Can’bazın yolculuğu
Arkadaşım Mehmet Yaşın’ın 40 yılı hakkında birkaç söz

Mehmet Yaşın. Fotoğraf: Alev Adil
Mehmet’in ilk şiir kitabının yayımlanmasının üzerinden 40 yıl geçmiş; bunu konuşurken hesapladık, bizim arkadaşlığımızın üzerinden de 30 yıl. Bu vesileyle sözverici koltuğuna oturmak bu kez bana düştü. İnsanın hele de şairse, bir de üstelik Mehmet’se, arkadaşı hakkında söz alması hiç kolay değil. Yüzüne bakarak arkasından konuşmak gibi bir şey. Sürçü lisan edersem şimdiden affola.
Mehmet’le 1993’ün sonlarında, kısa bir süre önce kaybettiğimiz, Adam Yayınları’nın, Ana Britannica Ansiklopedisi’nin kurucu ve yöneticilerinden Nazar Büyüm’ün ortağı olduğu (diğer ortak da Ersin Salman’dı) Adam Reklam Ajansı’nda tanışmıştık. Başka tanıdık isimler de vardı ajansta; Mehmet Günsur mesela kreatif direktördü. Cânım şair, âlem insan Seyhan Erözçelik, namı diğer “Sansar” da yazarlardan biriydi. Nilgün Marmara’nın eşi, şair muhabbetlerinin muteber ismi Kağan Önal müşteri temsilcisiydi. Mehmet’in işe alınmasında da Oğuzhan Akay rol oynamıştı zaten. Anlayacağınız, bir reklam ajansından çok edebiyat kıraathanesine benziyordu ortam.
Mehmet o sıralar uzun değil de upuzun dalgalı saçlı, telaşıyla ve heyecanıyla bir şairden ziyade rock davulcusunu andıran, Kıbrıs ve İngiliz aksanlarının kırıp burduğu Türkçesiyle yürürken hep durup durup konuşan, illa ki insanın gözünün içine bakmak isteyen, bunun için de dönen, dönenen, oturup kalkan, durup yer değiştiren bir genç adamdı. Yeni çıkacak şiir kitabı Sözverici Koltuğu’nun kapak tasarımı yapılıyor, şiirleri elden ele ajansta okunuyordu.
Mehmet’in telaşı boşuna değildi. İlk kitabı Sevgilim Ölü Asker’le büyük yankı uyandırmış, başta Gülten Akın ve Memet Fuat olmak üzere zamanın önemli simalarının dikkatini çekmeyi başarmıştı. Spotlar onun üzerindeydi. Ne büyük bir stres!
Bu daha kolay anlaşılabilecek ve her yazarın başına gelebilecek bir hikâye. Ama Mehmet’in asıl meselesi çok daha derinde kaynıyordu. Zaman zaman celallenmelerinden, “Ya’u” diye başlayan cümlelerinden anladığımıza göre Mehmet 1986 yılında “Türk milli menfaatlerine zararlı ecnebiler” kapsamında Türkiye’den sınır dışı edilmiş, kitapları toplatılmıştı. Çocukluk evinin bulunduğu Kıbrıs’a bile gidememiş, bu zamanı İngiltere’de geçirmişti. İşte onca yıl aradan sonra yeniden Türkiye’ye dönmüştü. Hem küskün hem sinirli hem istekli hem şaşkın, yani epeyce karmaşık bir ruh haliyle kendine bir hayat kurmaya çalışıyordu. Aslında sudan çıkmış balık gibiydi. Nitekim sağa sola durmadan balık resimleri çiziyordu, sonra onlar kartpostal da oldu. Bazıları durur hâlâ bende.
Esasında duraksıyorum, gerçekten de kendine bir hayat kurmaya çalışıyor muydu? Türkiye’deyken aklının bir ucu Kıbrıs’ta oluyordu, Kıbrıs’tayken Yunanistan’da, Yunanistan’dayken İngiltere’de… Sıralama değişebilir, ülkelerin yerleri değişebilir ama nihayetinde o “hiçbiryerliydi” esasında ve hayat kurmak onun için yuva edinmekten çok, bir büyük parantez açıp geçici olarak onun içinde zıplamak anlamına geliyordu. Bu bir tür özgürleşme hali, vatansızlaşma, bağımsızlaşma gibi algılanmasın; Mehmet’inki daha ziyade çok-vatanlı olmanın ama yerleşecek bir yer bulamamanın derin dilemması demek oluyordu. Parantez kısa sürede onun cehennemine dönüveriyordu. İstanbul’dayken bu şehre kızıyordu, Cambridge’deyken oradan nefret ediyordu, Lefkoşa’dayken her yerden. Kesinlikle bu bir şımarıklık, vurdumduymazlık değildi. Mehmet’teki daha çok nereye neresinden bağlanacağını bilememenin, bağların vereceği acıya dayanamamanın ıstırabıydı. Belki de sıklıkla başvurduğu sarkazmın arkasında bu ıstırap vardı. Parantezin dışı meçhuldü çünkü.
Mehmet’in devamlılıkları
Bu kadar gezgin, bu kadar başına buyruk, bu kadar şair bir adamdan hiç beklemezdim; evlendi Mehmet, üstelik bir de çocuğu oldu. Sadece bu kararı bile onun kökleşme inadını gösterir. Ne ki, kızı Ayşe Mira’ya olan sevgisi baki kalsa da, evliliğini de pek uzun sürdüremedi. Hangimiz sürdürebildik ki zaten, o ayrı ama Mehmet çok fena sürdüremedi.
