Mehmet Yaşın:
“Otoriter dili eleştirirken
eski ‘tanrı-yazarlar’ gibi davranamam...”
Mehmet Yaşın’ın yeni romanı Selam Metin, Ben Berceste, gerek ele aldığı konular, gerekse bu konuları işleyişi bakımından yazarın/şairin diğer metinleriyle çeşitli ortaklıklar kuran özel bir metin. Kadim aşk hikâyelerinden yola çıkarak yeni bir anlatı kurgulayan/geliştiren Yaşın ile romanına dair konuştuk...
Mehmet Yaşın. Fotoğraf: Alev Adil
Selam Metin, Ben Berceste öncelikle bir “ben anlatısı” olarak gelişen ve içerisine birçok farklı türden sorunsalın ve meselenin girdiği özel bir roman olarak görülebilir. Anlatıcı, zihnine izi düşen her bir olayı, kişi ve hatırayı hiç düşünmeksizin, doğrudan dile getirir. Bu noktada romanın ben anlatısı şekillenirken siz nasıl bir anlatıcı/yapı tahayyül ettiniz?
Neo-liberalizm çağının şu son evresine ve Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel koşullara tekabül edebilecek, ama onları yansıtmanın ötesine de geçebilecek bir “anlatıcı ben” gerekiyordu. Romanda esasen Metin adıyla geçen ve her bölümde başka bir adla okur karşısına çıkan 50’lerindeki Rodoslu Türk yazar-çizer karakter, dünyanın gittikçe artan karmaşasına ve hayatın çok boyutluluğuna denk düştüğü gibi, küreselleşmeden de olaylara bakabilecek kadar okumuş ve dünya görmüş biri. Kaprolali dil bozukluğuna yakalanmış olduğu için sanki bilinçdışı diye bir şeyi kalmamışçasına her bir şeyi bilincine çıkarıp yerli yersiz dile getirmekle kalmıyor, sık sık saldırgan bir öfke diliyle konuşuyor. Türkiye’den uzak kaldığım son dönemlerde, sadece Yunancayı ve İngilizceyi günlük hayatımda işittiğimden değil, Türkçede, ki aslında ona Türkiyelice demeliyim, büsbütün bir otoriterleşme, lümpenleşme hissettiğim için, bu iki arada bir derede kalmış roman karakteri üzerinden dildeki değişimin altında yatanları sorgulatmaya çalıştım. Roman anlatıcısının “Delidir, ne dese yeridir” lafını aşkın biçimde memleketin “delirium” halini yansıttığını umuyorum. Arada düşündürücü, manidar sözler etse, şiirsel iç konuşmalara, felsefi derinliklere dalsa, bazen kara mizahın sınırlarında dolansa ve farklı bir bakış açısıyla ilginç analizler yapsa da, neticede bir psikoloğun gözetimi altında tutulmaktan kurtulamıyor. Uzun yazma sürecinde bir noktadan sonra benim içimde bayağı bir şekle şemaile bürünen romandaki bütün anti-kahraman karakterlerle kâh kavgaya tutuştuğum, kâh peşlerinden gittiğim vakidir. Sanırım biraz da bu durum romanın spontane yazılış biçiminde rol oynadı. Selam Metin, Ben Berceste’nin daldan dala sıçrayan yapısı, sonuç olarak aslında aynı ağacın dallarında vuku buluyor.
Romanın anlatıcısı hikâye boyunca salt çevresinde olup bitenlerden, görüp işittiklerinden değil, aynı zamanda edebiyattan müziğe, resimden mitolojiye kadar birçok farklı disiplin ve ilgi alanından da söz eder. Tüm bu ilgi alanları, düşünce ve edimler düşünüldüğünde ortaya nasıl bir anlatıcı profili çıkarmak istediniz? Anlatıcının ve romanın anlatı perspektifini nasıl şekillendirdiniz?
