Michel Houellebecq ya da batsın bu dünya
“Houellebecq, romanlarının post-hümanist perspektifi aracılığıyla kendimizi yeni bir ışıkta görmemizi, sorunlarımızı daha net bir şekilde teşhis etmemizi ve onları daha yoğun hissetmemizi sağlar.”

Michel Houellebecq
Houellebecq okumak talih ile talihsizlik karışımı bir duygu vermiştir her zaman. Düzyazısı bir sarkaç misali sınırlarda gezer hep. Karşımızda pornografinin en bayağı haline düşkün bir iktidarsız mı var, yoksa hayatın berbat yüzünü suratımıza çalan bir sinik mi, bilemeyiz. Sürekli bu gelgit içinde sayfaları çeviririz. Çoğu eleştirmen onun neden bu kadar sevildiğini anlamaz; muhtemelen çoğu okur da neden bu kadar sevilmediğini. Onun romanlarını okuduğunuzda sürekli poz kesen bir yazar imgesi canlanır gözünüzde. Muhtemelen çektirdiği çirkin fotoğraflardan oluşan bir kolajdır bu imge. Gerçekte ise Houellebecq bu imgenin bizatihi karikatürüdür. Belki de bu yüzden yazar ve karakteri arasındaki sınırın sıklıkla bulanıklaştığı, benzersiz bir anlatı alanı yaratır.
Hayal kırıklığına uğramış ve toplumdan uzaklaşmış başkahramanları gibi Houellebecq de edebiyat dünyasında bir kopukluk hissiyle gezinir adeta. Sigarasından uzun ve esrarlı nefesler çekerken, tüm edebiyat camiasından ve okurlardan tiksinir gibi bir hali vardır.

Houellebecq’in kişisel hikâyesi de edebi eserleri kadar kaotik aslında. Anarşist annesi tarafından terk edilen ve büyükannesi tarafından büyütülen bir çocuk. Dağ rehberi olan babası zaten ortalıkta hiç yok. Yarattığı kahramanlardaki yersiz yurtsuzluk duygusu, yalıtılmışlık ve hiçbir şeye bağlanamama hali muhtemelen kendi çocukluğundan miras.
Birçok okur için Michel Houellebecq kuşkusuz Fransız edebiyatının yaşayan en büyük yazarlarından biri. Gerçekten de Jean-Paul Sartre ve Albert Camus’den bu yana hiçbir Fransız yazarın böylesine küresel bir görünürlük elde edemediği sık sık dile getirilir. Sadece bu da değil; Houellebecq, Gecenin Sonuna Yolculuk’un (1932) yazarı Louis-Ferdinand Céline’den bu yana Fransa’nın yetiştirdiği en tartışmalı yazar olarak kabul edilmektedir.
Ona gösterilen ilginin bu denli çok olmasında elbette birçok faktör etkili. Öncelikle yazdıklarıyla neredeyse eşi benzeri görülmemiş bir ticari başarı elde etmiş olması insanlarda merak uyandırmakta. Bunun yanında Fransız medyasındaki kaçınılmaz varlığı, (oysa medya ünlüleri çağında Houellebecq sosyal açıdan beceriksizdir; televizyonda yalnızca fotojenik olanların hoş karşılandığı bir dönemde düpedüz çirkinlik abidesidir) ona gösterilen tuhaf ve büyük teveccüh ve cinsellik, din, tüketim, seyahat, sapkın karakterler gibi ele aldığı tartışmalı konular onu sürekli gündemde tutmaktadır.
Houellebecq’in geniş kamuoyu tarafından tanınmasını ve çoğu kimse için bir nefret nesnesine dönüşmesini sağlayan esas kırılma noktası, Plateforme romanı için edebiyat dergisi Lire ile yaptığı tanıtım röportajı olur. Burada İslam hakkında söylediği provokatif cümleler onu bir anda gündeme oturtur. Sözleri nedeniyle yargılanır. Fransız basınının yakından takip ettiği davadan beraat eder etmez ifade özgürlüğünün simgesi haline gelir. Onun dinle olan münasebeti 2015 yılında yazdığı İtaat romanıyla başka bir boyut kazanır. İslam’ı ana tema olarak işleyen romanın yayınlanması münasebetiyle hiciv gazetesi Charlie Hebdo, kapağına Houellebecq’in bir karikatürünü yerleştirerek, onun din değiştirdiğini hicvederek duyurur. Zira romanda şeriatçı bir yönetim, sistemin açıklarından da faydalanarak beklenmedik bir şekilde iktidara gelir. Roman boyunca asıl bedeli kadınların ödediği toplumsal bir boyun eğme hikâyesi okuruz. Roman bir yandan İslamofobik bir nefret söylemi olarak kınanırken, diğer yandan Avrupa’nın çöküşünün kehanetini yapan bir tasvir olarak övülmüştür.
