Mehmet Yaşın’ın Üveyanadili
“Yaşın’ın dilsel ve kültürel melezliğin yarattığı dinamikleri anlamak ve anadil fikrinin sabitliğini sorgulamak için geliştirdiği 'üveyanadil' kavramı, ulusal kimliklerin dil üzerinden inşa edilmesini eleştiren bir bakış sunar.”

Mehmet Yaşın
İşte; anakültürüm ile anadilim arasında, Yunanistan Batı’ya, Türkiye Doğu’ya meylettikçe iyice artan zıtlaşmadan ötürü, kitaplarım hem Türkiye’de hem Yunanistan’da “Bu da nereden çıktı Alla’sen” kabilinden okunuyor. Bundan anlıyorum ki Türk dili üveyanadilim oluyo’, Yunan kültürü de üveyanakültürüm; yine de bir çeşit annelik yapıyorlar romanlarıma. (s. 140)
Mehmet Yaşın’ın bu yıl İthaki Yayınları’ndan çıkan romanı Selam Metin Ben Berceste’den alınan bu sözler, Türkiye ve Yunanistan arasında kimlik ve aidiyet zıtlaşmalarını deneyimleyen bir yazarın, bu durumun edebi üretimine ve algılanışına etkilerini ele alırken ifade edilir. Yazar, Türkiye ve Yunanistan arasındaki kültürel gerilimlerin, kendi romanlarının ulusal ve uluslararası edebiyat pazarlarında nasıl konumlandırıldığını belirlediğini vurgular. Her iki ülke tarafından “öteki” olarak görülen çoğul kimlikli bireylerin kendi hikâyelerini yazma çabalarının, edebi piyasada yerleşik ulusal söylemlere uygun olmadığı sürece kabul görmediğine ve yaygın bir okur kitlesine ulaşmasının zorlaştığına işaret eder.
Eserlerinin çoğunlukla, ana akım bir yapıt gibi değil, egzotik bir meze olarak görüldüğünü vurgulayan Selam Metin Ben Berceste’deki yazar figürü, Türkçe yazan bir Yunanistan vatandaşı olmanın getirdiği bu marjinal konumun, yalnızca yazarı değil, okurları ve editörlerini de benzer şekilde zorluklarla karşı karşıya bıraktığını dile getirir. Annesi, vaktiyle, Türkçe konuşmanın ve yazmanın, yazarı Türk toplumunun gözünde makbul kılacağına dair yanıltıcı bir inanca sahip olmuştur. Ancak ailesinin Türkiye’ye taşınma kararı, onda ne Türk toplumuna ne de bir “anavatan” fikrine ait olma duygusu yaratmamıştır. Türklerin coğrafyada kültürel değil, yalnızca askeri bir hâkimiyete sahip olduğunu annesi görememiş ya da farklı beklentilerle hareket etmiştir. Yazarın karmaşık kimlikler arası sıkışmışlığı, edebi kimliğinde, kültürel aidiyetinde ve eserlerinin kabul görmesinde çok boyutlu bir çatışmaya yol açmış, anadillerle, anakültürle ilişkisi üveyce kurulmuştur.
Mehmet Yaşın’ın 2012’de, Trabzon-Samsun karayolunda yazdığı “Başkasının Hayatı” şiirinde üveyanadille tekrar karşılaşırız:
“Gelsem de gelinemeyen bir yerdir üveyanadillerimi
Yusuf’un özkardeşler’ne benzer
ne anlar ne de anlatabilir kuyuda benim neler yaşadığımı.”
(Evden Kaçan Çocuk, YKY, s. 49)
Yusuf ile öz kardeşleri arasındaki radikal deneyim farkı nasıl ki üveylikler icra ediyorsa şair ile üveyanadilleri arasında da yarıklar vardır. Bu şiirde imla dindar, polisler şair, şairler polis, yazılan zul, yazmak zulüm, yazdıran zalimdir. Şair böyle bir Türkçenin içinde misafirdir, bu dilbilgisine muvakkaten tayin edilmiştir. Burada da çocukluk ve anneyle kurulan ilişki dolaşımdadır. Her yerde hazır ve nazır olan emir kipinin “haz’rol’da”, rica kipinin kayıpta olduğu bu yerde, görünüşte “gel” ya da “gelsene” yerine “Gelmek ister misin?”ler telaffuz edilmektedir ama tüm bu telaffuzlar tabi kılmak, boyun eğdirmek içindir.