Az önce belirttiğim gibi okumuş-yazmış olması, diller bilmesi, dünyayı hem gezerek hem okuyarak az çok tanıması gerekirdi ki, içinde bulunduğumuz küresel altüst oluşları yansıtabilsin. O nedenle, anneannesi Güney İtalya’nın Greçia bölgesinden Rodos’a gelin gelmiş ve sonradan hep birlikte İstanbul’a taşınmış bir Rodoslu Türk ailenin oğlunu roman anlatıcısı olarak seçtim. Türkçe konuşan biri, ancak hem Türkiye’deki Türkçeye dışarıdan bakıyor hem de sürekli Yunanca üzerinden, bazen İtalyanca ve İngilizce üzerinden çeviri yaparak Türkçe sözcük ve ifadelere mantıklı anlamlar vermeye çalışıyor. Üstelik İstanbul’da yaratıcı yazın kursları tertipleyen bir aşk romanları yazarı oluşu birçok konuya çeşitli boyutlarıyla el atma imkânı verdi. Mesela lifestyle kültürüyle bütünleşen “Kişisel Gelişim”e, ki yaratıcı yazın onlarla da bağlantılıdır, oralardan neo-liberalizme, kadınlık ve cinsiyet eşitliği meselelerine, aşk meşk ilişkilerinin her çeşidine, yaşlanma ve yaşlanmazlık, yani “amortality” fenomenine… Anlatıcı benin bir anneyle kızın ikisiyle de karmaşık ilişkilere girmesi, hal böyleyken çağımızın bir salgınına dönüşen yalnızlaşmayla yabancılaşma içinde olması da birçok farklı disipline göndermeyle açımlanıyor. Şiir ve edebiyattan müziğe, resim ve sinemadan mitolojiye uzanan anlatılar bir çeşit Jung arketipleri gibi bizi bilinçaltımıza sızmış ortak referans ve çağrışımlara yönlendirip hikâyemizin daha derinden kavranması ve hissedilmesi doğrultusunda bir işlev görebiliyor. Yani umarım Selam Metin, Ben Berceste böyle bir işlevi az çok yerine getirebilmiştir. Çünkü bir roman ya da başka edebiyat eseri sırf başı sonu belli tek bir olayın anlatıcısı olmakla kendini sınırlayamaz. Birbiriyle ilişkisizmiş gibi görünen birçok olayı ve meseleyi iç içe örüp yaşama yukarıdan bakabilelim diye zihnimize açıklık getirecek bir ışık tutar. Karakterler üzerinden gündeme getirilen davranış ve duygular bazen çelişkili de olabilir ki, bu da içten içe bir dramatik akış yaratır. Her roman açık ya da örtük çağrışımlarla, başka başka sanat eserlerine yönlendirmeyle ve çoğul ya da alt okuma biçimleriyle de yazılanları okurlara hissettirmeye, onları düşündürmeye çalışır. Bir bakıma buna, dilin ve yazının yaratıcı zekâyı kışkırtan olanaklarını kullanmaya borçlu olduğumuz “duygularla düşünme” denebilir.
“Aşk”, “cinsellik”, “arzu”, “istenç”, romanın üzerine eğildiği ve birçok karakter üzerinden tartışmaya açtığı temel düzlemler olarak görülebilir. Sizi özellikle bu meseleler/başlıklar üzerine düşünmeye/yazmaya yönlendiren ne oldu? Aşk, arzu, sadakat, ihanet gibi onca başlık, Selam Metin, Ben Berceste’de nasıl iç içe geçti?
Önceki üç romanımda da bu belirttiğiniz konular yer almakla birlikte ikincil sayılabilir. Belki o nedenle, diğer her romanımda beni düşündürmüş, kim bilir nasıl, neden dert edindiğim, çevremde gözlemlediğim ya da deneyimlediğim ve hem şiirimle hem edebiyat incelemelerimle içten içe bağlantılar kurmuş olan farklı farklı izlekleri ele almışken, bu dördüncü romanda da belirttiğiniz düzlemler öne çıktı. Bu sefer, mesela ilk romanımda (Soydaşınız Balık Burcu) öne çıkan ülkesel aidiyetler, kimlikler gibi bir mesele tabiri caizse arka fon oldu. Yine de bir biçimde orada duruyor.
