Alınterine dair serbest çağrışımlar
“Alınteri Amado’nun arayışta olduğu gençlik yıllarında yazılmış beş deneysel romandan, kendisinin ifadesiyle 'çıraklık dönemi romanlarından' biri. Sesini, yazacaklarını arıyor gibidir bu yıllarda ama alelade tıfıl bir yazar olmadığını da hissettiriyordur. Olay bir ya da iki kişi etrafında değil de tüm bir 68 numarada geçiyordur.”
Bugünlerde Amado’nun Alınteri adlı novellasını okuyorum da, alınteri sözcüğü üzerine ne söylenebilir diye düşünmeden edemiyorum. Bir etimolog olsa sözgelimi sözcüğün kökenine iner, hangi dilden gelmiş, ne aşamalardan geçmiş, alın ile ter nasıl olmuş da birleşmiş, hoş bir yazı ortaya çıkarabilirdi. Tanıl Bora hele; o olsa döküm yapar, sırası gelince kitaba da değinir, bakarsın küçük bir satır olsun alıntılar, taşı gediğine oturturdu. Romanın adı Alınteri olmasaydı da diyelim “Pelourinho Yokuşu 68 Numara” olsaydı bile hakkında yazılanlar yine alınterine dair olurdu.
Alınteri Amado’nun arayışta olduğu gençlik yıllarında yazılmış beş deneysel romandan, kendisinin ifadesiyle “çıraklık dönemi romanlarından” biri. Sesini, yazacaklarını arıyor gibidir bu yıllarda ama alelade tıfıl bir yazar olmadığını da hissettiriyordur. Olay bir ya da iki kişi etrafında değil de tüm bir 68 numarada geçiyordur. Oranın insanları, yaşlıları, umutluları umutsuzları, siyahları beyazları, Avrupalıları Arapları, yoksullukta kahrolmakta, özlemekte, beklemekte bir araya geliyorlardır. Yani Amado dediğimiz adam romanlar yazacak ama bunlar sıradan şeyler olmayacak, bunun ipuçlarını veriyordur.
Sırasıyla dünyanın, sermaye sahiplerinin, erkeklerin, anne babaların rezilliği üzerine de düşünüyor, aşağıdaki gibi yer yer insanın içini deniz, hava yahut karayoluyla gitmek, bir yere varmak istemiyle dolduran satırlar da dökülüyordur kaleminden.
“Ne olduğunu bilmiyorum ama ara sıra ben de uzaklara gitme arzusuna kapılıyorum. Başka insanlar tanımak istiyorum… Isaac gibi.”
“Henüz kısmet olmadı mı?”
“Kısmet derken aklıma geldi, sana anlatmayı unuttum. Dün bakkalda bir olay oldu... Hiç sorma!”
Kızıl konuyla ilgilenmişti:
“Ne oldu?”
Siyahi sanki elveda der gibi gökyüzüne ve denize bakıp arkadaşına döndü:
“Formoso’da sakin sakin cachaça’mı yudumluyordum, kendi halimde. Sarhoşun biri gelip bana kinayeli laflar etmeye başladı. Herifi siktir ettim. Olayla hiç ilgisi olmayan bir tip gelip ayyaşı savunmaya başladı. Bela mıdır, nedir! Karnına tekmeyi indirdim, herif iki doksan serildi... Ben arada sıvıştım...”
Kızıl’ın merak ettiğini görünce devam etti:
“Tabii cachaça’yı ödemeden...”
Sanki çoktandır görmediği bir dostuymuş gibi denize doğru baktı.
“Bir gün senin sularında seyredeceğim...”[1]
Görüldüğü gibi yazarımız her ne kadar henüz sadece 22 yaşında genç bir romancı ise de dikkati yüksek birisidir. Sadece gitmeye dair düşünmez, sulara methiyeler dizmez, kalınan yerin çürümüşlüğünü de sergiler. Bu kabuğu şiirle örülü, içi çürümüş ceviz böylece peri masalı yahut Brezilya dizisi olmaktan kurtulur, farkındalık gelir, okuruna da gitme, şu adına özgürlük dedikleri duyguyu, hatta bolluğu bereketi tatma isteğini verir. Ama göreceğimiz gibi, gidilen o ülkeye de insanlar geliyordur; kırsaldan depremzedeler, denizlerden Afrikalılar… Gitmek de bir başına ne yoksulluğu ne de yoksunluğu geride bırakmaya yetiyordur.
