Burhan Sönmez:
“Anadil, bir türlü kabuk bağlamayan bir yaradır...”
“Küçüklüğünden beri anadili dışlanan, onun yüzünden horlanan, okulda dövülüp devlet dairesinde azarlanan biri için anadil, bir yaradır. O yara siz uyanıkken de kanar, uykudayken de; gece gündüz ruhunuzu sızlatır. Ben bu sızıyı dindirmek için anadilime dönmek istedim. Çocukluğumu ve ölen anne babamı özlediğim için ve özgürlüğün tadını bilen diğer dillerin mutluluğuna imrendiğim için...”

Burhan Sönmez. Fotoğraf: Olimpiu Vuia
Burhan Sönmez’i ulusal ve uluslararası birçok ödülün sahibi bir yazar olarak tanıyordu okurları. Yazar özgeçmişindeki “Haymana doğumlu” ifadesinin, yazarın bir gün Kürtçe bir romanla okur karşısına çıkacağının gizli habercisi olduğunu kimseler tahmin etmiyordu. Kendisinin de söylediği gibi, çevresi de yadırgamış, “nerden çıktı bu şimdi”ler uçuşmuş havada.
Lis Yayınları’ndan çıkan Evîndarên Franz K.’nın ardından, İletişim Yayınları’ndan çıkan Franz K. Âşıkları da okurla buluştu. Maalesef ben Kürtçe bilmiyorum, o nedenle iki romanı dilsel açıdan karşılaştırma imkânına sahip değilim. Ancak Türkçe okuru olarak, biçimsel tercihleri ve hikâye kuruluşundaki seçimleri çok tartışılacak bir romanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim…
Evîndarên Franz K. önce Kürtçe olarak yayımlandı, dolayısıyla önce modern Kürtçe edebiyatın bir ürünü olarak okurla buluştu. Onca yıl Türkçe yazdıktan sonra doğrudan Kürtçe yazmak nasıl bir deneyimdi? Ve Kürtçede nasıl karşılandınız?
Kürtçe yazmak kolay değildi. Çünkü sözlü bir dil olmakla sınırlıydı benim açımdan. Kürtçe eğitim almadık, Kürtçe kitapla büyümedik. Son birkaç yıl Kürtçe okumaya yoğunlaşarak günlük dilimi bir edebiyat diline doğru evriltmeye çalıştım. Kürtçe yazmama pek çok kişi şaşırdı; ne de olsa önceki beş romanımı Türkçe yazmış, okurlarla oradan bağ kurmuştum. İngiltere’de yaşayan, Türkçe kitaplarıyla yurtdışına açılan ve dünyanın farklı yerlerinde yayımlanan bir yazar olarak anadilime, yani insanların kenarda köşede önemsiz gibi gördüğü Kürtçeye dönmeme anlam veremeyenler oldu. Kimileri, “Ne gerek vardı ki?” dedi.

Evîndarên Franz K.
Lîs Yayınevi
Şubat 2024
126 s.
Oysa dilin büyüğü küçüğü yoktur edebiyatta. Dil benim için edebi güzelliğin ve Kürtçe özelinde bir de özgürlüğün konusudur. Yasaklanan ve hâlâ dışlanıp görmezden gelinen Kürtçe her dil gibi sahiplenilmeyi ve özgür olmayı hak ediyor. Bu özgürlük siyasi otoritelerden beklenebilir, ama beklemekle ömür geçmez, ondan önce bir yazar olarak ben kendimi özgürleştirmeyi tercih ettim ve bunun adımını attım.
Bir ay kadar sonra da roman Franz K. Âşıkları olarak Türkçe yayımlandı. Türkçe edebiyatın bir yazarı olarak bilinirken, Kürtçe üretim, çift dilli bir yazar olma kararını almanızın nedeni nedir? Ve devamı gelecek mi?
