Min Nevâdiri’l-Kütüb – 33:
Hem aynı hem farklı bir “Harem” romanı
“Gazze’de ve diğer işgal edilmiş topraklarda olup bitenleri 'Yahudiler' yapmıyor, 'İsrailliler' yapıyor. Yahudilerin geçmişte uğradığı zulüm nasıl İsraillilerin yirmi birinci yüzyılın ilk soykırımlarından birini sürdürüyor olmasını meşru kılmıyorsa, bu soykırım da geçmişte edilmiş olan zulmü haklı çıkarmıyor.”

İsimleri çoğul yapmanın başka başka yolları vardır farklı dillerde, ama hepsinin ortak bir özelliği, nesneler arasında var olması kaçınılmaz olan farkları görünmez kılmalarıdır. Ağaçlar (yahut trees, eşcār, derev’ya, Bäume, déntra...) derken o ağaçların birbirinin tıpatıp eşi olmadığı, aralarında küçük büyük sonsuz sayıda fark olduğu gözardı edilmiş olur. Ve gündelik hayatta bunun herhangi bir sakıncası söz konusu olmaz; “Boğaz sırtlarında ağaçlar arasında ne güzel yürüdük” derken o ağaçların örneğin farklı sayıda yapraklara sahip olduğu gerçeğinin kıymet-i harbiyesi yoktur elbette.
Ama insanlar için durum her zaman öyle değildir. “Kürtler,” “Araplar,” “Aleviler”, “Yahudiler,” “Türkler” denince, insanlar tek bir özelliklerine indirgenmiş olur. O özellik de genellikle özcü, sıklıkla önyargılı bir anlam kümesi yüklenmiş olduğundan insanlarla tekil bireyler olarak değil, muhayyel bir tipin ruhsuz nümuneleri olarak ilişki kurulmuş olur. Ve bu da her insanın barındırdığı sonsuz zenginliklerin kaçınılmaz olarak ıska geçilmesi demektir.
Bu ayın kitabı da gerçekten çok nadir. Yidiş (Yiddish) dilinde yazılmış, harem konulu bir kısa roman. Tesadüfen elime geçeli yıllar olmuştu, geçenlerde bir arkadaşın yardımıyla içeriğine vakıf olabildim. Çünki büyüdüğüm evde Yidiş bilinmezdi. Daha doğrusu tek tük kelimeler, deyimler, tabirler bilinirdi, o sözcüklerin geçtiği fıkralar bol bol anlatılırdı, ama dil olarak Yidiş konuşulmazdı. Almancaya çok benzediği için bir dereceye kadar anlaşılsa bile, hem telâffuz farklı olduğundan, hem de metinler sıklıkla Lâtin değil İbranî harfleriyle yazıldığından, bize yabancıydı epey.
Türkiye’de “Yahudi” dendiğinde akla Yidiş gelmez. Türkiye Yahudilerinin İspanya-Portekiz asıllı olan çoğunluğu (Sefaradi) bir zamanlar Ladino denilen Yahudi İspanyolcası konuşurdu. On dokuzuncu yüzyılda Fransızcanın, Cumhuriyet döneminde ise Türkçenin etkisiyle neredeyse yok olacaktı ki 1980’li-90’lı yıllarda bütün dünyada görülen “kimlik” uyanışları sayesinde gerek dil, gerekse kültürün müzik ve yemek gibi bazı boyutları bir dereceye kadar yeniden ilgi gördü, canlandı.
Yidiş ise (varlıkları Türkiye’de zaten çok sınırlı olan) bazı Alman kökenli Yahudilerin (Aşkenazi) konuştuğu, tarihi aşağı yukarı dokuzuncu yüzyıla kadar giden bir dil. (Meraklı olanınız varsa, aslı Yidiş olan şu İngilizce kaynak ilginç gelebilir: Max Weinreich, History of the Yiddish Language [Chicago: University of Chicago Press, 1980].) Nazi soykırımı Almanya ile Orta ve Doğu Avrupa’daki Yahudi nüfusun büyük çoğunluğunu yok ettiği için şimdilerde gündelik dil olarak Yidiş konuşanların sayısı çok azalmış durumda, daha ziyade “Haredi” denilen muhtelif tarikatlere mensup kimselerle sınırlı.