İkinci romanımda (Sınırdışı Saatler), ki kısmen Karamanlıca yazılmıştı, bir dilin yok olmasıyla bir toplumun da yok olması ya da hayalete dönüşmesi ve çoğul Türkçeler gibi dil konuları ise Selam Metin, Ben Berceste’de dönüşüme uğradı. Türkçeye Kaprolali dil bozukluğu içinden bakan bir anlatı ortaya çıktı. Sadakatlerle ihanetler arasında savruluşlara daha düz ya da vurgusuz anlatımlarla üçüncü romanımda (Sarı Kehribar) rastlanabilir. Bununla beraber oradaki asıl kurgu kozmopolit Lefkoşa şehrinden tüm Levant’a açılan hayatın siliniş hikâyesidir. Şimdi bu yeni romanda ise o anlamda Rodos yer alıyor ve asli roman mekânı denebilecek İstanbul’a sürekli Rodos ve Atina’dan bakan bir Yunanistan vatandaşı yazarla karşılaşıyoruz. Ama bu karakter Türkçenin yazarı sonuçta. Şimdi adamcağızın ulusal kimliğini mimliğini bir yana bırakalım da, son dönemlerde kategorize edilip ayrıştırıla tanımlana daha da çeşitli alt sınıflandırmalarla iyice karmaşık bir hale getirilen cinsel kimlik meselelerine bakalım.
Romandaki karakterlerin ve onlar dolayısıyla anlatıya katılanların aşk ilişkilerine, cinsel deneyimlerine, bir öyle bir böyle davranmalarına bakarsanız, neo-liberal söylemlerin güya cinsel özgürlük vaat ediyormuşçasına sınıflandırıp birbirinden ayırdığı böyle tanımlanmış cinsiyet aidiyetlerinin aslında bir hükmü kalmadığını görürüz. Kimi kez de, erkek egemen düzene karşı muhalif söylemlermiş gibi öne sürülen yaklaşımların hiç de kadınların eşit ve özgür biçimde varoluşuna hizmet etmediğini ve erkekliği bir başka biçimde yeniden ürettiğini görebiliyoruz. Bir taraftan da bütün bu karmaşık aşk hikâyeleri kadınlıktan da, erkeklikten de ve sonu gelmez kadın-erkek didişmesinden de sıdkı sıyrılmış bir anti-kahraman üzerinden aktarılıyor.
Romanın anlatı dünyasında birçok karakterin ellili, altmışlı yaşları sürdüğü fark edilebilir ki, bu da aslında hikâyenin nasıl bir dünyayı kuşattığını, dünün insanını nasıl bugüne taşıdığını gösterir. Anlatılanlar, bahsedilenler, akla gelenler hep bugünün dünyasıyla geçmişi iç içe geçirir. Sizi özellikle söz konusu bu kuşak üzerine düşünmeye yönlendiren ne oldu? Romandaki 50+ karakterler, geçmişle bugün arasında nasıl dönenip durur?
Kendi yaş grubumdan hareket ettim. Hem en iyi bildiğim kesim onlar olduğu için, hem de her romanımdaki yaş grupları sırasıyla Soydaşınız Balık Burcu’nda 20+, Sınırdışı Saatler’de 30+, Sarı Kehribar’da 40+ biçiminde seyrettiği için böyle benden başkasının bilmediği adeta şifreli bir süreklilik izledim! O halde kişisel şifrelerden hareketle cevaplayım: Okula erken başlayan ve her zaman yaşımdan büyüklerle entelektüel alanda bir arada olan biriydim. Halbuki onlarla tam anlaşamaz, daha ziyade kendimden küçüklere yakın bir hayat tarzı sürdürürdüm. Bu da öyle görünüyor ki, bana geniş bir yaş grubu içinde kuşaktan kuşağa salınıp onların ruh hallerini, deneyimlerini, yaklaşımlarını bir biçimde hissetme ve anlama, dolayısıyla kurgusal anlatıda kucaklayabilme şansı verdi. Tabii bir de yaş grupları yalnızca zamana göre değil, yere göre de farklılık gösterir. Mesela benim kuşağımdan Türkiyeliler televizyonla büyümediler, halbuki ben televizyonun 1950’lerde kurulup yaygınlaştığı, Türkçe yayınlardan çok İngilizce ve Yunanca yayınlar yapıldığı bir yerde doğup büyüdüm. Bu da aynı yaş grubunda olsak da bizlere farklılaşan kültürel kimlikler verebiliyor, çocukluktan gelen hatırlayışlarımızı farklı kaynaklar üzerinden edebiyatta yoğurma sonucu doğurabiliyor. Ben Türkçe yazarken bu zaman kaymasını hep hissettim, zaten “zaman kayması” terimini de o nedenle ürettim Kozmopoetika adlı kitabımdaki çeviri kültürler yazısında. Geçmişe dönük bir TV dizisinden, müzikalden