Lara Ögel ile söyleşi:
“Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki”
“İşlerle iletişime geçtikçe kendini gösteren, derinleşen imgeler ağı, benim için rüyada olma hali gibi bir şey. Serginin tümü bir rüyada gezinti gibi de okunabilir, ya da benim bilinçaltımda…”

Lara Ögel, Galerist’teki ilk kişisel sergisi “Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki” ile geçtiğimiz günlerde haftalarda izleyicilerle buluştu. 20 Mayısa kadar açık kalacak olan ve küratörlüğünü Naz Cuguoğlu’nun üstlendiği sergi, izleyicilere bir yandan dairesel bir anlatı vaat ederken öte yandan sanatçının “tüm akışkan anlatımlara duyduğu ilgi ve hayranlığı” da farklı noktalardan vurguluyor. Lara Ögel ile yeni kişisel sergisi “Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki”, akışkanlığa dair duyduğu hayranlık/ilgi ve içselleştirdiği anlatı iklimleri üzerine konuştuk.
Geçtiğimiz günlerde Galerist’te açılan yeni kişisel serginiz “Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki”, isminden kurulumuna, bir bütünlük olarak ifade ettiği anlamlardan eser eser imlediği anlamlara kadar birçok açıdan dikkat çeken bir sergi. Bu noktada söyleşiye serginin başlığından söz ederek başlamak istiyorum. Başlık, Kant’ın mezar taşından bir alıntı içeriyor. Öncelikle sergi başlığındaki bu Kant alıntısı ve sizin için ifade ettiği anlam nedir?
2019’dan beri mezar taşları ile ilgili özel bir araştırma içerisindeyim. İnternet üzerinden, ya da ulaşabildiğim konumlarda sıklıkla gezintiler ve keşifler yapıyorum. Mezar taşlarındaki yazılarla ilgili bir araştırmamda Kant’ın mezar taşında beni etkileyen bir cümleye denk geldim. “İki şey üzerlerinde ne kadar sık durup düşünsem, gönlümü hep yeni ve gittikçe artan bir hayranlık ve saygıyla dolduruyor: üstümdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası.” Bu cümle bana musallat oldu. Elbette, keşfetmek istediğim şey Kant’ın ahlak felsefesinin ötesinde, öncelikle kendi içimde varolan bu şeydi, ve bu dünyayı açabilmek üzerine cümleyi şu şekilde sahiplendim: “Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki.” Böylelikle, serginin en temelinde varolan ikileme bakarak, “içimdeki”ni açabilmek, izleyebilmek ve de tanımsız olan bu şeyi bedenleştirmek serginin çabasını oluşturuyor.

Ögel
(Fotoğraf: Kayhan Kaygusuz)
Serginin küratörlüğünü Naz Cuguoğlu üstleniyor. Bir küratörle beraber çalışmak, bütün bir sergiyi onunla birlikte inşa etmek sanırım bir sanatçı için özel bir anlam da ifade ediyordur. Sergiye hazırlık sürecinde Cuguoğlu ile nasıl bir süreç geçirdiniz?
Esasında bu sergiye epeydir gebeydim. Serginin kalbini oluşturacak olan Aurora hep vardı, mezar taşlarımın da bu sergide yer alacağını biliyordum. Naz ile diyaloğumuza başladığımızda, onu bu dünyaya davet etmiş oldum. Kendisiyle hem daha önce farklı projelerde yer almışlığımız var, hem de okuma gruplarında biraraya gelmişliğimiz var. Pratiğim ve anlatımımla tanışık olduğundan bu yolculukta yabancılık çekmeden, birlikte yol katedebileceğimiz, işler üzerine derinleşebileceğimiz bir süreç oldu. İçimdeki ile karşılaşmalarda bana yoldaşlık etti, karanlığıma ışık tuttu.
“Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki” bağlamında kozmosa ve simyaya dair farklı bir bakış geliştirdiğiniz, bir yandan oldukça buğulu ve sisler içerisinde beliren, diğer yandan eserlere yakınlaştıkça daha da derinleşen bir görüntüler/görünümler ağı inşa ettiğiniz ifade edilebilir. Serginin ve bu sergide yer alan işlerinizin merkezinde kozmosa/simyaya dair nasıl bir bakış var? Bir sanatçı olarak bu ilgi kaynağını nereden alıyor?
