“Durun bakalım daha devrim yapacağız, hiç değilse şiirde”
Mehmet Yaşın’la ilk şiir kitabının yayımlanışının 40. yıldönümünde hem geride bıraktığı hem de daha başında olduğu uzun yolu konuştuk.

Mehmet Yaşın, CVAR Severis Vakfında düzenlenen üç dilli şiir performansında. Güney Lefkoşa.
Yazmaya, üretmeye devam eden, yaşı da henüz öyle tam anlamıyla arşa yükselmemiş bir edebiyatçının, bir şairin yazarak geçirdiği yılların, bir bütün olarak yapıtının kutlanması çok da rastlanan bir şey değil. Edebiyat tarihi, değeri çok sonradan anlaşılan yapıtlarla, yaptığı işin kıymetinin er geç bilineceğini içten içe hissetse bile bunu dünya gözüyle görememiş yazarlarla dolu. Mehmet Yaşın’ın ilk şiir kitabı Sevgilim Ölü Asker’in yayımlanışının 40. yıldönümünün 2024 boyunca, doğduğu Kıbrıs’ın yanı sıra Yunanistan ve Britanya başta olmak üzere birçok yerde çeşitli etkinliklerle kutlanması bu açıdan da değerli. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi bu etkinliklere 13 Aralık’ta açılan “kuşlar cıvıldaşsa üstümde” adlı özel bir sergiyle, K24 de özel bir Mehmet Yaşın dosyasıyla katılıyor.
Mesut Varlık’ın büyük emeği ve koordinatörlüğüyle ilk ve son şeklini alan bu dosyanın hazırlıkları sırasında, diğer ülkelerdeki etkinliklerle ilgili bilgi edinmek, nerede ne olduğunu daha iyi takip edebilmek için Mesut Varlık’ın, Mehmet Yaşın’ın ve benim bulunduğum üç kişilik bir WhatsApp grubu kurduk, birkaç aydır orada yazışıyoruz, üçlü söyleşi fikri orada doğdu.
En baştan belirtmekte yarar var: Biz hepimiz arkadaşız. Varlık ile Yaşın’ın dostlukları nispeten yeni. Başlangıcı üç-dört yıl öncesine uzanan, Varlık’ın Yaşın’ın edebi üretimine ve duruşuna duyduğu ilgiyle başlayan, edebiyat üzerine birbirleriyle konuşa söyleşe ilerlemiş bir dostluk onlarınki. Benimse Yaşın’la –içimden “Memo” demek geliyor– dostluğum daha eski. Geçen gün o WhatsApp grubunda, “Kırk sekiz yıllık arkadaşımsın” diye yazıp yüreğimi hoplattı. “O kadar de değil yahu,” dedim, “çocuk değildik tanıştığımızda.” Çocuk değildik ama gençtik. 1980 kıyımı sonrasında yeniden nefes almaya başlayıp Yarın dergisini çıkardığımız dönemdeki ilk mesafeli sohbetlerimize uzanırsak otuz sekiz yılı, Ayaspaşa’da, ikimizin de İngiltere’den dönüp İstanbul’a yeniden alışmaya çalıştığımız günlerdeki yakın komşuluğumuzdan sayarsak otuz bir yılı aşan bir arkadaşlık.
Sonuçta birbirini iyi tanıyan üç kişi, üç dost olarak söyleştik. Her ne kadar 40. yıldönümü etkinliklerinin “hayalî” fişekleri zihnimizde çaksa da, kutlamaktan ziyade deşmek, sadece geçen yıllara değil ileriye de bakmak, Mehmet Yaşın’a sorulması gerektiğini düşündüğümüz soruları bazen onun mahremine girmek pahasına sormak istedik. Memo’yla birlikte, Memo’ya rağmen!
Yasemin Çongar
Y.Ç.: Sen diyesin kırk sekiz, ben diyeyim otuz sekiz yıllık dostluğun hatırına sığınarak, 1993-1994 kışında yaptığımız uzun sohbetleri de hatırlayarak soruyorum: Edebiyatta kırkıncı yılın kutlanırken aklın ve duyguların sana kendi şairliğin ve yazarlığınla ilgili ne söylüyor? Şiirde, romanda, anlatıda kırk yıl önce yola koyulurken yapmayı isteyip de henüz yapamadığın ya da zayıf kaldığını düşündüğün ve yapmak istediğin şeyler var mı?
O dediğin kırk sekiz dil sürçmesiydi, bir yıldır kırk kırk kırk, artık ben de kırk sekiz demiş bulundum! Ama 40. yıldönümü diye öyle pek derin hesaplaşmalara da girişmiyorum. Hatta kendimi şiire ve edebiyata yeni başlamış gibi hissettiğimi söylersem abartı olmayacak. Mevcut koşullarda yapabileceklerimi yapmışımdır herhalde. Ama Poeturka’yı okuyunca bana “Sen artık bu eleştiri ve inceleme kitaplarını İngilizce yazmalısın” diyen aile dostumuz Vamık Volkan’ın sözünü otuz yıl sonra yerine getirmeyi düşünüyorum mesela. İngilizce ve Fransızca olup da Türkçesi henüz basılmayan sadece iki kitabım var. Onların sayısını şu andaki birikimimle çoğaltırsam ve bunu bilhassa Amerika’da yaparsam iyi olacak. Nasılsa daha yolun başındayım, değil mi?