Romanın kitapçılarda satışa çıktığı gün Charlie Hebdo ofisleri İslamcı bir terör örgütünün saldırısına uğramış, on iki kişi öldürülmüş ve on bir kişi yaralanmıştır. Elbette Houellebecq’in gazetenin kapağında yer almasıyla saldırı arasında doğrudan bir bağlantı yoktur, ancak romanın yayın tarihi ve Houellebecq’in arkadaşı Bernard Maris’in ölenler arasında olduğunun ortaya çıkması, yazarı terör saldırısının bir parçası haline getirmiştir. Houellebecq bir kez daha özgürlük temasının cisimleşmiş halidir. Üstelik bunun yanına bir de kâhin yönü eklenmiştir artık. Belki de yukarıda birileri Mösyö Houellebecq’i ziyadesiyle sevmektedir!
Yazarımız Amerikalı korku yazarı H. P. Lovecraft üzerine yaptığı kısa bir çalışmanın ardından esasen birçok iyi romancı gibi edebiyat kariyerine başarısız bir şair olarak başlamıştır. Depresyondaki bir bilişim danışmanının umutsuz cinsel hayatını anlatan ilk romanı Kuşatılmış Yaşamlar 1994’te yayımlanmış ve şaşırtıcı bir başarı kazanmıştır. Yalnızlık, yabancılaşma, tüketim toplumunun birey üzerindeki etkileri ve elbette cinsellik romandaki ana temalardır. Metinde anlatıcı, insana ve topluma dair düşüncelerini mesafeli ve soğuk bir dille kurarken, metnin dokusuna nüfuz etmiş derin bir alay, reddediş ve aşağılamaya varan yargılar okuyucuyu sarsmaktadır. Metinde özellikle günümüz beyaz yakalı çalışma hayatının başarılı bir portresi sunulur; bu yaşam tarzının stresleri, klinik depresyonla bağlantıları ve sosyal ve cinsel ilişkiler üzerindeki yıkıcı etkileri anlatılır. Bu beyaz yakalı karakter tipolojisi yazarın anlatmaktan haz duyduğu bir sosyal sınıf olacaktır ileride de.
Houellebecq hakkındaki en büyük eleştirel dogma, onun metinlerinin sadece kaba bir cinsellikten ibaret olmasıdır. Evet, cinsellik Houellebecq için adeta bir sorunsaldır. Okuyucunun sinir uçlarının sınırlarında gezer hep. Lacan’vari bir paradoks vardır yazar için cinsellikte. Ne kadar çok peşinde koşulursa koşulsun, ele bir türlü gelmeyen, daimi bir hayal kırıklığı kaynağı, dipsiz bir boşluktur o hep. Dünyaca ünlü olmasını sağlayan romanı Temel Parçacıklar’da cinsellik, ana karakterlerden biri olan Bruno’nun sürekli bir takıntısı olarak ortaya çıkar; onun talihsiz gezileri birçok cinsel sahne için yazara kullanışlı bir fırsat yaratmaktadır. Hatta bu sahnelerin bazıları pedofilinin sınırlarında gezer. Bruno’nun ergenlik döneminde yaşadığı travma yetişkinliğinde de yakasını bırakmaz bir türlü. Bruno tüm hayatı boyunca kendisinde iz bırakmış o travmatize sahneyi devamlı kurgular. Basitliğin ve aşağılanmanın diplerinde gezinir. Özellikle Temel Parçacıklar romanı birçok sahnede pornografiye göz kırpar. Bunun nedeni anlatımın çiğliğinden kaynaklanmamaktadır asla, metindeki cinsel karşılaşmalar, cinselliğin kolay ve anlık bir şekilde cereyan etmesi bakımından pornografiktir. Houellebecq’i beğenmeyen çoğu eleştirmene göre, bu sahneler erkek olduğu varsayılan okuyucunun uyarılmasını sağlamak amacıyla da pornografik sayılmaktadır. Ancak burada yazar kanımca okuyucusunun uyarılmasından ziyade, cinsellik üstünden anlatıcısının çaresizliğini ve bu çaresizlik içinde ne kadar alçalabileceğini ortaya koymaktadır. Zira bedensel faaliyetlerle kültürel normların sert bir şekilde tezat oluşturması, insanı en müşkül duruma sokan sahneleri ortaya çıkarmaktadır.