Her alanda olduğu gibi dil alanında da toplumsal sınıf büyük önem taşır. Ailemin Orta ve Doğu Avrupa kökenli tarafı (yani baba tarafımla anneanne tarafım) eğitimli, şehirli kişilerdi, Yidiş’in konuşulduğu “shtetl” (kasaba) Yahudilerinden farklı olarak çok iyi Almanca bilirlerdi. Anneannemin yatağının baş ucunda bir Goethe büstü vardı vefatına kadar. Doğrusunu söylemek gerekirse Yidiş yalnız bilmedikleri değil, hor gördükleri bir dil ve kültürdü. Yalnız o kadar mı? Üst sınıflara mensup Aşkenazi Yahudiler shtetl Yahudilerini hor gördüğü gibi Türkiye’deki Yahudilerin çoğunluğunu teşkil eden Sefaradi Yahudiler de Aşkenazileri hor görürdü. Örneğin bir Sefaradi sohbetinde bir Aşkenazinin adı geçecek olsa, “Lehli ke mal te kere” derlerdi. Sanki hepsi Polonyalı imiş gibi, “O Lehlidir, ondan söz etme, başına bir kötülük gelmesini mi istiyorsun?” anlamında bir söz. Hani “aman, ağzını hayra aç, şom ağızlılık etme” gibisinden.
Kısacası bütün +ler/+lar ekli kelimeler gibi “Yahudiler” de çok anlamlı bir kelime değil, bin bir çeşidi var.
Gelelim kitabımıza. Yidiş dilinde başlığı דער קדוש : דאס לעבען אין די הארעמס פון די אלטע סולטאנס און דער קאמפף פון די יודען צו דערהאלטען זייערע קינדער אין ריינקייט און יודישקייט : היסטארישע דערצעהלונג ve en yaygın çeviriyazı yöntemiyle “Der kodesh: Dos lebn in di harems fun di alte sultans un der kamf fun di yidn tsu derhaltn zeyere kinder in reynkayt un yidishkayt: Historishe dertsehlung.” Eğer Almanca olsaydı, şöyle olacaktı: “Der Kodesh: Leben in den Harems der alten Sultane und der Kampf der Juden, ihre Kinder in Reinheit und Judentum zu erhalten: Historische Darstellung.” Yani epey yakın, görüldüğü gibi. Türkçesini ise şöyle verebiliriz belki: “Şehid: Eski Padişahların Haremlerinde Yaşam ve Yahudilerin Çocuklarının Saflığını ve Yahudiliğini Koruma Mücadelesi: Tarihsel Anlatı.”

Yazarın adı Jonas Kreppel (Yidiş: Yoyne Krepl). Bugün Ukrayna sınırları içinde kalan Drohobicz şehrinde 1874’te doğmuş. Genç yaşta dizgicilik öğrenip matbaacılık yapmış, siyasete karışmış, Krakow, Lemberg ve Viyana’da yaşamış, gerek Almanca gerekse Yidiş birçok kitap yazmış, gazeteler yayınlamış. Naziler 1938’de Avusturya’yı ilhak edince önce Dachau, sonra da Buchenwald temerküz kampına gönderilmiş ve 1940’ta orada öldürülmüş. Anlaşılan Şark konusuna biraz meraklıymış, Der Kodesh’in yer aldığı “tarihî kısa hikâyeler” dizisinde Der falsher meshiekh (Sahte mesih), Di terken far di toyern fun vien (Türkler Viyana kapılarında), Dem sultans laybartst, geshikhte fun rambam (Sultanın özel hekimi Rambam’ın öyküsü), Der sultan un dovid hameylekh (Sultan ve Melik Davud) gibi eserleri de var.
Kitap Polonya’da, Przemyśl’da Symcha Freund tarafından 1924’de yayınlanmış. Anlaşılan ikinci baskı ama birinci baskıya dair hiçbir ize rastlamadım. Herhalde her iki baskı da az sayıda basılmış, muhafaza da edilmemiş olacak ki Amherst’teki Yiddish Book Center’da bile örneği yok. WorldCat’e bakılırsa Yale Üniversitesi’nde mikrofilm ve İsrail Devlet kütüphanesi’nde matbu birer nüshası varmış ikinci baskının. Son iki sayfası reklam, 32 sayfalık bir kitapçık. Yıllardır “harem” edebiyatıyla uğraştığım için adı dikkatimi çekmişti, almıştım ama yıllar yılı rafta kaldı. Ancak okuyabildim, o da ancak çevirisini.
Hikâye Fas’ta geçiyor. Adı “Mevlây Hafid” diye verilen (1908–1912 yılları arasında hüküm sürmüş olan Mevlây Abdü’l-Hafîz olabilir belki) hükümdar anlaşılan çok uçkuruna düşkün olduğundan hadımağaları sürekli saray çevresini dolaşır, ona yeni cariyeler ararmış. Günün birinde Yahudi mahallesinde haham olan dedesiyle yaşayan güzel yetim Şoşana’yı yakalayıp saraya getirirler. Kız çok iffetlidir, ayrıca nişanlıdır, yine de hareme kapatırlar, adını da Fatıma olarak değiştirirler. Ancak kız bir fırsatını bulup kaçar. Hafid hiddetlenir, dedesini tutuklatıp saraya getirtir, işkence ile kızın nerede saklandığını öğrenmek ister. Dede işkence başlamadan dua edip ruhunu teslim eder, böylece “kodeş” yani şehid olur. Bu arada Şoşana nişanlısıyla buluşmuştur. Dedeyi kurtarmak isterler, ama artık hayatta olmadığını öğrenirler, Tanca’ya gidip evlenirler, çoluk çocuğa karışırlar, ilk doğan çocuklarına dedenin ismini verirler. Hikâye biter.