Sanırım böyle yolun başında hissetmemin nedenlerinden biri sürekli olarak belli bir ülkede oturmayışımdır, ki bu da oraların edebiyat kanonuyla tam anlamıyla bütünleşmediğim, kendime yerleşik ve kesinlikli konumlar yaratmadığım anlamına gelir. Türkiye’ye giriş engelleri kalkar kalkmaz dönmüş ve 1993-1995 arasında Poeturka, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi, Soydaşınız Balık Burcu, Sözverici Koltuğu, şiir, roman, antolojik edebiyat incelemesi, deneme… hepsini art arda yayımlatmıştım. Gündeme getirdiğim konular, özetle Türkçe bağlamındaki azlık edebiyatları, kozmopolit ve çok ülkeli karakterler, çokdillilik, ulus-ötesi edebiyat yaklaşımı, vb. tartışmalara yol açmıştı. Hemen Radikal’den azınlık edebiyat ve kültürleri hakkında yazılar yazmam önerisi geldi. Söyleşilerde de hep o yönde sorular soruluyordu. Hatta Orhan Koçak da, ki en kapsayıcı ve derinlikli analizler yapan oydu, benim arayerdeliğimi incelik gösterip çoğulyerdelik olarak adlandırmıştı. Velhasılı, baktım İstanbul’da bana o çerçevede bir mevki verilecek, eyvah! Dönmek için o kadar uğraştığım memleketi üç yıl içinde bu kez gönüllü olarak terk edip Londra’ya gittim.
Y.Ç.: Orhan Koçak’ın “çoğulyerdelik” saptamasının üzerinde sabitlenmesi ihtimalinden de kaçtın yani… Kategorize edilmek bir bakıma “cancel” edilmek duygusu mu veriyordu sana?
Mevcut terminolojiden çok daha kavrayıcı bir şey söylemişti Orhan Koçak. Ne var ki, bütün o konumlamalar, adlandırmalar adeta bir paket halinde ortaya çıktığından, bana biçilen “Türkiye’nin ya da Türkçenin başlıca şairlerinden biri olmak” yerine, şu bu söylem çerçevesindeki bir şair ve yazar olmak gibi bir şeydi. Şairliğime böyle şiir dışı endişelerle tereddütlü yaklaşımların bir benzerini Memet Fuat’tan dahi işitmiştim. 1996’da Londra’ya dönüşüm nedeniyle, sanki İstanbul’a ebediyen veda ediyormuşum gibi bir veda yemeği düzenleyen Adam Yayınevi’nin o gecesinde Memet Fuat, “Kuşağının en iyi beş şairinden biri olabilecekken, Kıbrıs, İngiltere arasında ikincil kaynaklarla uğraşıyor, şiirin anayolundan da, İstanbul’dan da uzaklaşıyorsun” mealinde şeyler söylemişti. Şimdi ise Atina’da bir misafir şairim ve “sınırüstü”! Kıbrıs’ta, yani Kıbrıs Cumhuriyeti kanonundaysa “Kıbrıslıtürk” şairi, o da demek oluyor ki ekalliyetten. Kıbrıslırum küratörler Kıraathane sergisinde bu dışlayıcı yaklaşımı, yıllar önce Yunanca yazdığım bir soru cümlesini ışıkla duvara yansıtarak görselleştiriyorlar. Sanırım şöyle bir tepki göstermiştim, otuz-kırk yıl önce yazdığım şiiri bir türlü mevcut sistem içinde bir yerlere konumlayamamaktan kaynaklanan yaklaşımlara: “Eh, madem ki sizin ulus-devletlerinizin şiir ve edebiyat kanonuna göre tanımlanıp asli metinlerden biri sayılmayacakmış yazdıklarım, ben de ona hiç katılmam! Dışınızda durur ve kendi küçük, mütevazı ama sahici kanonumu yaratmaya çalışırım; aynen Kavafis’in, Joyce’un bilerek, Kafka’nın ise bilmeden yaptığı gibi…”
Zaten Londra’ya gider gitmez bu anakronistik ulus-devletçi yaklaşımların ötesine geçmek amacıyla, ders verdiğim Middlesex Üniversitesi’nde Step-Mothertongue kitabına zemin hazırlayan uluslararası bir konferans düzenlemiştim. 1997’deydi, dünyanın her yerinden Türkçe ve Elence edebiyatlar ve karşılaştırmalı edebiyat konularında çalışan başlıca isimleri davet etmiştim. Böylece bir nefes aldım. Kendime yeni bakış açıları bulmaya, Türk-Elen dil ve kültür dünyasını daha kapsamlı bir perspektifle görmeye, şiirle edebiyata ilişkin farklı şeyler öğrenmeye çalıştım.
Avrupa ve Akdeniz ülkelerinde birçok toplantıya katılıyordum ve değişik dillerden hayranlık duyduğum şair ve yazarlarla sohbet etme olanağı buluyordum. Sonradan Çin, Japonya, Kolombiya, Meksika da geldi. ABD derseniz, o daha 1994’te gittiğim bir yer. Harvard Üniversitesi davet etmişti bir konferans için ve oradaki şiir kütüphanesi benim ilk sesli okuma kaydımı arşivleyen yer. Lefkoşa’da kendi doğduğum semtteki sözde devlet kütüphanesinde kitaplarım yokken Harvard’da hepsi vardı, üç-dört taneydi daha yayınlarım ama orada vardı.