Bunun psikolojik, edebi ve siyasi nedenleri var. Ben İngilizce yazarken anadili Türkçeye dönen bir yazar değilim. Bu örnekte, Türkçe özgür bir dili ifade eder. “Kürtçe yasaklı bir dildir” dediğimizde bu politik bir tanımlamadır. Ama küçüklüğünden beri anadili dışlanan, onun yüzünden horlanan, okulda dövülüp devlet dairesinde azarlanan biri açısından anadil, bir türlü kabuk bağlamayan bir yaradır. O yara siz uyanıkken de kanar, uykudayken de; gece gündüz sizin ruhunuzu sızlatır. Ben bu sızıyı dindirmek için anadilime dönmek istedim. Çocukluğumu ve ölen anne babamı özlediğim için ve özgürlüğün tadını bilen diğer dillerin mutluluğuna imrendiğim için dönmek istedim. Buradaki sorulardan biri, tek dilli bir yazar mı olacaktım, yani sadece Kürtçe mi yazacaktım, yoksa Türkçe yazmayı da sürdürecek miydim? Her yazar bu soruya farklı cevaplar verebilir, bu onların tercih alanıdır. Ben iki dili de kullanmayı seçtim. Çünkü benim için asli olan, yok sayılan anadile dönüştür. Ama anadile dönmek diğer dilleri yok saymayı gerektirmez. Ben yurtdışında yaşadığım için üç dilliyim. Yakında edebiyat felsefesi üzerine İngilizce yazdığım inceleme kitabı çıkacak.
Sizin “Devamı gelecek mi?” sorunuza da şöyle cevap vereyim: Sadece Kürtçe ve Türkçe değil, İngilizce de eklenecek: Bir sonraki romanımı, İngilizcesini de kendim yazarak üç dilde kaleme almak istiyorum.
Bu biri Kürtçe, diğeri Türkçe olan iki kitabı, iki dili de bilen okurların nasıl kabul etmesini istersiniz? Yazarı tarafından yapılan bir çeviri mi, diğer dilde yeniden yazılma mı?
Her kitap kendi başına bir metindir, ikisinin ayrı ruh halleri olduğunu söyleyebilirim. Aslında her okuma farklı bir metin yaratmaktır. Şimdi biz ikimiz bir kitabı, mesela Orhan Pamuk’un Veba Geceleri romanını okusak, Türkçede aynı kitabı okuduk diyebiliriz. Oysa ikimizin o kitabı yorumlaması ve ondan aldığı tat farklıdır. Bu yüzden her bir okurun bağımsız bir iç dille okuduğunu, dolayısıyla bir romanın her okurda özel bir tercümeye uğradığını düşünürüm.
Franz K. Âşıkları form olarak neredeyse doğrudan bir tiyatro oyununu andırıyor. Bir tiyatro grubu bu metni eline alıp okuma provalarına başlayabilir. Yahut adli kayıtlardan oluşan bir belgesel olarak da görülebilir. Neredeyse hiç betimleme cümlesi yok, sahneler arasındaki açıklayıcı sesle hikâye akışı tamamlanmış. Roman türünün formuyla da oynamayı, sınırlarını yoklamayı sevdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Franz K. Âşıkları
İletişim Yayınları
Mart 2024
107 s.
Romanın ilk bölümünü, polis sorgusundaki diyalogları tasarlarken aklımda Ariel Dorfman’ın Konfidenz romanı vardı. Sonra Max Frisch’i de okurken tiyatro diyaloglarıyla güzel roman yazılabileceğinden emin oldum. Ama onların tarzını taklit etmek yerine, romandaki “şimdiki zamanı” diyaloglara, “geçmiş zamanı” ise aralardaki anlatımlara katarak iki ayrı formu birleştirmeyi düşündüm. Farklı biçimler deneyerek vardığım bir sonuçtu bu; dediğiniz gibi o sınırlarda dolanmayı seviyorum.
Polisiye bir tansiyon içinde okuru ters köşe eden, Kafka ile Max Brod’un ilişkisinin ince ayrıntılarında kesişen bir hikâye kurmuşsunuz. Kafka literatürünü hatmettiğiniz belli oluyor. Bu yoğun ilişkinin üslubunuza yansıdığını da görüyoruz. Bu romandan önce ve sonra Kafka’ya dair algınızda ve yazı pratiğinizde ne gibi farklılaşmalar oluştu?
Aslında Kafka okumalarıma daha önceden, Labirent romanımı yazarken yoğunlaşmaya başlamıştım. O andan itibaren Kafka’daki abartısız anlatıya imrendim diyebilirim, ama onun gibi yazabildiğimi söyleyemem. En olağandışı olayı en olağan dili kullanır gibi anlatabilmek Kafka’nın mucizesi. Eskiden de severdim ama üzerine yoğunlaştıkça ona olan hayranlığım arttı.
