak görüyor ve herkese de öneriyorum. Ekicilik işinde kuşlar, karıncalar, domuzlar, tilkiler, sincaplar gibi sayabileceğimiz birçok hayvanın insandan geri kalır yanı yok. Hatta bugün nüfusun çoğunluğunun ekicilik bilgilerini yitirdiği düşünülürse, bu konuda bizden daha birikimliler.
-731706919.jpeg)
Bu güzel sözcüğü bana hediye edense Tarsus’ta oturduğum sıralar tanıştığım komşumdu. Yeni taşınmış, elimde fidelerle bahçede dolanıyordum. Yan duvardan bana bakarak ne yaptığımı sordu. Dikeyim mi dikmeyeyim mi, zamanı mı değil mi kararsızlığında olduğumu anlatınca da; “Büyüklerimiz ekici ol, bilici olma derlerdi; ek gitsin” dedi. Bu sözü arıyordum, birden karşıma çıktı.
Toprağı, tohumu, bahçeyi, bostanı dert ve iş edinen herkes ekicidir benim gözümde. Eğer eski ekicilerden el alabilseydik bugün gıda bir sorun haline gelemezdi.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’in ilk yıllarına, oradan günümüze tohumun hamileri epey değişmiş, dönüşmüş ülkemizde. Aslında dünyada da… Nüfus bu kadar artmamışken, kapitalist sistem elini kolunu her yere uzatmamışken tohumun hamisi üretici, çiftçi ya da senin tabirinle ekiciyken, yavaş yavaş devlet(ler) ve derken özel şirketler el koymuş duruma. Kitabında tarihsel süreçte bu dönüşüm politikalarını okuyor ve bugün tarımın geldiği yeri çok daha iyi anlıyor, durumun vahametini daha net kavrıyoruz. Sadece tohumun hamilerini değil, geleneksel tarımdan endüstriyel tarıma geçişin ayak izlerini de takip edebiliyoruz. Ancak bütün bu değişimler yaşanırken çiftçi/köylünün duruşu kabulleniş olmuş gibi. Hem ekici hem de konuyla ilgilenen bir araştırmacı, yazar olarak senin bakışın nedir? Çiftçi nasıl sıyrılır bu ‘ezik’ duruştan ve duyurabilir sesini; ya da bu hâlâ mümkün mü sence?
Şu anda köylü/çiftçiler artık açık hava işçilerine dönüşmüş durumda. Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan işçileştirme politikaları bugün köylüleri de kapsıyor. Artık nüfusun % 90’ı köylerde değil, şehirlerde oturuyor. % 10’un elinden tüm bu politikaları değiştirmek gelir mi, gelmeli mi, bilmiyorum. Soframıza gelen domatesin, musluğumuzdan akan suyun, oturduğumuz binaların kumunun, taşının nereden, nasıl geldiğini merak etmedikçe, nerede yaşarsak yaşayalım, bu hikâyedeki sorumluluğumuzu görmedikçe mümkünler azalıyor.
-1550396032.jpeg)
Öte yandan gıdamıza, sağlığımıza yönelik bir ilgi, birikim de oluştu, oluşuyor. Henüz bu ilgi üretim sürecindeki adaletsizlikleri, insan sağlığının gezegenin sağlığıyla yakından ilgili olduğunu görmekte pek mahir olmasa da, tüm bunları kapsayacak şekilde dönüşmemesi için hiçbir sebep yok. Ancak birlikte ses çıkarmalıyız. Hayatı hakkında söz sahibi olma kudretini yitirenler sadece köylüler değil, şehirliler de. Bizden çalınanları geri almak hâlâ bir ihtimal, potansiyel, diğer bir deyişle ‘tohum’ olarak orada duruyor.
Artık herkesin tüketiciden türeticiye geçmesi gerek kısaca, bu konuda hemfikiriz. Kitabının nereden başlamalıyım diye düşünenler için iyi bir başlangıç olacağını düşünüyorum o yüzden. Herkesin ağzında nasıl tarım ülkesi olmaktan çıktığımız var ama niçinini, nasılını kimse bilmiyor aslında. Bir Marshall Planı’dır, tohumda İsrail’e bağlılıktır gidiyor. Ama bu söylemlerin bile içi dolu değil. Çok katmanlı mevzular bunlar ama sen tamamlamak ister misin bu eksik bilgilerin bir kısmını?