Neyse, zaten 2000’li yıllarda, ne zamandan beridir yabancı dil dergilerde yayımlanıp az çok uluslararası dolaşımda olan şiirlerim kitap halinde basılmaya başlamıştı. Romanlarım da ufak ufak çevrildi birkaç dile. O zaman işte ilk kez yayımlanan genç bir şair, yazar gibi oldum. Kendimi, diyelim ki İtalyanların gözünden gördüm. Orada popüler olan Akdenizli edebiyatlar söylemiyle inceleniyordum ve bunun eleştirisine soyundum. İngilizce şiir kitabıma Britanyalıların anlayacağı bir ad konmuştu, Lawrence Durrell’in memleketi Girne’ye referansla. Post-kolonyal Kıbrıs’tan gelmiş bir Britanyalı’ydım. Fransızlar, Ruslar, Baltıklılar daha başka… Ama hepsinde ortak olan şey ilk kez okur karşısına çıkıyor olmamdı ve kendimi sıfırdan sunmak durumundaydım, tıpkı yirmilerimin başındaki genç şairlik yıllarımın Türkiyesi gibi… Öte yandan Türkiye’deki şiir ve edebiyat gündemlerinden uzaklaştıkça uzaklaştım, çoğu manasızlaştı.
Ellilerimdeyken pek tanınmayan ve kendi kendisini sürekli yeni baştan tanımaya çalışan genç bir şair gibi oluyordum. Onca yıl geçtiği yok o anlamda, hep yeniden başladım çünkü şiire, edebiyata.
Bu 40. yıldönümü kutlamalarının bana verdiği duygularda ise sanırım şaşkınlık en baskını. Ben evden pek dışarı çıkan biri değilim. Hatta evin odalarını dahi bütünüyle kullanmam, yatak odasıyla çalışma odası arasında yaşarım; Lefkoşa’dayken bahçede, Atina’dayken balkonda oyalanırım. Malum, yazmak yalnız başına yapılan bir iş. Bilgisayarımla yaşıyorum ve yazdıklarımı e-maille ajansa (ONK) ve yayıncıya (İthaki) gönderiyorum. Ajanstakilerle henüz hiç yüz yüze karşılaşmadım, İthaki’deki editör de Kıbrıs’taki sergilerin katalog sunumuna geldi de o kadar yıl sonra ilk kez kendisiyle şahsen görüşebildim. Hal böyleyken birdenbire birçok farklı ülkeden, kökenden, kültürel alandan insan yazdıklarıma meğer ilgi gösteriyormuş ki, sergisinden konserine, panellerinden şiir performanslarına, belgeselinden dergi ve gazete özel yayınlarına kadar birçok şey programlanıp yürütülüyor. Emek veren herkese minnettarım, en başta da durgun göle ilk taşı atarak halkalanan suyun dalga dalga yayılmasını sağlayan Anber Onar’a...

M.V.: İlk şiir kitabının yayımlanışının 40. yıldönümünü kutlayan bir şair olarak “daha yolun başındayım / hep yeniden başlıyorum” demen çok anlamlı ve kıymetli. Şiirini “genç” tutan şairlerden biri olduğunu her yeni kitabında yeniden hatırlatıyorsun okurlarına, son şiir kitabın Eeen Güzel Şey de dahil. Çoğulyerdelik, çoğulkimliklilik, çoğuldillilik bir yanıyla dünyayla kurduğun açık ilişkiyi ortaya koyuyor ama bir yanıyla yersiz-yurtsuzluğun yoruculuğunu, bıktırıcılığını imliyor. Sevgilim Ölü Asker ile Eeen Güzel Şey arasında hep yeniden başlarken neleri ardında bıraktın? Yenilenirken nelerin eskidiğini, kırıldığını, döküldüğünü gördün? Hafıza-mekân-tarih bağlamında bu kadar üretken bir şair-düşünür-araştırmacı olarak yolun başına yeniden dönme jesti neyi ifade ediyor?
Yasemin zor sorular soruyor demiştim ama seninki şimdi daha bile zor. “Hep yeniden başlamak” meselesi bir gerçek; öyle oluyor doğallıkla, benim verdiğim bir mütevazılık kararı değil yani.
Sevgilim Ölü Asker’i yayımlarken boşluğa bir atış yapmıştım. Beni nelerin beklediğine dair hiçbir fikrim yoktu. Meğer yalnızca Kıbrıs’tan değil, ama tüm Misak-ı Milli dışından, Post-Osmanlı bölgesinden çıkıp, Türk vatandaşı olmadığı ve Türkiye’de doğup büyümediği halde çağdaş Türk şiir ve edebiyatında kabul gören, ödüllendirilen, kendisine bir şair ve yazar olarak alan açılan ilk kişi sayılıyormuşum o vakitler. Bunları bilmiyordum. Şiirlerimin Türk ulusalcılığını o derece rahatsız edeceğini de... Hiç aklıma gelmemişti tutuklanacağım, sınır dışı edileceğim, kitaplarımın toplatılacağı ve aynı zamanda birdenbire adımın çok duyulacağı, sürekli ve sadık bir okur kitlesinin daha o zamandan ortaya çıkacağı. Yirmi beş yaşlarında saf bir çocuktum. O kadar baskıyı ve ismen tanınmayı göğüsleyebilmek için birinden diğerine kaçabileceğim ülkeler arası bir hayat kurdum ve oralarda kendimi yalnızlaştırmayı da adeta zırh haline getirdim. Yanlış yaptım demiyorum, o zamanın şartlarında başka ne yapabilirdim ki? Her ülkede bir başka nedenle ötekileştirilen biriydim. Benim hiçbir vakit bir ulusum, bir ulus-devletim olmadı, dolayısıyla bir ucundan tutunabileceğim bir ulusal edebiyat kanonum da olmadı. Kimse, hiçbir kurum beni tam anlamıyla kendinden biri olarak görmedi.