Mehmet’in hayatına baktığımda iki şeyin devamlılığını görüyorum: Birincisi elbette yazarlığı. Çok verimli, çok cüretkâr, çok yaratıcı bir yazar olarak gerçek hayatta zorlandığını yazısında gerçekleştirebildi: Türkçeyi Kıbrıs aksanına, Kıbrıs aksanını Yunancaya, Yunancayı İngilizceye çarptı. Hem zihin hem dil yapılarını birbirinin içine geçirmeyi başardı ve buradan benzeri olmayan, sadece Mehmet Yaşın olan bir dil dünyası yarattı.
İkincisi ise Kıbrıs’taki evi. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Kıbrıs Türk kesiminde olup bitenlerden ne kadar rahatsız olursa olsun, Lefkoşa’daki evini hep korudu; en büyük travmaların arkasından hep oraya döndü. Şahane bahçesi olan, tarihin yükünü sırtında taşıyan bu tek katlı ev belki de Mehmet’in hayattaki tek sığınağı. Ne sığınak ama! Mehmet daha beş altı yaşlarındayken etnik temizlik kampanyasından geçmiş, aile üyeleri sokak ortasında öldürülmüş, savaş esiri olmuş, evleri yıkılıp yağmalanmıştı. O dönemde komşularının bahçelerindeki kuyulardan cesetler çıktığını anlatmıştı bir defasında. Mehmet’in evinin bahçesinde de bir kuyu var. Bana kalırsa Mehmet o kuyunun ağzını şiirle kapatmış, içinde ne var, kimse bilmez.
Ama dışındakileri biliyoruz: Rengârenk çiçekler, sağlıklı meyve ağaçları, şifalı otlar, bir de Pandik adında bir kedi var! Herhalde öyle bir evin kedisine ancak Mehmet kadar sarkastik biri bu ismi koyardı. Umarım Pandik hâlâ yaşıyordur.

Mehmet Yaşın'ın kızı Ayşe-Mira ile Gaye Boralıoğlu'nun Eeen Güzel Şey adlı yeni şiir kitabında yer alan fotoğrafı. Bu kitap kızı için yazılmış ve Gaye Boralıoğlu'na da buradaki fotoğrafın esinlediği "Esas Kız" adlı bir şiir kitapta ithaf edilmiştir.
Mehmet İngiltere’den, Türkiye’den, Yunanistan’dan pek çok arkadaşını, yazarı, akademisyeni, entelektüeli bu evde ağırladı. Ziyaretçiler arasında Ulus Baker, Elfe Uluç, Sevda Alankuş, Serra Yılmaz, Latife Tekin, Barış Pirhasan, Hale Soygazi, Yannis Papadakis, Yiorgos Moleskis, Karen Van Dyke, John Burgan gibi isimler de bulunur. Hepimizin unutulmaz anıları vardır o evin sofrasında.
Vefaya minnet
Arkadaş demişken, madem bu bir “arkadaş” yazısı, o halde Mehmet’in bu konudaki duruşundan da söz etmem gerekir ve belki böylece ona olan eski bir borcu da “kamuoyu önünde” ifade etmiş olurum.
Her ne kadar epeyce gürültülü, esrik, huysuz biri olsa da, Mehmet arkadaşlarına pek düşkündür. Onca ülke, onca uzun ayrılıklar Mehmet’i yıldırmaz, o dost bildikleriyle kesintisiz bir bağ kurmanın yolunu bulur hep. Vefa mı demeliyiz buna, mecburi aileden ziyade seçilmiş aileye bağlanma iradesi mi, bilmem. Mehmet çok nadir bulunan bir özelliğe, fazla kelimeye ihtiyaç duymadan karşısındakinin meramını anlama yetisine sahiptir ki, kuvvetli bir arkadaşlığın temel ihtiyacıdır bu.
1999’daki büyük depremin hemen sonrasıydı. Ortalık tarumardı. Bir tarafta yardımlar yığılıyor, diğer tarafta insanlar çadırsız, aç biilaç evlerinin önünde bekleşiyordu. Devlet şaşkındı, insanlar çaresizdi. Biz bir grup arkadaş, gelen yardımlarla ihtiyacı olan depremzedeleri buluşturmak, gerekirse tedarik sağlamak üzere bir araya geldik. Kısa zamanda da bu organizasyon Sivil Koordinasyon Merkezi adıyla ciddi bir yapılanma haline geldi, işler boyumuzu aştı. Ben aylarca bu organizasyonun içinde gece gündüz, yarı aç yarı tok çalıştım, sonunda bir hayalî fener haline geldim. O günlerden birinde Mehmet aradı. Londra’daydı. Nasıl olduğumu sordu, idare ettiğimi söyledim ama artık hangi ses tonuyla konuştuysam, “Gayecik,” dedi, “derhal buraya geliyorsun”. “Yok,” dedim, “ne param var ne de biletle uğraşacak halim.” Mehmet ertesi gün bana bir uçak bileti gönderdi. Gittim. Yael’le birlikte oturdukları, Hampstead Heath Parkı’na yakın, küçük ama çok sevimli bir evleri vardı. Orada Mehmet bana yemekler pişirdi, parklarda uzun yürüyüşler yapıp sakince konuştuk; soru sormadı, didiklemedi, kendi halime bırakıp güzel bir salıncakta usul usul salladı beni. İyileştirdi. Sadece bu nedenle bile ona olan minnet borcum ömrüm boyunca baki kalacak.
Müstesna bir insandır Mehmet. Çok yer gezmiş, ancak şiir diyarında yer bulmuş bir divanedir. Diller arasında gerilmiş ipte oynayan bir can’bazdır.
Çok uzun yaz Memo, uzun yıllarımız olsun yan yana.