Ezberlerle savaşmak çok zor. Çok rahatlatıcı, kolay, düşmanlar yaratan bir işlevi var ezberlerin.Topu sürekli taca atmaya yarıyor. Tarım ülkesi olmaktan çıktıysak geri dönebiliriz, tohumlarda İsrail’e bağlıysak –ki değiliz– bağlı olmayabiliriz. Bunun için ne yapıyoruz? Tarım alanlarını koruyor muyuz? Gıdada kendimize yeter olmayı umursuyor muyuz? Kendi yerel tohumlarımıza, tarımsal biyoçeşitliliğe dair politikalarımız var mı? Üreticiyi destekliyor muyuz? Yüzlerce soru sorulabilir. İşin tuhafı, bu söylemlerin çoğu kez iktidar sahipleri tarafından dile getiriliyor olması. Tohum İsrail’den değil de Rusya’dan alınıyorsa sorun yok mu? Ya da İsrail’de üretilmiş bir tohumu satan Türkiyeli firma olduğunda dertlerimiz bitiyor mu? Bu bir kapan. Tamamıyla şirketlerin hukukuna teslim edilmiş durumda tohumlar. Üstelik şirketler faaliyetlerinde kamu kaynaklarını kullanıyor.

Şirketlerin milliyeti tüm bu tabloda bir nokta kadar bile önem arz etmiyor. Aslında hiçbir konuda önemli değil ya... Örneğin bugün Kazdağı’nı yerli sermaye talan ediyor. Orada yuvasını kurmuş insanlar, bitkiler, hayvanlar için Cengiz Holding’le Alamos Gold arasında bir fark olabilir mi? Maden alanında yaşadığını tahmin ettiğim benli sığırkuyruğu, bilimsel adıyla Verbascum hasbenlii yalnızca Çanakkale ilinde yayılış gösteren bir sığırkuyruğu türü. Nesli yüksek tehdit altında. Bunun dışında ÇED raporuna zaten geçmiş olan endemik bitkiler var. Tohumlarını aldık, saklayacağız, soğanlarını taşıdık diyorlar. Bu koruma anlayışını yerel tohumlarda da görüyoruz. Halbuki hiçbir bitkiyi çekmecelerde saklayarak koruyamazsınız. Bunu yaptığınızda bitkinin çevresel koşullara uyum sağlama gücünü elinden almış olursunuz. İklim krizi sebebiyle kritik eşiklerin aşıldığı düşünülürse, bu bir tohumun hayatta kalma ihtimalini yok etmek demektir.
Evet, gerçekten katmanlı mevzular. O zaman can alıcı sorulardan biri, kitaptaki bölümlerden biri aynı zamanda; altmış yıl önceki tohumlarımıza ne oldu?
Her şeyden önce artık yasal olarak 60 yıl önceki tohumlarımızın satışı yasak. Ancak küçük miktarlarda birbirimizle değiş tokuş edebilmemize izin var. Herkes satışı yapılamayan, dolayısıyla doğru dürüst ekilemeyen tohumların nasıl yaşayacağını soracaktır. Bir de üstüne yerel tohum ekenlerin ‘verimsiz olacağı’ söylemleriyle korkutulduğunu, artık köylülerin sözleşmeli çalışanlara döndüğünü, hangi tohumun tarlaya ekileceğine şirketlerin karar verdiğini, kamu ıslah kurumlarının işlevsizleştiğini veya bu tohumlardaki genetik materyalleri şirketlere devrettiğini düşünürsek, yaşam alanlarının daraldığını tahmin edebiliriz. Buna rağmen yaşıyorlar. Birçok ülkeye göre yüksek bir tarımsal biyoçeşitliliğe sahip olduğumuz söylenebilir. Gönüllü kurum ve kuruluşlar, kişiler tarafından yaşatılmaya çalışılıyorlar. Susuz/kuru tarım yapılan görece izole köylerde ekiliyorlar. Örneğin her bölgenin kendine özgü bir kabağı, karpuzu, kavunu oluyor veya bir tür ürün sadece belli bir bölgede yetiştiriliyor. Hayvan yemi olarak hâlâ birçok köyde yerel buğdaylar ekiliyor.