Bu durumlar yüzünden mesela kırk yıldır, Türkçe, Yunanca, İngilizce hiçbir Kıbrıs gazetesine röportaj vermiyorum; edebiyat, kültür, vb. derneklere üye olmuyorum; ister Türk ister Rum hiçbir kurumdan ödül kabul etmiyorum; hatta “Lütfen bana ödül vermeyiniz, çünkü ödülünüzü reddetmek suretiyle de kendimi ödüllendirmek istemem bu adada” gibisinden mektup yazmışım 1987’de kuzeyin ve güneyin kurumlarına. Arşiv çalışması yapan asistanlar ortaya çıkardı da Art Rooms’ta sergilediler. Fakat bu talihsiz olayların perçinlediği içe kapanmalar ve yolculuklar bana yeni şiirsel imkânlar sundu. Türkçenin yanında İngilizce ve Yunanca şiiri, edebiyatı ve yaşamın içindeki deneyimlerle her üç dilin de kültür dünyasını daha yakından öğrendim ve kendi yazınsal kaynaklarımı, izleğimi, dilimi, tarzımı bulmak konusunda büyük bir şans sahibi oldum. Her zaman dediğim gibi, hiçbir şey sadece olumsuz değildir, her olumsuzluğun içinden olumlu şeyler çıkabilir, yeter ki aramasını bilelim.
Eeen Güzel Şey’i yayımlarken ise neler olacağını kestirebiliyordum. Türkiye’de nasıl karşılanacak, poetik anlamda nasıl yenilikler getirmiş olacak, vb. O kadar ki, kitabın daha ziyade Atina’da yazılması ve birçok kısa Yunanca şiir ve dizeler içermesi nedeniyle Atina’da ayrı bir baskı yapmak gerekebileceğini önceden fark etmiştim. Şimdi bir arkadaşımla, ki Yunanistan’ın harika bir şairidir, kitaptaki birçok şiiri Yunancaya aktarmaya çalışıyoruz. İnce ve melez dilli bir Atina şiirleri kitapçığı... Tam bir çeviri de değil, çünkü kimi şiirlerin tek bir Türkçe dizesi ya da sözcüğü var. Pek acele de etmiyorum, öncesinde 150 civarında şiir içeren Seçme Şiirler: 1977-2017 çıkacak Selanik’te. Atina kitapçığı ise yakın tarihli şiirlerden ve bir anlamda “Sınırüstü Yunan şairi” sıfatıyla ilk kitabım. Bu ilk çıkışa hakkını verebilmeliyim.
Y.Ç.: Yunanistan’da bunları yaparken Türkiye’ye yıllardır gelmiyorsun. Gönüllü mü gönülsüz mü bu ayrılık? Politik bir tercih mi? Gelmenin önünde hukuki bir engel mi var?
Hukuki bir engel yok. Ama varsa da insanlar bunu memlekete girerken öğreniyor genellikle. Benimkisi daha ziyade Türkiye’ye gelmek konusunda bir isteksizlik, bıkkınlık, tedirginlik, hevessizlik... Yalnızca siyasi durumlarla ilişkili de sanılmasın. Belki İstanbul’daki kültürel, sosyal ve çevreye ilişkin altüst oluşlar içime sindirebileceğim düzeyi aştığından görmeye dayanamıyorum. Fener-Unkapanı taraflarında halen evi duran babaannemden bu yana, Büyükada’sından Ayaspaşa’sına, Vefa’sından Galata’sı ve Arnavutköyü’ne kadar şehirle olan çok köklü içsel bağlarım nedeniyle hatıralarımı korumak istiyorum. Tıpkı benim gibi hisseden epeyce insan var burada. Yani şu anda bu soruları cevapladığım Atina’nın Paliao Faliro semtinde, masaları neredeyse denizin içinde olan Edem Café’de. Türkçe konuşmalarını da işitiyorum tam bu cümleleri yazarken.