Buğulu, sisli demen ne hoş! İşlerle iletişime geçtikçe kendini gösteren, derinleşen imgeler ağı, benim için rüyada olma hali gibi bir şey. Serginin tümü bir rüyada gezinti gibi de okunabilir, ya da benim bilinçaltımda… Ve onu oluşturan notalar da belirttiğin gibi farklı anlatılara göz kırpıyor. Simya benim bir süredir araştırdığım bir anlatı, kimya olmasının yanında Carl Jung’un söylemine göre esasında psike’nin bir araştırması. Simyacılar maddeyi çözüp, bozup, pişirip, dönüştürürken, esasında kendi ruhlarını bu süreçlerden geçiriyorlardı. Yani maddenin dönüşümü, psikelerin dönüşümünün metaforuydu. Tek başına bir atölyede maddenin ve ruhun halleriyle karşılaşmalar yaratan ve yaşayan, bu etapları sembolik bir dille kitaplara kaydeden simyacılar’a çok yakın hissettim kendimi. Bu yüzden simya’nın metodolojisi ve dili bir şekilde işlerime de sızmakta. Gümüşi Su Kitapları serisi bu dilin sembolik unsurunu, seramikler ise kimyasal unsurunu bedenlerinde taşıyorlar, Arcana videosunun kimi görüntüleri de simya laboratuvarında kaydedilmiş gibi. Kozmoz ise serginin başlığından itibaren, bir şekilde bütün işlere sızmış durumda. Çünkü beni hayret hissiyatı ile karşılaştırır ve ona baktıkça içimdeki o diğer şeyleri de kıpırdatır.
Sergide ses ve video enstalasyonundan seramik ve mermer heykellere kadar birçok farklı malzemeyle üretilmiş eserler yer alıyor. Serginin oldukça zengin bir içerik/form dünyasına sahip olduğu söylenebilir. Söz konusu bu malzeme/form çoğulluğu serginin düşsel evrenine nasıl yansıdı?
Üretimimde farklı malzemeler tanımayı, ifade biçimleri aramayı seviyorum. Çoğu zaman da anlattığım hikâye kendi malzemesini çağırıyor ve ben de ona izin veriyorum. Evler Odalardı, Unuttum (2017) isimli yerleştirmemde seramikle çalıştığımda, bedenimin hafızasını ortaya koymaya çabaladım. Dokunularak kaydedilen ve sonrasında hatırlanan nesneler üzerine yoğunlaştım. Geçtiğimiz Mardin Bienali’nde sergilenenYeryüzü Vaktinde (2022) isimli yerleştirmemde ise toprağın, yeryüzünün rüyalarını imgeledim. Yıldızlı Yeryüzü serisi, serginin en dışavurumcu, neredeyse mütemadiyen hareket ediyor gibi olan, ölüm ile yaşam arasında dolaşan, arayış içinde bir ruhun parmak izlerine dönüştüler. Beni çok özgürleştiren ve bir o kadar da çocuklaştıran bir mecra seramik.
Hikâye anlatma geleneği, bir hikâyeye can verme arzusu geçmişten günümüze ulaşmış önemli bir fenomen olarak değerlendirilebilir. Gümüşi Su Kitapları serisi özelinde de, sergi genelinde de bu arzudan farklı şekillerde bahsedilebilir. Nihayetinde bir bütün olarak serginin arka planında da güçlü bir hikâye var. Bir sanatçı olarak işleri bir hikâyenin parçası olarak birbirine bağlamak, onları bir bütünlüğe evirmek nasıl bir anlam ifade ediyor?
Önceki sorunun cevabını da genişleterek buraya sıçramasına izin vereceğim, çünkü benim için sergi bir çeşit hikâye ya da bir dünya, ve malzemeler de burada başka karşılaşmalar yaratıyor. Serginin dünyasında, onu anlatan, açan kitap kapakları, mezar taşları, seramik heykeller, video ve aurora bulunuyor. Ve hepsi ayrı malzeme, ve hepsi hikâyenin başka karakterleri gibiler. Ve aralarında fısıldıyorlar, ve de bize fısıldıyorlar, hepsi keşfedilecek dünyalara, masallara sahipler.
Varoluşun bir parçası olma, kendi varoluş sürecini ortaya koyma, bu varoluşun altını çizme, birey, sanatçı, yazar, kendi benliğinin/bilincinin farkına varan herkesin temel arzularından biri olarak ifade edilebilir. Bu noktada şunu sormak istiyorum: Lara Ögel için bu varoluşun anlamı/sınırları nerededir? Bu arzu, kendisini Arcana ve Yerçekimi’nde nasıl gösterir?
Yerçekimi, kendime tasarladığım 3 adet mezar taşının ortak isimi. Bir tanesi, astrolojik doğum haritamın farklı bir deseni, bir mantara: ölüyü, çürüyeni, karanlıkta dönüştüren mantara evrilmesi. Diğeri, çatısı olan ve bize bir evi hatırlatan, yüzeyinde tırmanmaya çalışan, kollara ayrılan bir dal, ya da belki bir damar. Sonuncusu da Voyager isimli uzay gemisinin uzayda uzaklaşırken son kez dönüp dünyaya bakarak çektiği fotoğraf, ve o fotoğrafın da Carl Sagan’ın Pale Blue Dot ifadesine dönüşen kompozisyon. Bu üç çalışma, biricik, sadece bana özel bir desenden, hem kendime, hem aileye, hem yaşama, varoluşa, evrende iyice uzaklaşarak bakarak, ve bu bakışın ışığında yaşamı tekrar değerlendirmek gayretiyle ilerledi. Ama ben de işte, bir tane ben’den oluşmadığımı, bir’den çok ben’den oluştuğumu fark ettiğimden 3 tane mezar taşı yaptım. Arcana isimli video çalışmamda, iki ben’imin konuşmasına eşlik eden bir seri hareketli imgeler var. Fısıldayan ben, bir ölüm meditasyonunu dillendiriyor, öteki de ölmek nasıl bir şey olacak, her şeyi ve herkesi kaybedecek, onun derdinde.