Yaşın’ın 2003’te basılan romanı Sınırdışı Saatler ise dil, yazı ve alfabe üzerinden kimlik, aidiyet ve sınır meselelerini ele alan bir metin olarak, bu temaları hem biçim hem de içerik düzeyinde işler. Romanın yazarı Mehmet Yaşın, yazılan metin Misail Oskarus ve çevirmeni Marjori Yaşın-Oskarus arasındaki sınırların geçişkenliği, metnin yapısında belirgin bir şekilde kendini gösterir. Bu üç öznenin, tek bir kimliğin farklı tecellileri gibi hareket etmesi, metnin katmanlarının bağımsız olarak işlememesine, aksine iç içe geçerek sürekli yeniden şekillenmesine neden olur. Metin, gerçek ve hayalin, olağan ve fantastik unsurların, cinsiyet kimliklerinin ve dillerin birbirine dolandığı çok katmanlı bir anlatı olarak inşa edilir.
Romanın yapısındaki en dikkat çekici unsurlardan biri, dilin ve alfabenin maddi düzlemde yarattığı geçişlerdir. Çoğunlukla Latin harfleriyle yazılmış metinde, aniden Yunan harfleriyle yazılmış sözcükler, cümleler ve paragraflar belirir. Bu alfabe değişimi, okur için bile isteye bir yabancılaşma ve yavaşlama deneyimi yaratır. Türkçenin iki farklı alfabeyle yazılmış olması, metnin en görünür yüzeyini bile heterojenleştirir. Üstelik bu heterojen yapı, yalnızca alfabelerle sınırlı kalmaz; metnin söylemi, standart İstanbul Türkçesi dışında, Kıbrıs Türkçesinden gelen kelimeler, deyimler ve diğer dillerden alınmış ifadelerle sürekli yeniden şekillenir. Standart Türkçeye uymayan bu karışık yapı, metni çok alfabeli, çok dilli ve çok lehçeli bir harfler ve söylemler alaşımı haline getirir.
Metnin bu alaşımı, tarihsel bir bağlama, Osmanlı döneminde modern Türkçe edebiyatın çok-alfabeli bir ortamda geliştiği gerçeğine gönderme yapar. 19. yüzyılda Arap harfli Türkçe, Ermeni harfli Türkçe ve Yunan harfli Türkçe (Karamanlıca) edebiyatların eşzamanlı varlığı, bu edebiyatların bir yandan birbirleriyle etkileşimde bulunurken diğer yandan özerkliklerini koruduğu bir alan yaratmıştır. Ancak 20. yüzyıl boyunca bu zengin yapı, Latin harfli Türkçe edebiyat lehine bir eksilme sürecine girmiştir. Sınırdışı Saatler'in karakteri Misail Oskarus, bu süreçte artık sona ermiş olan Karamanlıca edebiyatın son temsilcisi olarak tahayyül edilir. Ancak Misail, yalnızca bu geleneği taşımakla kalmaz, aynı zamanda onu dönüştürerek modern Türkçeye musallat eder. Latin harfli Türkçe yüzeyine Yunan harfli bir alt katman ekleyerek, modern Türkçe yazının içkin heterojenliğini ve çoğul kimlikleri görünür hale getirir.
Romanın sunduğu bu deneyim, okuyucunun okuma eylemini de dönüştürür. Metne girişte verilen alfabe, yalnızca Yunanca veya Karamanlıca harflerin Latin harfli karşılıklarını içermez. Misail, konuşma dilinde var olan ayrımları temsil eden, mevcut alfabelerin dışladığı sesleri de kapsayan yeni bir yazı sistemi yaratır. Bu durum, Misail’i yalnızca Karamanlıca edebiyatın son temsilcisi değil, aynı zamanda başka bir kimse tarafından kullanılmayacak benzersiz bir imlanın icracısı yapar.