Herhalde bir diğer neden de Türkiye’deki edebiyat kurumunun pek bir davetkârlığının bulunmayışı. Eleştiri için de söylemiyorum bunu; çok iyi genç şairler, yazarlar çıkıyordur, okudum bazılarını. Şöyle diyeyim, benden kaynaklanan nedenlerle İstanbul’daki anaakım edebiyat kurumu karşısında bir heyecan ve merak duyamıyorum. “Gidip şu konulardaki edebi susuzluğumu gidereyim, yeni keşifler yapayım” filan gibi bir his yok. Aksine, çoğu zaman “Aman Allahım, hâlâ aynı konular mı tartışılıyor!” şeklinde yabancılaşma efekti gibi bir iç-ses beni uzaklaştırıyor İstanbul’dan. Bunları söylerken değer verdiğim oradaki pek çok şair, yazar dostumun yanlış anlamasından, büyük bir özveriyle çıkan şiir, edebiyat dergilerini ve faaliyetlerini küçümsediğimin sanılmasından da endişe etmiyor değilim. Katiyen öyle değil; sebebini tam bilmediğim samimi duygularım böyle. Ama vardır iç-sesimin bir bildiği.

Mehmet
Yaşın
Fotoğraf:
Emin
Çizenel
M.V.: Birkaç yıl önce yanına, Kıbrıs’a geldiğimde kitapçıları gezerken ve Kıbrıslıtürk literatürünü anlamaya çalışırken dikkatimi çeken noktalardan biri, mizah-hiciv-hümor-sarkazm edebi kanalının hâlâ canlı bir janr olarak devam ediyor oluşuydu. Senin şiirlerinde ve belki romanlarında (son romanın “Selam Metin, Ben Berceste”yi özellikle anmalı) mizahı unsurlar hiç eksik olmuyor. Üstelik şiirin veya metnin dramatik gücünü arttırdığına şahit oluyoruz. Türkiye’de uzun zamandır edebi üretimde mizahtan, hümordan uzaklaşıldı. Türkçe edebiyatın bu eğlencesizliği hakkında iç-sesin neler söyler?
Türkçe edebiyat çok eğlencelidir aslında; eğlencesiz olan otoriter ciddiyetten mustarip Türk edebiyatıdır. Dedin ya, Kıbrıs’taki kitapçılarda mizah-hümor kanalından Türkçe kitaplar bulmuştun diye, çoğu geleneksel şiir ve anlatılar, ama yeni yazanlar da var. Fakat şimdi bu soruya tam bir cevap vermeye kalkarsam yayıma hazırlanan bir kitabımı burada tefrika etmiş olacağım! Sanırım tam da bunun için sordun bu soruyu; senin de okumuş olduğun “Şiirin Yaşama Israrı: Saklı Satirler ve Fazlası” adlı kitap dosyasını açıklayayım diye.
Evet, o dosya için iki yıl önce ONK Ajans, İthaki Yayınları’yla sözleşme imzaladı, ama üç yıldan önce yayımlanamaz. Çünkü sırada başka kitaplar var. Demek ki, kitap dosyası benim elimden çıktıktan beş-altı yıl sonra okurla buluşabilecek; yazılmaya başladığı zamandan da dokuz-on yıl sonra! Dediğin gibi, Kıbrıs’taki kural tanımaz satirik ve hedonist kültürün henüz yeterince sansürlenememiş kaynaklarını sorgulayarak ve ruh dünyasından esinlenerek ortaya çıkan, o arada Türkiye, Yunanistan, İngiltere şiirlerindeki mizahi unsurun karşılaştırmasını yapan bir kitapçık. Bununla beraber asıl püf noktası, bir şairin (burada o şair ben oluyorum) yırtıp attığı halde inatla ona dönen ya da başka şiirlerindeki dizelerin içine gizlice sızan o “istenmemiş şiirlerin” yaşama ısrarını sorgulamak. Neden böyle oluyor, şairine rağmen bir şiir nasıl da bu kadar güçlü bir yaşama iradesi gösterebiliyor…
Bir de tabii kitabın ikinci bölümü olarak benim satirik şiirlerim gün yüzüne çıkıyor; 1983’ten bugüne… İstanbul’da Defter dergisiyle Kıbrıs’ta Kültür-Sanat dergisinde yayımlanmış birkaçı dışında ilk kez okurlara ulaşacak bu şiirler. Kitaplarıma eklemekten kaçındığım halde yaşama ısrarı gösteren dizeler. Şairlik hayatım süresince karşılaştığım sıkıntı verici olaylar, işte o her çeşidinden sınır dışı edilmeler karşısında birazcık iyi hissetmek için kendi kendime yazıp bir köşede sakladığım şiirler. Artık saklı kaldığı yerden bir biçimde çıkması gerekecek. Dipnotlarda onların yazılmasına yol açan olayların hikâyeleri de var ki, bu anlamda anılar da eşlik ediyor şiirlere. Böyle birkaç katmanlı bir kitap.
Aslında sarkazm, dediğin gibi, “Selam Metin, Ben Berceste” yanında hemen hemen her kitabımda bulunabilir; deneme ve eleştirilerde bile. Yaşadığım şiddet dolu dünyanın iç karartıcı denebilecek konuları hakkında yazıyorum genellikle. Eğer içlerinde mizahi bir unsur olmazsa bunaltır, dahası yazasım gelmez. Andığın yeni romanda Mehmet Yaşın kendisiyle temas kuran roman karakterine “Kara mizah iyimserlik yerine mi geçiyor?” diye soruyor; biraz öyle, değil mi? Bari bir parçacık gülümseyerek okusun insanlar, kötü hissetmeden kötülükler hakkında düşünsünler.