ya da çocuk programlarından söz açılınca bunu Türkiye’deki yaş grubumdaki arkadaşlarımdan çok Yunanca ve İngilizce konuşanlarla paylaşabiliyorum ortak kültürel hafıza anlamında. Biraz da o nedenle roman karakterlerime baştan beri merkezî Türk kimliğini aşkın özellikler de yüklemem gerekiyor ki rahatça yazabileyim. Kaldı ki aynı coğrafyada aynı kültürel hatıralara sahip kuşakların farklı zamanlara kendilerini uydurması da başlı başına ilginç bir konu. Daha yaşlı sayılanların illaki geçmişte yaşaması gerekmez, abartılı biçimde gelecekçi de olabilirler. Bilhassa “amortality”, yani yaşlanmazlık akımıyla neo-liberalizmin kültürel ve ideolojik biçimlendirmesi, ileri yaşlardaki birçok insana gençlik rolü oynatıyor. Ama ruhen genç değil, toplumsal güç ve nüfuzlarını sürdürebilmek için estetik ameliyatlarla, “anti-aging” terapilerle görünüşte genç. Romanda “Berceste” diye anılan ve her bölümde bir başka isimle benzerleri tezahür eden kadın karakter böyle biri. Yani geçmişle bugün arasında dönenip durmak dediğiniz şey Selam Metin Ben Berceste’de zaman unsuru dışında mekân unsuruna da bağlı olarak seyrediyor. Kitap boyunca Ege Denizi’nin iki yakası arasında gidip geliyoruz o yüzden.
Romandaki eril dil ve karakterlerin eril hikâyeleri, yine üzerine düşünmeye değer bir başka perspektifi beraberinde getirir. Karakterler için olağan olan, bugün ve bugünün insanı için eril olabilir, ki anlatı da aslında bu duruma işaret eder. Bu durum salt farklı kuşaklar ve onların dünyaya bakışıyla mı ilgilidir, yoksa başka türden bir yaklaşım söz konusu mu?
Eril dilin ve eril bakış açısının kuşakları aşkın olduğunu söylemek gerekecek. Ne yazık ki erkeklik ideolojisinin en heteroseksist versiyonları henüz doğmamış kuşaklar tarafından da sürdürülecek gibi görünüyor, hele Türkiye’deki toplumsal ve kültürel gidişata bakılırsa… Ve yazık ki bunu gelecekte kız olarak doğacak çocuklar da sürdürecek; romanda yer alan ifadesiyle “başıbağlı dindarlar” gibi “aklıbağlı laikler” de. Anlaşılacağı üzere Selam Metin, Ben Berceste’de eril olanlar, erkeklik organı taşıyanların ötesindeki bir olgudur. Her zaman erkek olanla özdeş değil erkeklik ideolojisi. Mesela “Evadamı” başlığı taşıyan bölümde ev işleri yapan bir adam anlatılıyor ve neo-liberalizmi çağrıştırsın diye neo-feminist adıyla anılan bazı kadın grupları tarafından atılan “Evi bok götürsün” sloganını, ev işleri yapan bir adam olduğu için bir magandanın kendisine sataşması olarak algılıyor. Gerçekten de “İhtiyarlar Heyeti” diye tabir edilen, hepsi de yaşını başını almış erkek arkadaş grubuyla meyhane faslı yaptıklarında onlar da adamla “Ev işlerine ne diye takıp evde kapalı çalışıyorsun, çık karı kız peşinde keyif yap, evi bok götürsün” diyorlar. Ev adamı adıyla sunulan bu karakter, “Evi bok götürsün” sloganı atan kadınların, ev işlerinin zaten doğallıkla kadınlara ait olduğu ön kabulüyle hareket ettiğini ve kadın-erkek birlikte yaşanan mekânı elbirliğiyle temizleme gibi bir çağrı içermeyen çaresizce bir çığlık olduğunu düşünüyor. Kaprolali dil bozukluğunun Yunanca kökenli anlamı “kapros-lalia”, birebir çevirisiyle “boklu-lakırdılar” anlamına geldiği için de bu sloganı Türkçedeki magandavari dil bozukluğunun bir parçası olarak algılıyor ve “bütün boklu sözlerin” kadın ağzından çıksa da erkeklik ideolojisini yansıttığını düşünüyor. Çünkü hep yaptığı gibi bu sloganı da Yunancaya ve İngilizceye çevirerek düşününce kulağına feci geliyor adamın. Romanın olay akışı içinde, eril söylemin kadınlar, eşcinseller, travestiler ve kendilerini alternatif gören kesimler tarafından da nasıl çoğaltıldığını ve olağanlaştırıldığını daha birçok bölümdeki anlatılarla izleyebiliyoruz.