İslam ülkelerindeki Yahudiler geçmiş devirlerde genellikle iyi muamele görmüştür gerçi, ama iki istisnadan söz edilir: Biri İran, diğeri Fas. Elbette hikâye kurgusal ama yazarın Fas’ı seçmiş olması belki tarihsel gerçeklerden az da olsa ilham almış olabileceğini düşündürüyor. Örneğin Hafid’in, Şoşana bulunmadığı takdirde Yahudi mahallesini yerle bir edip hepsini memleketten süreceği tehdidini savurması o kadar da fantezi gibi durmuyor. Mamafih “Zuleima adındaki Çerkes güzeli” gibi motifler tamamen şarkiyatçılık ürünleri.
Her neyse, Yahudilerin uğradığı zulmü konu edinen sayısız kitaptan biri bu, biraz oryantalist soslu. Mağduriyet Yahudi kültürünün önemli bir parçasıdır bilindiği gibi. Malum ve geçerli nedenlerle öyle. Belki bazıları Gazze’de olup bitenler nedeniyle tepki gösterecektir, o nedenle anlamsız bulmakla birlikte yine de söyleyeceğim. Bir: Gazze’de ve diğer işgal edilmiş topraklarda olup bitenleri “Yahudiler” yapmıyor, “İsrailliler” yapıyor. İki: Yahudilerin geçmişte uğradığı zulüm nasıl İsraillilerin yirmi birinci yüzyılın ilk soykırımlarından birini sürdürüyor olmasını meşru kılmıyorsa, bu soykırım da geçmişte edilmiş olan zulmü haklı çıkarmıyor. Bunları yazmama keşki gerek olmayaydı.
KİTAPTAN BİR BÖLÜM:
Shoshana hareme geleli bir gün geçmemiş, Sultan ona henüz dokunmamıştı bile.
Haremdeki diğer hanımların arasına bırakıldığında gözlerinden bitmek bilmeyen bir gözyaşı seli aktı. Onlara nişanlandığını ve birkaç hafta içinde evleneceğini söyledi. Kadınlar ona karşı derin bir şefkat duydular.
Zaten sultanın bu çarpıcı yeni güzeli hareme getirmesinden hiç memnun olmamışlardı. Bunun artık kendilerine bakmaya tenezzül etmeyeceği anlamına geldiğini biliyorlardı. Ama kıza duydukları kıskançlığın yanı sıra, gerçekten acıyorlardı ona, ellerinden gelseydi yardım edeceklerdi.
Ama gelmiyordu ellerinden. Harem, yüksek, geniş, sağlam bir duvarla çevriliydi ve her taraftan gözetleniyordu. Nöbetçi görevi yapan hadımlar, sultana sarsılmaz şekilde sadıktı ve hiçbir kadının sultanın izni olmadan binadan çıkmasına izin vermezlerdi. Bu arada avlu, herhangi biri haremi çevreleyen duvara yaklaştığı takdirde kulak tırmalayıcı bir yaygara çıkaran kocaman, vahşi ve tetikte bir köpek sürüsü tarafından korunuyordu.
Şoşana'nın esaretinin ilk gecesi sultan haremden ayrıldığında cariyelerin hepsi yataklarına yattı. O da ipek perdelerle süslenmiş, üzerine güller ve hoş kokulu başka çiçekler serpilmiş dört direkli küçük yatağına uzandı.
Ama diğer hanımlar huzur içinde uyurken, Şoşana’nın gözüne uyku girmedi. Yapabildiği tek şey yattığı yerde bu cehennemden bir çıkış yolu, özgürlüğe giden bir yol düşünmekti.
Böyle ne kadar yattığını tahmin bile edemiyordu ama ona bitmez tükenmez bir süre gibi geldi. Oysa yalnız kalalı iki saatten az bir zaman geçmişti. Sonunda, aşırı yorgunluk ve yıpranmış sinirlerin tesiriyle uyuklamaya başladı.
Önceki Yazı

Unutulan Ruhların Çukuru:
Bir toplumun ölülerine bakmak
Franco rejiminin kurşuna dizdiği insanların hikâyesini çizgilerine taşıyan Paco Roca: “Amacım diktatörlük baskısı çekmenin ne anlama geldiğini göstermek. Ama aynı zamanda gelecekte bir totaliter rejim altında yaşamanın nasıl olabileceğini de gözler önüne sermek...”