Romanın sonunun tadını kaçırmak istemem; o nedenle şuradan soracağım: Başroldeki Ferdy neticede bir katil (“Arkadaşına sadakatsizlik gösteren bir yazarı öldürmeye geldim ben buraya.”) ama roman boyunca ona hak veriyor ve onu takip ediyoruz, seviyoruz. Cioran gibi sorarsam, “bir virgül için” insan öldürülür mü? Veya edebiyatın “büyük günahlar” listesinde başka ne gibi maddeler olabilir?
Ferdy’ye hak veren bir sempati anlatısı yaratarak edebiyat alanındaki en aykırı tartışmayı tersten anlaşılır kılmaya çalıştım. Bir tür şok etkisiyle girilen bu tartışma romanda sonra farklı yollara doğru yol alır; Ferdy de, onunla diyalog içindeki komiser de fikren oradan oraya savrulup dururlar. Aslolan şiddet değil bence, romanın son cümlesi bu yüzden önemliydi benim için. Zaten girişe koyduğum, biri Hemingway’den, diğeri Cervantes’in Don Kişot’undan iki alıntı birbirine zıt şeyler söyler hikâye hakkında. İlk alıntı Ferdy’ciyken, ikincisi Brod’cudur bence. Nihayetinde hikâye hak vermek değil, anlamak üzerine kurulmuştur. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı da öyle değil mi? Dehşetli bir cinayetin faili olan Raskolnikov’un yaptığını yargılamak ayrı bir şey, ama biz roman boyunca onun ruh halini izleyerek onda iyi bir insan olma, iyiliğe dönme ihtimalini ararız.
“EN OLAĞANDIŞI OLAYI EN OLAĞAN DİLİ KULLANIR GİBİ ANLATABİLMEK KAFKA’NIN MUCİZESİ.”
“Büyük Günahlar” listesine mesela, Marquez’in “yayınlamayın” diye yarım bıraktığı çalışmasını onun ölümünün üzerinden on yıl geçtikten sonra, daha geçen ay yayınlayan oğulları girer mi? Veya Roald Dahl gibi ölmüş yazarların herkesçe bilinen eserlerinin yeni baskılarında, “günümüzün etik anlayışına uygun değil” diyerek sözcükleri değiştiren yayıncılar girer mi? Bunlar anlamlı sorular ve tartışmalardır.
Roman bir açıdan da kadın hareketi, Kürt hareketi, 6-7 Eylül, İsrail-Filistin gibi yüzyıllık tekerrürlerin tarihini işaret ediyor. Sizce Franz K. Âşıkları’nı politik bir roman olarak kabul etmeli miyiz? Son çeyrek yüzyıldır Türkiye’deki hatırlama pratiklerini ve tartışmalarının ardından, Mungan’ın 995 km.’si gibi yakın dönem ürünlerle birlikte düşününce, politik romanın yeniden gündeme gelmesi beklenebilir mi, ne dersiniz?
Tam anlamıyla politik roman sınırları içinde kalmasa da, politik öğelerin yeni dönem romanlarda fazlasıyla yer ettiğini söyleyebiliriz. Mungan’ın veya Ayhan Geçgin’in son zamanlarda çıkan romanları politik hayatın içinde yol alan eserler. Kürtçe romanlarda ve öykülerde politik öğe daha fazla öne çıkıyor, en azından benim son dönem okuduğum kitaplarda öyle.
Bu yıl Franz Kafka’nın ölümünün 100. yılı. Franz K. Âşıkları’nın bu yıl yayımlanmasının sizin açınızdan anlamı nedir? Ne kadarı kasıtlıydı bu denk gelişin?
Tesadüf… İlk zamanlar bu tarihin farkında değildim. Önem vermemek gerek bu tür şeylere. Mesela bu romanın Kürtçeden İngilizceye çevirisi tamamlandı. Amerika ve İngiltere’deki yayıncılarım hemfikir oldular ve kitabı bu yıl bittikten sonra yayımlama kararı aldılar, 2025’in Ocak ayında. Yıldönümü işleri belki bir pazar olarak görülen yayıncılık için cazip görünebilir ama edebiyatın kendi iç dünyasıyla bir bağı yok. Bazı yayınevleri bu bakışa sahip hâlâ.