Malum, ağır bir iş en çok sırtınızda terin, yorgunluğun birikmesine neden olur, belden soğuğu bir kaptınız mı öldünüz, hiç bitmeyeceğini sandığınız acılarla sabahın köründen akşamın karanlığına kadar çalıştırırlar sizi ama halinizi kimse görmez. Su içinde kaldım dersiniz, kan ter içinde kaldım. Duyan olmaz, gören olmaz. İşçiye, yoksula, giyineceği kadar parayı biraz da bunun için vermek zorunda kalırlar. Hani dünya nasıl dönüyor, biraz da onun üzerini örtmek değil midir mevzu? Alınteri tüm bu sebeplerle büyüye bulanır durur. Kutsadığınız halleri pek eleştiremezsiniz.
Sadece Brezilya’da Katolik siyasetçiler mi, keşke öyle olsa, oysa biliriz, Türkiye’de de İslamcılar gayet şatafatlı hayatlar yaşarken, geçmişte olduğu gibi bugün de, efendim çalışanın hakkını alınteri kurumadan ödemek dinimizce farzdır demeyi asla ihmal etmezler. Tipik patron uyanıklığı. Sen çalışacaksın, ben de paranı vereceğim. Sıkıysa hep birlikte çalışalım da bana ihsan ettiğin parayı sen de dişinle tırnağınla kazan bakalım n’oluyormuş diyen olmaz pek. Olsa da anarşik olur, solcu, komünist, terörö falan. Yaftala yaftala geç. Sonra Türkiye’de yahut Brezilya’da gerçeği yerli yerine oturtmak için oturup yazmanız gerekecektir:
Dos Reis çelik halatları ve kocaman demir toplarıyla vinçlerden anlamsız bir biçimde korkuyordu. O kocaman kapkara aletlerin altında pek çok adam can vermişti. Kocası her işe gittiğinde kadının yüreği kaygıyla dolar, bu kaygı esmer vücuduna yayılırdı. Bütün akşamı sıkıntı içinde, kocasının o koca makine altında öldüğü haberini beklemekle geçirirdi. Asabi asabi çalışır, sorulan sorulara zor yanıt verirdi. Kocası, vücuduna ve giysisine sinmiş o tuhaf kokuyla işten dönene dek kadının asabiyeti geçmezdi. Adam gelince de tüm vücudunu elleriyle yoklardı. Sonra rahatlar, dudaklarında bir gülücük belirirdi, ama günün birinde başına bir bela geleceğine inanırdı. Sürekli olarak kocasının o işten çıkmasını rica ederdi.[2]
Alınteri sadece alınteri değil ki; korku, kaygı, gelmeyen aybaşı, kirası ödenemeyen ev, öldürülen işçiler, yarı aç yarı tok bir hayat, bedenini satmak zorundalığı… Romanda da, hayatta da sert mevzu. Bir dünya kaygıyla yaşamak zorunluluğu çıldırtır insanı. Oysa emeğe dair solda, sosyal demokraside de iler tutar yanı olmayan görüşler alır yürür çoğu zaman. Bugünlerde Halk Partisi işçi havzalarında geziniyor. Oy alacak, rejimi değiştirecek ya, özellikle fakir fukaraya nefes aldıracak... Ama ne nefes? İSİG Meclisi’nin verilerine bakıyorsun kahroluyorsun, nasıl, ne çok öldürülüyor çalışanlar! İşçilerle bol bol goygoy yapıyordur sol, emek en yüce değerdir diye. Biz geleceğiz ve alınterinin değerini bileceğiz. Sosyalistlerin bir bölümü de bu akıl fukarası görüşü hiç yüksünmeden savunabilirler bu arada. En yüce değer, aybaşı paranı aldın aldın. Alamadın işler ayna, hadi bakalım çal çal oyna. Biri bana din, cami, kilise yüce bir değerdir dese çok da itiraz etmem, yapıysa bakımı yapılır, Allah’sa havarisine göre her gün yeni yeni söylemleri oluşturulur... Ama emek öyle mi? Yücelt yücelt, sonra emekçiyi kazandığının yarısından fazlasıyla kira ödediği konutunda öldür.
Amado’nun kitabını depremin üzerine okumasaydım bu kadar dokunur muydu bana, bilemiyorum. Ama korkunç bir çaresizlikle bu türden konutlarda yaşayan milyonlarca yoksul, kiracı hayatını, uzvunu, kurtarılma umudunu kaybetti o enkazlarda. Kitap 1934’te yayımlanmış ilk. Sene 2023. Brezilya daha dün Bolsonaro ve çetesinden kurtulur gibi oldu. Benim bu yazıyı yazdığım pazar günü, Amado’nun ele aldığı iklimi iliklerine kadar yaşayan Türkiye Erdoğan’a “Basta!” diyebilecek mi diye gecenin ilerleyen saatlerine kadar oturdum bekledim ama bir neticeye varamadım. Gitmiyorlar, diyelim ki bugün olmazsa yarın kesin giderler de, gelenlerin en alt sınıfların hayatına olumlu bir etki yapacağını bilmiyorum görür müyüz? Bunca karamsar bir çağda bizlere bunca umudun, bunca iyimserliğin dayatılmasından da kuşkulanıyorum ben doğrusu.