Metnin maddi yapısındaki bu geçişkenlik, anlatı düzleminde dolaşan kimliklerin ve aidiyetlerin de bir yansımasıdır. Latin ve Yunan harflerinden oluşan bu yapı, yalnızca bir yazınsal form değil, aynı zamanda Karamanlıların, Kıbrıslıların, geçmişteki toplu şiddet olaylarının, birlikte yaşama deneyimlerinin ve dayatılan sınırların hayaletlerini taşır. Bu hayaletimsi katmanlar, hiçbir şekilde sabitlenemeyen ve sınırlandırılamayan bir aidiyetsizlik atmosferi yaratır. Bu anlamda, Sınırdışı Saatler, yalnızca bir roman değil, aynı zamanda dilin ve yazının sınırlarını sorgulayan bir performanstır.[1]
Mehmet Yaşın edebiyatında dilin üveyliğine, üvey bırakılışına, üvey olarak temellük edilişine dair sunduğum bu metinsel örneklerden önce Yaşın da bu edebi deneyime kaynaklık eden halleri, deneyimleri kavramsallaştırmıştır. 2000 yılında basılan ve derleyicisi olduğu Step-Mothertongue: From Nationalism to Multiculturalism, Literatures of Cyprus, Greece, and Turkey kitabında Gregory Jusdanis, Djelal Kadir gibi yazarların da katkılarıyla bu kavramın belirişlerini tartışırken kendi konumunu Defter dergisinin 41. sayısında basılan “Üveyanadil’in Ön Konuşması” makalesinde ortaya koyar. Hem kitaptaki diğer metinleri kısaca tanıtan hem de tartışmasının bağlamını öne çıkaran bir metindir bu.
Yaşın’ın dilsel ve kültürel melezliğin yarattığı dinamikleri anlamak ve anadil fikrinin sabitliğini sorgulamak için geliştirdiği “üveyanadil” kavramı, ulusal kimliklerin dil üzerinden inşa edilmesini eleştiren bir bakış sunar. Bu kavram, çokkültürlü yapılarda yer alan Türkçe ve Elence gibi dillerin tarihsel etkileşimlerini yeniden değerlendirme ihtiyacından doğmuştur. Üveyanadil kavramı, çokdilli ve çokkültürlü edebi üretimlerin bir yansıması olarak şekillenirken, anadil fikrinin “asıllık” iddiasını sorgulamaktadır. Dil ve edebiyat, ulusal tarihlerin kurgulanmasında “doğal bir ana” kimliği yaratmak için kullanılırken tarihsel süreçler, belirli dillerin birbirinden uzaklaşmasına yol açar. Bu uzaklaşma, dillerin tarih boyunca birbirini biçim ve ifade yönünden etkilediği gerçeğini gizleyemez. Karamanlıca gibi Türkçe’nin Elen alfabesiyle yazıldığı durumlar, bu dillerin iç içe geçmiş yapısının çarpıcı örneklerindendir.

Kıbrıs’taki halk şiirlerinde görülen çokdillilik, Türkçe, Elence ve bazen de İtalyanca gibi dillerin harmanlandığı bir ifade alanı yaratmıştır. Bu şiirler, resmi edebi kanonlara dahil edilmese de, kültürel çokkatmanlılığın önemli tanıklarıdır. Ortak kültürel birikim, ulusal kimliklerin dışlayıcı sınırlarına rağmen varlığını sürdürmektedir. Hem bireylerin hem de toplumların üzerinde şekillendiği, ancak aynı zamanda bu yapıları aşan çok boyutlu düzlemler söz konusudur.
Dilin kültürel ve ideolojik boyutlarını tarihsel ve toplumsal bağlamda yeniden düşünmeye olanak sağlayan üveyanadil kavramı, Türkçe ve Yunanca arasındaki ilişkileri yalnızca diller arası temaslar bağlamında değil, bu dillerin biçimsel, edebi ve ideolojik yapılarını belirleyen tarihsel koşullar çerçevesinde ele alır. Türkçe ve Yunancanın tarihsel olarak temasta olduğu coğrafyalarda ortak ifade biçimleri ve edebi tarzlar paylaşılmış; ancak modern ulus-devletler bağlamında bu etkileşimler görünmez hale getirilmiştir.
Çokdilli edebi üretimler, resmi dil politikaları ve modern ulusal anlatılar karşısında alternatif ifade alanları yaratmaktadır. Pontus Elencesi ile Karadeniz Türkçesi gibi bölgesel varyantlar standart Elence ya da Türkçeden ziyade birbirine yakın olmalarıyla, anadil söyleminin ideolojik işlevlerini gözler önüne sererler. Yaşın’a göre diaspora yazarlarının veya farklı dillerde yazan edebi figürlerin kullandıkları dil, bir kimlik ve aidiyet mekânı olarak önem taşır.
Dilin “üvey” niteliği, modern ulusal kimliklerin ve kültürel aidiyetlerin doğallaştırılmış yapısını sorgular. Bu sorgulama, dillerin tarihsel bağlamlarında geçirdiği ideolojik ve kültürel dönüşümleri anlamak için bir çerçeve sunar. Bu perspektif, sadece belirli dilleri değil, genel olarak dilin ve edebiyatın kültürel, politik ve tarihsel bağlamlarını yeniden düşünmeye olanak tanır ve edebiyat çalışmalarında farklı bir ufuk açar.