Ve tabii şunu sormalıyım: Kafka’nın yazdıklarını kendisi imha etmeyip, imha etsin diye arkadaşı Max Brod’a teslim etmesini Burhan Sönmez nasıl değerlendiriyor?
Romanın içinde de tartışılıyor bu. Belki sağlığı bozulsa da iyileşme ihtimali olduğuna inanıyor Kafka. Eğer iyileşirse yazmaya devam edecek. Ama diğer ihtimal, yani ölüm de giderek güçleniyor. Bunu da hissediyor ve bu yüzden “her ihtimale karşı” diye düşünerek arkadaşı Brod’a vasiyet bırakıyor. O metinler Kafka’nın zihninde tamamlanmamıştır, ama Kafka tamamlanma, bütün olma hayalini de kendi içinde taşıyordur, yani o eserleri kendi benliğinin parçası olarak algılıyordur. Nihayetinde mutlak cevabı olmayan bir tartışma bu. Ancak ihtimaller üzerine konuşup onları yorumlayabiliriz diye düşünüyorum.
Romanın finaline yaklaşarak: Edebiyat tarihini temize çekmek mümkün müdür? Üstelik bunu kan dökmeden yapabilmek?..
Ne mümkün! Zaten sanat karmaşanın, çelişkilerin ve tutarsızlıkların ortasındaki bir devinimdir, kendisi de o çelişkilerle şekillenir. Yoksa Tolstoy’un sözünü dinleyip Shakespeare’i değersiz, saçma şeyler yazan, yeteneksiz biri gibi görür ve tarihin çöplüğüne atardık.

2021’den bu yana Uluslararası PEN başkanısınız. Yanılmıyorsam aynı zamanda Türk, Kürt ve English PEN’in de üyeleri arasındasınız. PEN olarak neler yapıyorsunuz ve bireysel olarak, yazar kimliğiniz açısından PEN sizin için ne ifade ediyor?
Uluslararası PEN dünya yazarlarının en büyük örgütü. Yüzden fazla ülkede merkezimiz var ve kırk bin civarında üyeye sahibiz. Bizi yakından bilmeyenler, edebiyatçıların kitaplarını merkeze alan bir meslek örgütü olduğumuzu düşünebilir. Oysa PEN yazarların “ifade özgürlüğü” üzerine yoğunlaşan, yani tehlike altındaki yazarlara yardım eden bir hak arama örgütü. Mesela Taliban iktidara geldiğinde Afganistan’dan 100’den fazla yazarı kurtararak bir asırlık tarihimizin en büyük kurtarma operasyonunu gerçekleştirdik. Türkiye’den Belarus’a, Myanmar’dan Uganda’ya, İngiltere’den İtalya’ya, dünyanın her yanındaki sorunlara müdahil oluyoruz. Diplomatik ağları da kullanıyor, raporlar da yazıyor, mahkeme protestolarına da katılıyoruz. Olumlu etkisi olan her yöntemi uyguluyoruz; ölçümüz barışçıl olmak ve ifade özgürlüğünü temel almaktır.

Benim açımdan anlamı, kendim için arzuladığım özgürlüğü başkaları için de istemektir. Ben bunun için çabalıyorum. Salman Rushdie bir kitap yazdı diye hayatı zindana döndü. Biz savunmazsak kim savunacak onu? Mesela Rushdie de bizim etkin yazarlarımızdandır, en çok tehdit altında olduğu dönemde PEN Amerika merkezimizin başkanlığını yaptı. Önceki yıl ölüm teşebbüsünden yaralı kurtuldu, ondan sonra da çalışmalarımıza katkı sunmaya devam etti.
Dünya edebiyatını hayli yakından takip eden, çift dilli bir yazar olarak Türk-Türkçe-Türkiye edebiyatı tartışmasını nasıl karşılıyor, değerlendiriyorsunuz? Fransızca ve Almancada varolan ve pek de sorun çıkarmayan bu ayrımların aşıldığı, daha incelikli ve kapsayıcı bir edebiyat tarih yazımına ne mesafede olduğumuzu düşünürsünüz?