Selam Metin, Ben Berceste’nin hemen başında yer alan “Bilgilendirme, İtiraflar, Teşekkür” başlıklı bölüm gerek metnin nasıl gün yüzüne çıktığına işaret etmesi gerekse hikâyedeki kimi noktalara dair çeşitli ipuçları sunmasıyla dikkat çeker. Okura her şeyin bir kurgu olduğunu hatırlatan ama aynı zamanda romanın nasıl bir tarihsel süreçle biçimlendiğine de işaret eden bu bölümü metne eklemeye nasıl karar verdiniz?
İlk kez bir romanımda böyle bir yol izledim. Biliyorsunuz, birçok İngilizce romanda “acknowledgement” bölümü bulunur, tabiri caizse onu Türkleştirip “itiraflar” diye bir şey ekledim. İyi ki de öyle yapmışım. Çünkü söyleşilerde, romandaki olay örgüsü ve karakterler üstüne bazen öyle sorular geliyor ki, sanki onlar benmişim ya da yakınımdaki kimselermiş ve kitapta ne olay anlatılmışsa hepsini yaşamışız gibi. Ee, demek ki roman karakterleri arasındaki diyaloglar yüzünden birçok Türk yazarının mahkemelik oluşuna o kadar şaşmamak lazım! Fakat orası da doğru ki, dünyanın her yerinde okurlar bir romanı sahici bir yaşanmışlıkmış gibi okumak eğilimindedirler ve yazarla da kitap üzerinden bağ kurmaya yöneldiklerinden sanki onun gerçek hayatını okuyormuş gibi bir davranış gösterebiliyorlar. Yok şayet yazdığımız şu olay tamamen uydurma, biz şu anlattığımız yere hiç gitmedik, şu şu karakter biz olmadığımız gibi benzer özelliklere sahip birilerini de tanımıyoruz derseniz kendilerini kandırılmış hissedebilirler. O halde kurmaca içinde kurmacalar, kandırmaca içinde kandırmacalar olsun ve varsayılan gerçeklerin altında bambaşka gerçeklikler bulunsun. Bunlara rağmen Selam Metin, Ben Berceste samimi ya da sahici olarak çıksın okurların karşısına. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de romanı okuyacak olanları şahsen tanıyormuşum gibi olsun istiyorum. Ayrıca şu da var: Bir yazar olarak benim kendi yazdığım metinler üzerinde her zaman tereddütlerim olduğuna göre, bunları okuyucularla da paylaşmaktan ne çıkar? Madem otoriter dili eleştiriyor ve Tanrısal kelamlarla konuşan karakterleri anti-kahraman yapıyorum, öyleyse eski “tanrı-yazarlar” gibi davranamam, değil mi? Romanda belirtildiği biçimde “ben bin bir zafiyeti olan homosapiens-yazarım”. Bilemiyorum, bu dediklerim bir anlam ifade etti mi sorunuza karşılık…
Sözgelimi Attilâ İlhan beslendiği kaynakları, gönderme ve referansları şiirleriyle birlikte yayımlar, tüm o mısraların kendisine neler düşündürdüğünü açıkça dile getirirdi. Sizin de benzer bir düşüncede olduğunuz metinleriniz üzerinden ifade edilebilir. Bu noktada hem okur hem de kendimiz için şunu sormak istiyorum: Bilgi hayal gücünü öldürür mü?