Y.Ç.: “Ulus-ötesi Türkçe şiir” senin temel meselen. Bu diyarda yaşayan hiç kimse –“Türkçe edebiyat” sözünü duyunca küplere binenler bile– “Türkçe Türklerindir” diyemez herhalde. Türk olmayıp Türkçe üreten yazarlar, şairler, tiyatrocular, gazeteciler bu dili çoğu zaman kendi baskılanmış anadillerinin etkisiyle kırarak, esneterek, söz dağarcığını ve söyleme şekillerini çoğaltarak zenginleştirdikleri gibi, bazen de çeşitli nedenlerle “standart” Türkçenin sınırlarına hapsoldular. Sen ilk yolu seçerken Türkçeden ya da diğer dillerden kimleri örnek aldın, hangi pratiklerden yararlandın? Türkçede melezleşmeyi, çoğullaşmayı, kendi “aksanını” korumayı, farklı dillerden beslenen yeni yollar açmayı, böylece dil şovenizmini de sarsmayı başaranlar arasında ilk sıralarda hangi şairleri, yazarları sayarsın?
Yunanca şiir hakkında az çok bir fikir sahibiydim baştan. Bilhassa Kavafis’ten çok şey öğrenmiştim. Hem Elen’di hem de Yunanistan’dan değildi; tıpkı benim Türk kökenli olduğum halde Türkiye’den olmayışım gibi. Onun bu duruşu ve kültürel kaynakları kendimi yakın hissetmem için yeterliydi. Kaldı ki, hem Yunanistan hem Türkiye’de İngiliz şiirine, narativ tarza yakınlık pek yokken, eski Britanya kolonileri, İngiliz eğitimi almış kimseler olarak bizde o da ortaktı. Türkçe çevirilerinde tamamen kaybolan bir dil meselesi de var Kavafis’in: Onun kuşağından Yunan şairleri “Kataverusa” yazıyordu, “Demotiki” değil, ayrıca “Attika” lehçesi egemen olmuştu. Kavafis ise Elencenin bütün bu dil ve lehçelerini birlikte kullandı. İskenderiye’den çok şey getirdi ve farklı bir sözlük yarattı. Levant dili diye bir şey var aslında ve o nedenle ben bazı sözcüklerini Atinalı arkadaşlarımdan daha iyi hissettiğimi iddia ediyorum. Hatta bu konuda 1990’larda Yunanistan’ın sosyal bilim dergilerinden Syngroma Themada’ya bir yazı yazacak kadar ileri gitmiştim. Oda sözcüğü için “domatio” yerine “kamara”yı kullanır mesela; Kıbrıslıtürklerin Afrodit’e verdiği “Dünya Güzeli” adıyla kısmen Türkçe şiir bile yazmış biri.
Her zaman belirttiğim önemli bir referansım da James Joyce. İngiliz edebiyatına da aşinalığım nedeniyle, İrlandalı bir yazar olarak, hem İrlandalıların kendi adalı Kelt lehçeleri karşısında hem de kolonyal imparatorluğun İngilizcesi karşısında nasıl hepsinin üstüne çıkıp farklı bir İngilizce yarattığını, İtalyancadan Almancaya nasıl da sözcük melezlikleriyle kendini ifade ettiğini görünce, orada da kendimi buldum. Yanan Eve Yolculuklar adlı söyleşiler kitabımdan Kozmopoetika adlı edebiyat incelemeleri kitabıma kadar birçok yerde bu konu var; kendimi tekrarlamayayım.
Bir de küçük yaşlardan beri Kıbrıs şiiri üzerinde düşünmüş biriydim ve “piitarides” denen Kıbrıslıtürk halk şairlerinin Türkçe, Arapça, İtalyanca ile karışık “Kypriaka”, yani Kıbrıslırum lehçesi şiirlerini biliyordum. Vasillis Michaelides’ten Taner Baybars’a, dili ve kültürü latent halde melez, modern Kıbrıslı şairler de vardı. Ama ya utangaçtılar ya minör konumda kısılmış ya da tek bir şiirsel kanonla bütünleşmeye çalışmış. Onlar hakkındaki inceleme ve örneklerim de Cyprianka’da bulunuyor; eski antolojik-incelemelerin son hali. Ee, sonra Kafka’nın minör arayerdeliklerini, Rûmî’nin mülemmalarını, kendi kuşağımdan İngiliz olmayan İngiltere şair ve yazarlarını inceledim. Ancak asıl önemlisi onları bilmek, ötesine geçmekti. İnsanın olsa olsa yirmili yaşların başında bulabileceği bir cesaretle eşiği aşarak şiir ve edebiyata girdiğim için arkası geldi sanırım. Sevgilim Ölü Asker’de on altı, on yedi yaşlarında yazılmış şiirler bile vardı, gençlikten cüret etmiş olmalıyım üç ülkenin de yazınsal kanonuna bayrak açmaya. Nasıl kalkışabilmiştim ki buna hak’katen! Üstelik inatla sürdürdüm de ta 2000’lerin başına dek her üç ülkede; yok, o zamana dört olmuştu sayıları: Kıbrıs, Türkiye, Yunanistan, İngiltere.