Bunun sadece bir dil ve edebiyat tartışması olmasını dilerdim, o zaman işimiz kolaylaşırdı. Oysa mesele Türkçenin tanımlanmasının yanı sıra Kürtçenin mağduriyetinden kaynaklandığı ve özünde politikanın rüzgârı altında tartışıldığı için doğru dürüst diyalog geliştirilemiyor. İnsanlar hemen birbirini yaftalıyor, politik olarak etiketleyip öte tarafa itiyor ve ondan sonrası bir monoloğa dönüşüyor. Demokrasi yalnızca bir seçim mekanizması değil, bütün hayatı saran bir kültür olabilmeli diyorsak, toplumdaki farklı seslerin birbirini duyabildiği ve birbiriyle konuşabildiği bir ortamdan söz ediyoruzdur. Maalesef toplum olarak bundan çok uzağız ve edebiyat dünyamız da bunun dışında değil.
“TÜRKÇE EDEBİYAT VEYA TÜRKİYE EDEBİYATI SINIFLANDIRMASI YAPILDIĞINDA, BEN ORADA, TÜRKÇE DIŞINDAKİ DİLLERİN ÖZELLİKLE KÜRTÇENİN YAŞADIĞI YOKSUNLUKLARA BİR GÖNDERME VE ONA DA BİR ALAN AÇMA NİYETİ OLDUĞUNU HİSSEDİYORUM. “
Ben şahsen bu sorunla yurtdışında fazlasıyla muhatap oluyorum. Beni tanıtırlarken, mesela İngiltere’de, İtalya’da veya Hindistan’da, bazen Türk olarak tanıtıyorlar, bazen Kürt, bazen Türkiyeli Kürt ve bu seçenekler diline göre değişip gidiyor. James Joyce, İngilizce yazan bir İrlandalıydı. Onun edebiyatı hem İngiliz hem de İrlanda edebiyatı içinde sayılır ve her yerde İrlandalı Joyce diye anılır. Bu tür konularda düz bir çizgi çekmek, yani her yerde aynı biçimde uygulanan bir çerçeve belirlemek hem zor hem de çoğu zaman yanlışa götürür.
Mesela Türkçe edebiyat veya Türkiye edebiyatı sınıflandırması yapıldığında, ben orada, Türkçe dışındaki dillerin özellikle Kürtçenin yaşadığı yoksunluklara bir gönderme ve ona da bir alan açma niyeti olduğunu hissediyorum. Kafka da başka bir bağlamda bu tür tartışmaların merkezinde değil mi? Praglıydı, Almanca yazıyordu, Yahudi’ydi. Yahudi dillerinde, yani İbranice veya Yidiş dilinde yazmadı, çünkü bilmiyordu. Ama onun edebi külliyatı şimdi İsrail’in milli külliyatı içine alınmış durumda. Dil politikadan bağımsız değil burada.
Edebi tartışmalar politikanın gölgesi altında yaşandığında her ülkede farklı yorumlar ve uygulamalar ortaya çıkıyor. Kültür alanı 1+1 gibi kesin yargılarla anlaşılıp tanımlanamıyor. Her somut durumu oradaki olgulara, yani politik-sosyal-kültürel yanlarına da bakarak değerlendirmek ve mümkün olduğunca esnek davranarak başka bakış ve yorumlara da alan açmak gerek.
Önceki Yazı

1920’lerin sonunda
Türkiye kültür sahnesinde robotlar
“Hakiki âdemoğullarına tamamen benzeyen bu suni insanlar, histen mahrum bir nevi zatülhareke [otomat] makine gibidirler. İşte bu zatülharekelere roboto namını vermişlerdir. Hislerinin mefkud [eksik] olmasına rağmen zekâları vardır. Aynı zamanda çok faaldirler.”
Sonraki Yazı

Mehmet Yaşın:
“Otoriter dili eleştirirken
eski ‘tanrı-yazarlar’ gibi davranamam...”
Mehmet Yaşın’ın yeni romanı Selam Metin, Ben Berceste, gerek ele aldığı konular, gerekse bu konuları işleyişi bakımından yazarın/şairin diğer metinleriyle çeşitli ortaklıklar kuran özel bir metin. Kadim aşk hikâyelerinden yola çıkarak yeni bir anlatı kurgulayan/geliştiren Yaşın ile romanına dair konuştuk...