Henüz dilimize çevrilmeyen Plateforme (2001) romanıyla, Houellebecq’in yazımındaki bu pornografik tarz, egzotik partnerlerle gerçekleştirdiği karşılaşmaların giderek daha cesur bir hal almasıyla neredeyse kendisinin parodisi haline gelmiştir. Özellikle bu sahnelerin vuku bulduğu mekânlar kolaylıkla sıradanlığın bayağılığı olarak yaftalanabilir. Ucuz bir porno filmini andıran sahne ve dekor seçimi bir anlamda ne kadar kırılgan canlılar olduğumuzu da yüzümüze çarpmaktadır. Onun yenik ve ezik erkek kahramanları kendi talihsizliklerinin ve mutsuzluklarının suçlusu olarak kadınları görürler sıklıkla. Bruno, sınıfındaki bir kız olan Caroline Yessayan’ın bacaklarına elini koyduğunda, Caroline sessizce onun elini çeker. Bruno’nun zihninde bu olay cinsel hayatındaki sonraki tüm felaketlerin sebebidir. Anlatılarda kadın karakterler erkeklerin kefaretini üstlenmişlerdir adeta. Plateforme’da cinsel deneyler yapan ve yaygın bir cinsel turizm ağının kurucularından olan Valérie romanın sonunda bir İslami terör saldırısında hayatını kaybeder.
Keza Temel Parçacıklar’da her şeyin başlangıcı gene bir kadına dayanmaktadır. Bruno ve Michel’in annesine. Bu karakter Houellebecq’in gerçek annesinden esinlenerek oluşturulmuştur büyük ölçüde. Farklı babalardan Bruno ve Michel’i doğurmasının ardından her ikisini de büyükanne ve büyükbabalarına terk ederek, Batı karşı kültüründe zengin bir genç kadının cinsel olarak özgürleşmiş yaşamının tadını çıkarır. Onun ihmali hem Michel’in geri döndürülemez duygusal kopukluğunun hem de Bruno’nun giderek ciddi hale gelen cinsel patolojisinin nedenidir ve romanda kefareti yalnız ölmekle ödeyecektir.
Michel Houellebecq genel olarak hep cinselliği haddinden fazla ön plana çıkardığı için eleştirilmiş olsa da, onun romanlarında cinsel ilişkiden çok bu edimi yerine getirememe durumu daha hâkimdir. Görselliğin ve teşhirin her yerde olduğu günümüz dünyasında beklenenin aksine, onun romanlarında bol ve macera dolu bir cinsel yaşam idealinin pek çok insanın gerçekliğini temsil etmekten çok uzak olduğunun altı kuvvetlice çizilmektedir. Zevk almalısın mottosu Houellebecq’in roman kahramanları için duygusal bir yük oluşturur. Erkek kahramanları yeterlilikleri konusunda daimi bir endişe içindedirler. Performans anksiyetesi sonunda onları fiziksel birleşmeden tamamen kaçar bir hale getirir.
Yazarın Türkçeye çevrilen son romanı Serotonin de tipik bir Houellebecq metni. Yalnız, mutsuz ve her şeyden, belki de en çok kendisinden kaçmaya çalışan ama tek yapabildiği sevgililerini terk etmek olan, beyaz bir erkek var karşımızda. Üzüntüden ölmekte olan bir tarım mühendisi olan Florent, kız arkadaşı Yuzu’nun 15 adamla seks yaptığı, üstelik zoofiliye kaçan bazı sahnelerin de olduğu bir video bulduğunda, hayatını hesaplı bir biçimde parçalamaya karar verir; kendi azalan libidosunu Batı demokrasisinin durumu için dokunaklı bir metafor olarak görmektedir. Florent, Fransız tarımının uluslararası rekabet nedeniyle yavaş ölümünün sonuca ulaşmasıyla hem profesyonel olarak hem de cinsel olarak güçsüz hale gelir, çünkü “next-generation” olarak adlandırılan Captorix adlı bir antidepresan almaya başlamıştır. Florent’in Yuzu’ya duyduğu nefret hayatındaki birçok şeye duyduğu nefretin bir yansımasıdır. Onu ve işini terk ederek Paris’in 13. bölgesinde bir otel odası tutar. Kaybedilen aşklarına özlem, kayıtsızlıkları ve ihanetleri için pişmanlık duyar; antidepresan bağımlılığıyla ve cinsel yaşamının kalıcı olarak geçmişte kalmış olmasıyla yüzleşir.