Günümüzün baskın kültürel söylemlerinde küreselleşme ve çokkültürlülük, genellikle milliyetçiliğin “doğal” karşıtları olarak sunulur. Ancak Mehmet Yaşın, küreselleşmenin kapitalist dünya ekonomisini yeniden düzenlerken milliyetçiliği güçlendirdiğini, çokkültürlülüğün ise yerel ve etnik kültürleri metalaştırdığını vurgular. Bu bağlamda, üveyanadil, “enternasyonalizm,” “çokkültürlülük” ve “iki toplumluluk” kavramları eleştirerek bu kavramların milliyetçi çerçevelerin yeniden üretilmesindeki rollerini açığa çıkarmayı hedefler.
“İki toplumluluk” kavramı, Kıbrıs’a dair tartışmalarda merkezi bir yer tutar ve adadaki toplumsal yapıyı “Türk” ve “Elen” kimlikleri üzerinden kurgularken Yaşın, bu ikili çerçevenin Maruniler, Ermeniler ve Levantenler gibi grupları görünmez kıldığını, ayrıca karışık kökenlere sahip Kıbrıslıları bu iki kimlikten birine zorla uyum sağlamaya mecbur bıraktığını ifade eder. Bu yaklaşım, adanın çokkültürlü ve çokdilli gerçekliğini örtbas ederken, kozmopolit bir toplumun varlığını dışlayan bir söylemi pekiştirir.
Çokkültürlülüğün Avrupa-merkezci kökenleri, Yaşın’a göre, ötekini indirgemeci özgünlük kategorilerine sıkıştırarak sömürgeci paradigmaları yeniden üretir. Bu söylem, kültürel çeşitliliğe saygı kisvesi altında, geçmişten miras alınan kolonyalist düşünceyi sürdürmektedir. Osmanlı sonrası edebiyatlar, ne tamamen Avrupa’ya aittir ne de bütünüyle “Üçüncü Dünya” bağlamında değerlendirilebilir; bu edebiyatlar, kendine özgü bir sınır mekânında yer alır ve basitleştirici sınıflandırmaları reddederler.
Kıbrıs’ın, Britanya’nın sömürgesi olmuş olmasına rağmen postkolonyal paradigmalardan dışlanması, bu yaklaşımların seçiciliğini açıkça gösterir. Yaşın, Avrupa edebiyatının klasik Helen idealleri üzerine inşa edildiğini ve modern Yunan edebiyatını bile oryantalist bir bakışla ele aldığını belirtir. Bu durum, yalnızca “Avrupa kültürünü” sorgulamayı değil, aynı zamanda Güneydoğu Avrupa ve Orta Doğu kimlikleri arasındaki dayatılmış ikilikleri ele almayı da zorunlu kılar. Çokkültürlülüğün statik kategorilere dayalı söylemi, bölgenin dinamik melezliğini ve geçişken kimliklerini açıklamada yetersiz kalır.
Mehmet Yaşın’ın Selam Metin Ben Berceste, “Başkasının Hayatı” ve Sınırdışı Saatler gibi eserleri ile birlikte “üveyanadil” kavramı üzerine geliştirdiği edebi / kuramsal çerçeve, dilin ve kimliğin ulusal sınırlarla sabitlenemeyen, akışkan ve çoğul bir yapı sergilediğini ortaya koyarken Yaşın, dillerin tarihsel, kültürel ve ideolojik bağlamlarda birbirine eklemlenmesini ve ayrışmasını hem bireysel deneyimler üzerinden hem de alfabe, lehçe ve ifade biçimleri dolayımıyla, dilin araçsallığına ve sınırlayıcılığına dair eleştirel bir yaklaşımla tartışır. Yaşın’ın eserlerinde dillerin ve alfabelerin geçişkenliği, dilin aidiyet kurma süreçlerinde geçerli olan bir sabitlikten çok, bir arayüz olarak işlemektendir.
NOT:
[1] Bu fikirlerin daha ayrıntılı değerlendirmesi için Sınırdışı Saatler’i aynı yıl basılan Niyazi Zorlu’nun Hergele Âşıklar’ı ile brilikte okuduğum şu yazıya bakılabilir: Fatih Altuğ, "Sınırdışı Saatler ve Hergele Âşıklar’da Harfler, Sınırlar, Tahrifler" Notos, sayı 87 (Temmuz-Ağustos 2021), s. 62-66.