Ben hayal gücünü tercih eden biriyim, hele şiir kitaplarımda. Diyeceksiniz ki, 1984’te, yirmilerimin başındayken basılan ilk kitabınızdan (Sevgilim Ölü Asker) beri daima bir sözlük kısmı hazırlamışsınızdır… Evet, ama nedeni Attilâ İlhan’ınkinden oldukça farklı. Türkiye okurları Kıbrıslıtürkçesinden gelen sözcükleri, Kıbrıs ve Yunanistan kültürü ve tarihine yapılan bazı göndermeleri pek bilmediğinden konmuş birer ek bölümdürler. Şiirlerimin arasına karışan Yunanca, İngilizce ve başka dillerden sözcük ve dizeleri de Türkçeye çevirmek, kullandığım görsel malzemelerin neyin nesi olduğu hakkında referans vermek durumunda kalmışımdır. Bununla beraber, aslında Yunanca olup da Türkçe olarak yazılmış bir deyişi ya da Rumi’ye, Mevleviliğe, Ağios Yorgos’a, İslamiyet gibi Hıristiyanlık ve Museviliğe yapılmış göndermeleri şiir kitaplarımın bu ek bölümlerinde, şayet bir başka bağlamları da yoksa açıklama konusu yapışım pek enderdir. Hayale dalsın, hissetsin okurlar, daha iyi. Bundan 10 yıl kadar önce şiirlerimden bir seçkiyi çevirip yayımlayan Yunan şairi ve kültür tarihi uzmanı Zisis Ainalis kitabımı neredeyse akademik denebilecek ek bölümle yayımlamıştı. Doğrusu biraz yadırgadım. Gerekçesi ise, Yunan okurunun şiirlerimde değinilip geçilen, ima edilen, imgelere karışan edebi, kültürel, felsefi göndermelere ve aynı şekilde Kıbrıs’tan ve Türkiye’den gelme şeylere pek aşina olmayışıydı. Sonradan düşündüm ki, ben de aynı gerekçeyle ek bölümler koymuşum İstanbul’da yayımlanan şiir kitaplarıma. Bir de tabii, artık arşivlik niteliğiyle öne çıkan toplu söyleşi, toplu şiir, toplu yazı derlemeleri var ki, onlarda daha kapsayıcı ek bilgiler olabiliyor.
Ama dediğim gibi, “Şiiri şurada şöyle yazmıştım, şöyle böyle bir anısı vardı da şunlar denmişti” gibi öyle detaylı ve kişisel Attilâ İlhan’vari “Meraklısına Notlar”ın o kadar da gerektiğini sanmıyorum. Öte yandan “bilgi” dediğimiz şeyin kesin bilgiler olduğundan da emin olmayız. Belki o da kitaba şairin hayal gücüyle girmiştir güya bilgi kılığında. Kaldı ki bazen dozu ayarlanmış ve tereddüt içerecek bir bilgi fena sayılmaz. Özellikle anlatıların içine yedirilebilirse daha iyi olur dipnot yerine. Mesela Selam Metin Ben Berceste’nin ilk bölümünde yer alan “Kargakadın”da kargalar, kuzgunlar hakkındaki bilgiler Kuzguncuk’taki bir konakta cereyan ederken, bu semte adını veren “Kuzgun Dede” söylencesi de aktarılıyor. İşte bu gerçek bir bilgi, fakat romanın hayaller üzerine kurulmuşçasına açılan fantazi havasını de pekiştiriyor.
Önceki Yazı
Burhan Sönmez:
“Anadil, bir türlü kabuk bağlamayan bir yaradır...”
“Küçüklüğünden beri anadili dışlanan, onun yüzünden horlanan, okulda dövülüp devlet dairesinde azarlanan biri için anadil, bir yaradır. O yara siz uyanıkken de kanar, uykudayken de; gece gündüz ruhunuzu sızlatır. Ben bu sızıyı dindirmek için anadilime dönmek istedim. Çocukluğumu ve ölen anne babamı özlediğim için ve özgürlüğün tadını bilen diğer dillerin mutluluğuna imrendiğim için...”