Ama bu lafları bırakıp tam şu âna dair daha özel bir şey söyleyeyim. Hani az önce bu soruları cevaplamak için oturduğum kafede Türkçe konuşanlar var demiştim ya, onlardan ikisinin Ermeni olduğunu sanıyorum. Orta yaşa merdiven dayamış iki adam ve kalkıp yan masadan küçük çocuklu bir genç kadınla selamlaştılar, kadın muhtemelen Türk’tür. Çocuk Yunanca bir şeyler diyor, kadın Türkçe cevaplıyor. Kimin nesi olduklarını sadece aksan ya da konuşma tarzlarından değil, vücut dillerinden, kılık kıyafetlerinden de tahmin ediyorum. İstanbullu Rum olduğunu sandığım bir yaşlı çiftinse, Türkçe konuşmadıkları halde o konuşanları dikkatle izledikleri için Türkçeye vâkıf olduklarını anlıyorum. Ermeni adamlar sanırım Türk vatandaşıdırlar; turist olarak gelmişler, oturuşları bile İstanbul’un abartılı erkeksiliğini ifade ediyor. Ama yaşlı İstanbullu Rum çiftle muhtemelen bir Yunan’la evli Türk kadının artık Türk vatandaşı olmadığı düşünülebilir. Bu semti İstanbullu Rumlar kurdu, epeyce de İskenderiyeli taşındı. Son on yılda ise Türkler akın ediyor. Neyse işte, her çeşit Türkçe konuşanı görecek kadar yaş aldık, tahminlerim çoğu kez doğru çıkar. Anadili, daha doğrusu “üveyanadili” Türkçe olup anakültürü, yani “üveyanakültürü” Türk olmayan o insanlardan biri de benim. Fakat kafedeki İskenderiyeli Rumlar Fransızca konuşuyorlar. Cümleyi ters söyledim, “Fransızca konuştukları için onların İskenderiyeli olduğunu anladım” demeliydim. Fransız değiller besbelli ki Frankofon, tıpkı Türk olmayan Türkofonlar gibi…
Şimdi 1990’ların ortasında İstanbul’da yazdığım edebiyat eleştirilerine dönemeyeceğim. İç içe geçtiğinden Türkçe edebiyat, Türk edebiyatı, Türkiye edebiyatı, Kıbrıslıtürk edebiyatı, Güneydoğu Avrupa Post-Osmanlı-Türk Topluluklarının edebiyatı gibi çeşitli tariflerin aynı anda kullanılabileceğini otuz yıl sonra tekrar tartışmaya kalkmak akla ziyan. Türkiye’de deveye hendek atlatana kadar yığınla iş yaptım diğer ülkelerde. Bu soruya cevap verdiğim kafedeki dilleri ve insanları da anlattım işte uzun uzun. O insanların Türkçe yazacağı metinlerin nasıl tasnif edilmesinin daha uygun olacağı konusunu da artık okurlar düşünsün.
Y.Ç.: “Kendimi tekrarlamayayım” dedin ama hem İngiltere’nin sömürgeciliğine hem de doğduğu İrlanda’nın cemaatçi muhafazakârlığına direnen bir yazar olarak vaktiyle kendine kılavuz aldığını birçok yerde yazdığın Joyce ile senin tutumun arasında gerçekten bir benzerlik var. Peki ama senin Trieste’n neresi? Sanki sonunda hep Türkçenin, Yunancanın, İngilizcenin değil, başka bir dilin egemen olduğu bir şehre yerleşecekmişsin gibi gelmiştir bana.
İnanmayacaksın ama ben de Trieste’ye gittim. Hatta yeni romanım “Selam Metin, Ben Berceste”de öyle bir bölüm var, birer sanat galerisine benzeyen şarap mahzenlerinde geçen. Ve yine inanmayacaksın, bu yeni romanımda geniş yer tutan İtalya’nın topuk ucundaki Greçia’nın binlerce yıllık Elen ama Katolik cemaati Greçianiçi’lerle de bağlarım var. Onları da anlattım romanda; İtalyancanın etkisindeki kendi Elen lehçeleriyle söyledikleri şarkılarıyla filan. İtalyan yayıncılarımdan biri Greçianiçi ve birçok kez o bölgeye gittim, şiir okumaları ve edebiyat toplantıları için. Tam Covid sıralarında, Aya Sofiya’nın Müslümanların ibadetine açılması yüzünden hiç beklemediğim birilerinden Atina’da sözlü bir milliyetçi saldırıya uğrayınca, onun şokuyla İtalya’ya taşınmaya karar vermiştim. Lecce’de birçok dostum var, kimisi İtalyan, kimisi İstanbullu Rum, kimisi de dediğim gibi Greçianiçi. Bana yer bile hazırladılar, çok üzüldüler başıma gelen Yunan milliyetçisi saldırıya. Salento Üniversitesi’ndeki Türkoloji bölümü, ki bir çevirmenim orada profesör, Ermeniler ve Kafkas halkları üzerine de incelemeler yapan bir yer. Bana misafir yazar ve akademisyen olarak bir sömestr için gider miyim diye sormuşlardı; “Tamam” dedim, ama Covid ve onu izleyen daha başka sağlık sorunlarım nedeniyle bu iş öyle kaldı. Ancak birkaç hafta önce Lecce’deki dostlarım bu 40. yıldönümü programlarını sosyal medyadan görmüşler, temasa geçtiler, “Biz de burada etkinlik düzenleyelim” diyerek. “İçim dışım saranda saranda (kırk kırk) oldu, isterseniz nisan-mayıs civarı geleyim ama artık bu 40. yıl dışında bir şey olsun lütfen” dedim. Daha bilmiyorlar “Selam Metin, Ben Berceste”de onların dünyasının da anlatıldığını.