Kitapta, “Gölgelerde Esneyerek Vakit Geçireceklerine…” bölümünde köylülükle ilgili kişisel yaralarından da bahsediyorsun. Nedir senin için köylü olma hali?

Derin Uludağ
Daha birçok şeyi anlatabilmeyi isterdim. Ama ne ölüleri ne yaşayanları rencide etmek istedim. Bu ülkede, hatta dünyada insan onuruna yakışacak bir şekilde yaşayabilen çok az insan var. Bu cümleyi ‘maddi zenginlik’ten yoksun olduğumuz anlamında kurmuyorum. Kendi kendine yeten, yaşama kudreti ve becerisiyle dolu yaşamların heba edildiğine tanık olmak benim için hep en üzücüsü oldu. Tanışma şansımın olduğu köylüler de, ailemdeki köylüler de yuvasını, ocağını, yiyeceğini, giyeceğini, kilimini, tasını, kaşığını, ilacını üreten, yapan, olduran insanlardı. Yaşam becerileri bizim gibi şehirde doğup yaşamış insanlardan çok daha fazlaydı. Buna rağmen söze “Okumuş adamsın, benden daha iyi bilirsin” diye başlarlar. Biz okuduk, evet, ama okumak bana hiçbir beceri kazandırmadı. Avantajlı, seçme şansı olan küçük bir kesimin yaşama biçimi üzerinden dayatılsa da, artık bir işe de yaramıyor.
Nostalji, milliyetçilik veya ‘Anadoluculuk’ adını verebileceğim yaklaşımların kısıtlı düşünce dünyası dışında köylülerin becerilerine dair bir takdire, yaşamlarının desteklenmesine, en azından hakir görülmemelerine tanık olmayı umarken, ‘köylülük’ de buhar olup uçtu.
Kitabının tohuma yaklaşımımızı değiştirebilecek bir kaynak olabileceğini düşünüyor musun? Beklentin ne?
Bu çok iddialı olur belki ama en azından bu topraklarda tohumun hikâyesini anlatacak olanların ve anlamak isteyenlerin kitaba yolunun düşeceğini, kitabın eksiklerini de tamamlayacak yeni tohum kitapları okuyabileceğimizi hayal ediyorum. Yazmaktan öte ekici olmaya, yerel tohumları yaşatmaya davet ediyorum okuyan herkesi.
Bir de tabii Yazı Yaban’daki diğer yazıları da kitap haline getirmeyi hayal ediyorum. Hiçbir zaman kendimi bir yazar olarak görmedim; bu işi incelikle yapanlar varken bana söz düşmez. Ama bir anlatıcı olarak yabanın hikâyesini önemsiyorum ve sanırım yabanı ziyaret ederek değil de içinde yaşayarak, deneyimleyerek, ekip biçerek anlatabilen sayılı kişilerden biriyim.Tohumların Hamileri’nin sesi duyulursa yeni kitaplara gün doğabilir.
Önceki Yazı

Muazzez İlmiye Çığ’ın
birkaç toplu şipşak fotosu – 1
“Eskiçağ uzmanlarının, dinler tarihçilerinin bildiği ama kitaplarını bilimsel yayın olarak görmediklerinden eleştirmeye değer bulmadıkları ya da düpedüz birçok alanda sezdikleri fahiş hataları yazmaya değer bulmadıkları, bir kısım medyanın parlattığı bir eskiçağ Mezopotamya araştırmacısı...”
Sonraki Yazı

Min Nevâdiri’l-Kütüb – 30:
Geç dönem Osmanlı sözlü edebiyatına dair birkaç yabancı kaynak
Told in the Coffee House: Turkish Tales (1898) / Erzählungen eines Effendi (1896) / Fables turques (1882) / L’Orient inédit: Légendes et traditions arméniennes, grecques et turques (1912) / Ottoman Wonder Tales (1915) / Török Népmések (1889) / Traditions populaires de l’Asie mineure (1889)