Houellebecq’in kaçışı sadece yabancı bedenlere değil, aynı zamanda mekânlaradır. Plateforme, Fransız vatandaşlarının turistik tatmin arayışıyla dünyanın uzak köşelerine seyahat etme motivasyonlarını ve manevralarını analiz ederken, Harita ve Topraklar romanı Fransa’yı bir turistik destinasyon olarak yeniden yaratmaktadır. Yüzyıllar süren kırsal göçten sonra, Houellebecq’in romanı Fransız kırsalının yakın zamanda yeniden keşfedileceğini öngörmüştür. Bazı eleştirmenlerin dediği gibi, Jean-Jacques Rousseau’dan bu yana, Fransa’da ilk kez gerçekten kırsal alan yeniden trend olmuştur. Harita ve Topraklar’ın sanatçı kahramanı Jed’in zaman zaman kız arkadaşı Olga tarafından denetlenen French Touch adındaki lüks otel zinciri, hedonist misafirler için en yüksek konfor standartlarıyla birlikte geleneksel Fransız zevklerinin ve uğraşlarının çekici bir kombinasyonunu sunmaktadır.
Houellebecq bu romanda kurgusal karakterlerle yaşayanları bir araya getirir. Hatta kendisi de romanda yer alır. Yazar romanında pasaklı, çoğunlukla sarhoş, duygusal açıdan dengesiz, fazlasıyla takıntılıdır. Kendisinin bir karikatürüdür. Hep birlikte ona vurabilmemiz ve ondan tiksinebilmemiz için okuyucuya istediğini vermektedir adeta.
Onun evreni esasen yalnız insanlarla dolup taşar; bu kişiler “genç, özgür ve bekâr” olmanın coşkusunu yitirmiş, yaşlanıp hayatın dışına itilmiş, içsel bir tıkanıklık içinde kıvranan ve boşluğa mahkûm olan ruhlardır. Özellikle onun ana kahramanları şiddetin, kendine zarar vermenin, pişmanlıkların kıyısında yaşarlar.
Houellebecq’e göre belki de kuşağımızın en büyük trajedisi post-hümanist bir çağda yaşamamızdır. Bir yandan cinsellik en nitelikli eşleri elde etmek için acımasız bir rekabet olarak devam ederken, arzu piyasasındaki değerimiz büyük ölçüde tamamen kontrolümüz dışındaki genetik faktörler tarafından belirlenir. Öte yandan, arzularımıza geri dönüşü olmayan bir şekilde yabancılaşmış durumdayızdır, çünkü her yanımız doğal olmayan arzu objeleriyle çevrilidir. Bu objeler cinsel oyuncaklar veya kozmetik iyileştirmeler gibi bedensel eklemeleri içerebilir, ancak en yaygın olarak tüketmek zorunda olduğumuz sonsuz cinsel temsiller şeklinde ortaya çıkar ve bu durum kendi cinselliğimizi sürekli olarak bizden uzakta bir temsile dönüştürür. Modern toplum yalnızca en güçlü ve genetik olarak ‘şanslı’ olanların cinsel mutluluğu hak ettiğine dair sürekli bir sosyal Darwinizm yayarken, aynı zamanda herkesin arzulardan pay alması gerektiğini öne süren popüler bir demokratik sosyalizm anlayışını da dolaşıma sokmaktadır. İşte Houellebecq bu karmaşa içinde kaybolan insanların yazarıdır. Bedensel aşağılanmaların yazarıdır.
Houellebecq’in yaptığı şey, romanlarının post-hümanist perspektifi aracılığıyla kendimizi yeni bir ışıkta görmemize, sorunlarımızı daha net bir şekilde teşhis etmemize ve onları daha yoğun hissetmemize olanak tanımaktır. Belki de bu nedenle, son yirmi yılda Avrupa’dan çıkan kimilerine göre en önemli, kimilerine göreyse en nefret edilesi yazar olarak büyük bir ilgi görmektedir.