Neyse, ben James Joyce kadar dil yeteneklerine sahip biri değilim. Yeni dil öğrenemem şu saatten sonra, öğrenecek olsam doğru dürüst Yunanca öğrenirdim, ama yok, bildiklerimi de unutmak isterim! Gerçi İngilizceye ve Yunancaya aşina olunca İtalyanca imkânsız bir dil değil. İtalyanlar her sözcüğü gayet net telaffuz ettiklerinden anlaşılıyor. Bazen onların hararetli tartışmaları arasına girip, güya ne konuştuklarını anlamışmış gibi İngilizce bir şeyler söylüyorum. “Aa, İtalyancan ilerlemiş!” diyorlar, tek kelime bildiğim yok oysa. Bu durumda Trieste’m orası değil, ben hep yolculuk halindeyim bilgisayarımla. Belki küresel dünyamızın, hele Avrupa’mızın içinde bulunduğu bu yeni vaziyetin kendisidir Trieste’m.
M.V.: Türkiye’de şair ve yazar olarak tanınıyor, biliniyorsun ama özellikle uluslararası sahnede sen aynı zamanda bir performer ve görsel sanatçı olarak da tanınıyorsun; eserlerin koleksiyonlara dahil ediliyor. Bu disiplinlerarası (-inter) veya disiplinleraşırı (-cross) üretimler yaratıcısının zihninde neye tekabül ediyor? Ve bu sanatsal üretim çeşitliliğini retrospektif bir toplamla taçlandırmak için kaç 40 yıl daha bekleriz sence?
Sanırım çağımızda, hele az önce Yasemin’e dediğim gibi Avrupa’da disiplinlerarası ya da disiplinleraşırı olmayanımız kalmadı. Birçok şair ve yazar benim durumumdadır; hem akademik titri ve çalışmaları var hem sahne sanatları veya görsel sanatlarla bir biçimde ilişkisi. Zaten biliyorsun, baştan beri kendi kitaplarımın görsel tasarımlarını da yapıyorum; hepsinin içinde benim çizimlerim, kolajlarım bulunur. Şiir insana müziğiyle, görsel imajıyla gelir çoğu kez ve birçok farklı disiplinle beslenir, bilincin ve bilinç ötesinin yeraltı dehlizleri şiir ve edebiyatı başka alanlara bağlar.
Başka deyince, Başka Evlere Yolculuklar adlı kitapta, ki kısmen arşiv derlemesi mahiyetinde bir bölüm de içeriyor, bütün bu kırk küsur yıllık dönemde katıldığım Lefkoşa’daki sokak tiyatrosundan İstanbul’daki senaryo çalışmasına, Londra Shaw Tiyatro’daki şiirlerden bestelenmiş konserden Paris Pompidou Merkezi’ndeki şiir-enstalasyonuna kadar hepsinin dökümü bulunuyor. İşbirliği yaptığımız farklı alanlardaki sanat insanları da anılıyor, ki hepsinden çok şey öğrenmişimdir. Mesela Moskova Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde “Teyzedil” adlı şiirimin video-art çalışması var, Avusturalyalı sanatçı Helene Black’la yapılan. Asıl kalıcı olan Belçika’daki Musèe d’Art de la Province Hainaut Müzesi’ndeki benim yaptığım “Ölü Ev” şiirinin audio ve görsel enstalasyonudur. Şimdi anlatırken aklıma geldi, bakın arşive kaydetmeyi unutmuşum onu, “Ninem Geliyor Yenişehir’den” adlı şiir de benim elyazmamla Hollanda’daki özel bir ayakkabı müzesinde birkaç dilde sergileniyor, ki onun bestelenmiş şarkısı da var tiki taka tiki tak diye. Ninemin birbirine karıştırdığı, biri bej, diğeri kahverengi yüksek ökçeli ayakkabılarıyla kahvenin önünden bir çalımla geçişini anlatan.
Fakat öyle retrospektifler için çok erken, beni emekliye çıkarmak için o kadar acele etmeyiniz! Zaten bu kırkıncı yıldönümü etkinliklerini inanılmaz bir hevesle organize eden daha gençten çocuklara da söylemiştim: “Şayet bana, ‘Sizi saygıyla emekliye çıkarmak için kırk yıldır edebiyat ve kültür dünyamıza yaptığınız katkıları takdirle anıyoruz’ şeklinde bir mesaj iletmek içinse bütün bu organizasyonlar, hiç bana işlemez. Henüz yapmam gereken işleri tamamlamadım, durun bakalım daha devrim yapacağız, hiç değilse şiirde.”
Y.Ç.: Acaba şiirde yapılacak o devrimin minik bir manifestosuyla mı bitirsek bu söyleşiyi?
Aman Yasemin, ben manifestolardan korkarım. Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 52
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bir Hayat Bol Sohbet / Eksik Poetika / Her Şey Nafile / İncirlik Yazı / Kaynaklar, Nehirler, Buzdağları / Kitapların Yolculuğu / Kızlar / Ne Para Ne Saat Ne Kasket / Nehrin Dibinde / Pessoa:Personæ