Sergi boyunca birçok seri işten söz edilebilir: Gravity’den Yıldızlı Yeryüzü ve Gümüşi Su Kitapları’na dek birçok eser serisi var. Peki bir sanatçı olarak bir seri iş düşünmek/tasarlamak ile bireysel/müstakil bir eser üretmek arasında nasıl bir ayrım söz konusu?
Esasında nasıl ve ne kadar olmaları gerekiyorsa o kadar oluyorlar, az önce bahsettiğim gibi, 3 adet mezar taşı (Yerçekimi) , 5 adet kitap kapağı (Gümüşi Su Kitapları) ve de birçok Yıldızlı Yeryüzü karakteri var. 5’in sembolik değeri var benim için 3’ün olduğu gibi. Numeroloji ve Tarot’ta 3, yeni bir şey doğurarak dönüşen yaratıcı aktivite, 5 ise bir köprü gibi iki dünya arasında, yer ile gök arasında bir iletişim ve yaratılıştan bahseder, ki Gümüşi Su Kitapları da sembol ve imge kullanımları ile çeşitli eşikleri dillendiriyor. İfade etmek istediğim şey, ben zorlamadan, kendi kendine, bir serinin parçası olmak istiyorsa, anlatımı, çeşitliliğiyle kuvvetlenecekse ona izin veriyorum.
Yıldızlı Yeryüzü serisinde daha önceki işlerinizde de sık sık karşımıza çıkan “mantarlar” kendilerine özel bir alan açıyor. Mantara olan bu ilgi, gerek Yıldızlı Yeryüzü’nde gerekse diğer üretimlerinizde kendisine nasıl bir anlam dünyası inşa ediyor?
Mantarlarla olan münasebetim, 2016’da Francesca Gavin’in Galerie PCP’de (Paris) organize ettiği champignons! isimli sergisine davetiyle başladı. Bu sergide kolaj çalışmalarım sergilendi, fakat ben bir de what (else) grows in the dark isimli bir video ürettim. Bu dünyaya ilk o şekilde ayak bastım yani. Video, mantar avına çıkan elleri hayli erotizm yüklü, gergin bir hissiyat ile gözlemliyor. Çünkü benim için mantar bunları çağrıştırıyordu, fakat başka bir şey daha vardı ismini koyamadığım. O da aslında, mantarın toprağın altında, ışıksız, çürümeye meyilli, ve beni müthiş tiksindiren ve irkilten varoluşu idi. Şöyle ki, bu hislerimin altında daha değerli bir şey yattığını keşfettim, ve bu yolculuğu kaleme alan The Benefits of Digesting Oneself (Kendi Kendini Sindirmenin Faydaları) isimli bir deneysel makale kaleme aldım. Bu yazı da benim için hayli dönüştürücü oldu, ve mantarlarla hemhal olma hali, mantar felsefesini içselleştirmenin benim için, birlikte yaşamanın yanında, ilk başta ölümle olan bir ilişkinin gözlemi ve ifadesi oldu. Mantarlar bilinçaltımda ölümle eşleştirilmişti ve bu bakışı dönüştürmenin tek yolu onlar gibi olmayı derinden arzulamaktı. İşte burada, mantar felsefesi ya da mantar bakışı, benim biricik hikâyemden sergide izlediğimiz çeşitli çalışmalarda kendini ortaya çıkardı.
Son olarak Galerist’teki “Üzerimdeki Yıldızlı Gökyüzü ve İçimdeki” başlıklı serginizle Bilsart’ta açılacak yeni serginiz arasında nasıl bir ortaklıktan söz edilebilir?
Bilsart, bu serginin ekosunu gözlemlediğimiz bir çalışmaya ev sahipliği yapacak. Eko, yansıma nedeniyle bir sesin yarım ya da tam tekrarından meydana gelir. Bu metaforla yola çıkıyorum.
Önceki Yazı

Alınterine dair serbest çağrışımlar
“Alınteri Amado’nun arayışta olduğu gençlik yıllarında yazılmış beş deneysel romandan, kendisinin ifadesiyle 'çıraklık dönemi romanlarından' biri. Sesini, yazacaklarını arıyor gibidir bu yıllarda ama alelade tıfıl bir yazar olmadığını da hissettiriyordur. Olay bir ya da iki kişi etrafında değil de tüm bir 68 numarada geçiyordur.”