Alınteri sözcüğü benim ne zaman dikkatimi çekti diye düşündüm kitabı okurken. İlki İstanbul’da çocukken, çatılarda, damlarda gezinirken evimizin arka sokağında bir hanın farkına varmamla olmuş olabilir. O zamanlar yapılar bu kadar insan öldürür cinsten değildi. Tek ya da iki katlı. Komşu sokağın hanında devrimci bir gazetenin bürosu vardı. Ayakkabı tamircilerinin, televizyon tamircilerinin yanı sıra bir de gazete bürosu ilginç geldi bana. Burada masaya serili gazeteler. Alınteri, Emek, Kurtuluş, Hedef, vs... Hoşuma gittiydi İstanbul’da bu kadar devrimci gazetenin olması. Dersim’de sadece silahlar vardı. Askerler silahlı, dağdakiler silahlı, e hani sizin şarkılarınız nerede, filmleriniz falan. Savaş yorucu iştir ama gerçekten iştir, bazıları da alınterini ölüme akıtır. Babamın yorgunluğunu, umutsuzluğunu dert edinen bir gazete varmış diye düşündüm düşündüm sevindim. Adamın canına okuyorlar, bari birileri de bu yaşama zorunluluğunu dert edinsin. Alınterici olmadım ama o yıl ilk defa 1 Mayıs’a giden abilerin ablaların peşine takıldım, eyleme gittim. Fenaydı doğrusu, çocuktuk henüz, Kadıköy’ün ortasında gözümüzün önünde insanları vurdular.
Romanın dünyası da benim dünyam gibi böyle kanlı, zulüm dolu bir dünya işte. Gel düşünme bunca şeyi, uzaklara gitme isteğiyle dolma.
1 Mayıs’tan sonra o büroya da gittim, devrimci gazeteleri okudum. İyi yazılar vardı, kötü yazılar vardı içlerinde. Han Amado’nun romanındaki gibi kokuyordu. Kenef kokuyor, oradaki gibi fareler ortalık yerde cirit atıyor, işçiler –çoğu bir deri bir kemik, İslamcıların iktidarına daha çok zaman var– Müslüm Gürses dinleyip Allah kitap, kız kadın öteki her şeye, herkese küfrediyordu. Devrimciler iyi yere büro açmışlar diye düşünmüştüm. Linda gibi genç kadınlar da geliyordu oraya. Dünyayı değiştirmek istiyorlardı ama iş yorumlamaya gelince onu liderlerine havale ediyorlardı. Zaten aslolan değiştirmekti, yorumlamak değil. Linda hani, şu devrimci olmayı seçen, güzel, geleceği parlak kız:
“Afedersiniz ama ben mutluyum... Düşünebiliyor musunuz? Patronumla evleneceğim. Sosyeteden. Kusuruma bakmayın, ama birisine söylemeliydim... Darısı başınıza...”
Linda kızın gözlerine şefkatle baktı, yağmurluğunun altında taşıdığı bildirileri koluyla sıkıştırdı ve farelerin yarışırcasına aşağı yukarı koştuğu merdivenleri indi.[3]
Bugünlerde işten, stresten, yorgunluktan kafamı kaldırıp da azıcık kitap okuyabildiğim zamanımı, oğlu Sinan Cemgil genç yaşta Nurhak dağlarında öldürülünce kendimizi çocuğu saydığımız Adnan Cemgil’in Gecenin Çobanları çevirisiyle ilk kez okuduğum Jorge Amado’nun Alınteri’siyle geçiriyorum da bu sebepten alınterine dair sesler dolaşıyor kafamın içinde…
NOTLAR:
[1] Jorge Amado, Alınteri, çev. Şehsuvar Adil, İstanbul: Sel Yayıncılık, 2023, s. 133-134.
[2] A.g.e., s. 92.
[3] A.g.e., s. 148.
Önceki Yazı
42 yıllık metal ikonundan 72 mevsimin mütalaası
“72 Seasons hem müzik hem de şarkı sözleri bağlamında grubun kendilik temsiliyetine kafa yorduğunu gösteren sembol, metafor ve göndermelerle dolu. Metallica aurasının kaynaklarını göstermeye, varoluşunu ikonik kılan içsel açıklamaların izini sürmeye çalışan albümün izleği (leitmotif) ise ışık”.