Lale Müldür’de özne, duygulanım
ve queer ekopoetika ihtimali
“Müldür 1980 sonrası Türkçe şiirde yapı ve söyleyişi kendine has biçimle yoğururken sadece kutsal ve görkemli olanı değil, gündelik hayatın duyumsal imgeleriyle ve yoğun uzantılarıyla birlikte açılan özneler aracılığıyla poetikasını kurar. Müldür’ün önerdiği sıradan duygulanım alanları okuru haz ve şok fay hatlarında dolaştırır. Öyle ki, okur eşzamanlı olarak aşkın, tekinsiz, melankolik, ironik, coşkun ve komik düzlemlerden geçer.”
Sobanın üstünde mandalina yaprakları, kumda kutsal kristal bir figür gibi yürüyen çocuklar, çizgisel düzenler ve birbirlerine benzemeyen üzüm bağları, çocukken çizilen renkli patates mühürleri, pirinç tarlalarında kalbini yeşil yapraklardan çıkaran bir adam, eski Ahit’ten fırlayıp modern bir kâğıt denizi üzerinde ilerlerken fazilet ve erdemin cisimleştiği âşıklar Pol & Virginie, insanların fotoğraflarını çeken deniz, kayısı abajurdan süzülen pembe ışık.
Yukarıda bir nefeste saydıklarımız Lale Müldür’ün 1994 yılında yayınlanan Buhurumeryem kitabından önümüze düşen öznelerden sadece birkaçı. Müldür 1980 sonrası Türkçe şiirde yapı ve söyleyişi kendine has biçimle yoğururken sadece kutsal ve görkemli olanı değil, tam da bu yazının ilk cümlesinde okuduğumuz gibi gündelik hayatın duyumsal imgeleriyle ve yoğun uzantılarıyla birlikte açılan özneler aracılığıyla poetikasını kurar. Müldür’ün önerdiği sıradan duygulanım alanları okuru haz ve şok fay hatlarında dolaştırır. Öyle ki, okur eşzamanlı olarak aşkın, tekinsiz, melankolik, ironik, coşkun ve komik düzlemlerden geçer. Şiirde gündeliğin ikamesiyle açılan basınç noktalarıyla şiirsel özne veya şair ben’in maruz kaldığı aleladeliklerin patlayıp etrafa saçıldığı karnavelesk güzergâhlardan geçirir Müldür okurunu.
Buhurumeryem
YKY, Kasım 2017
2. baskı, Nisan 2021
136 s.
Müldür’ün Buhurumeryem’deki “Pol & Virginie: Yıldız Madalyalı Mektuplar” isimli bir giriş ve on iki mektuptan oluşan metinlerarası ve imgelemin en yoğun olduğu şiirinde, Pagan, İsevi, İslam inançlarından devşirilen imgelere, simgelere ve dinler tarihine yapılan katmanlı göndermelere sıklıkla rastlarız. Müldür’de alışkın olduğumuz tinsel anlatılar ve kutsal metinlerdeki söylemler şiir ve düzyazıyla birleşir. Poetikasını çatarken Eski ve Yeni Ahit’ten alıntılanan pasajları, yer yer de icat ettiği söylemleri, yüksek sesle iç geçirişleri ve giderek kendini çoğaltan bir iç konuşmayı öne çıkarır Müldür. Bütün bu öğeler şiirsel öznenin aşkınlık, acı, keder, sevinç, öfke, yılgınlık, hayal kırıklığı gibi duygularda uzun süre ikamet etmesini imkânlı kılar. Müldür’ün şiiri kendi deyimiyle, olan biten, geçici şeylerin dışında kalsa da derin bir esrikliğe yerleşen şiirsel öznenin aslında tinsel ve sıradan olanın kesişiminden tezahür ettiğini, daha doğrusu patlak verdiğini pekâlâ söyleyebiliriz.
Özne, kendi bedenindeki duyumlar ve duyguların getirdiği bir farkındalıkla geçmiş tecrübeleri, şimdiki zamanın ve geleceğin tedirginliğini eşzamanlı olarak dile getirir. Şiirsel öznenin tam da bu jesti nedeniyle metnin içindeki anıştırmalar ve göndermeler kutsal topraklardan ve görkemli bağlamlarından olabildiğince özgürleştirir. Böylelikle Müldür, sıradanın farklı anlam katmanlarını görünür kılar. Müldür’ün metindeki göndermeleri salt dindarlıkla, dinle veya mistisizmle ilgili değildir. Onun şiiri, varoluş kaygımızın ve esasen kökensel durumumuzun sıradan duygulanımlarla buluştuğu bir zeminde açılır ve büyük ölçüde bütün evreni imleyen kozmik bir bilince işaret eder. Tam da bu nedenle Müldür’ün şiirini düşünsel bir etnografya çalışması gibi de değerlendirmek mümkündür; zira şiirleri yeryüzü ve varlığın anlamına göçen ucu açık bir yolculuğu andırır. Müldür’ün şiiri bu bağlamda kozmik bir “zone” olarak okunabilir.
“MÜLDÜR’ÜN ŞİİRİ KENDİ DEYİMİYLE, OLAN BİTEN, GEÇİCİ ŞEYLERİN DIŞINDA KALSA DA DERİN BİR ESRİKLİĞE YERLEŞEN ŞİİRSEL ÖZNENİN ASLINDA TİNSEL VE SIRADAN OLANIN KESİŞİMİNDEN TEZAHÜR ETTİĞİNİ, DAHA DOĞRUSU PATLAK VERDİĞİNİ PEKÂLÂ SÖYLEYEBİLİRİZ.”
Bu yazıda Buhurumeryem’den yola çıkarak Müldür’ün poetikasını sıradan duygulanım dediğim amorf, kutsalı yerle bir eden ve kendini daima yeniden kurarak bedenler-arasında gezinen, geçirgen ve ucu açık bir “ihtimal”i düşünerek inceleyeceğim. Sıradan duygulanımın Müldür’ün şiirlerinde nasıl tezahür ettiğini açarken, oluş içindeki bir şeyin duyumsal olarak harekete geçirme potansiyeli ile mevcut kutsal, mit ve hegemonik söylem ve düzenin nasıl parçalandığına değineceğim. Burada öncelikli olarak sıradan duygulanımla ne kastettiğimden kısaca bahsedip ardından bu açık tahayyülden yansıyan animist ve daha da önemlisi kozmik bir varoluşun Müldür’ün poetikasını en nihayetinde nasıl queer’leştirebildiği üzerine kısa bir düşünce yordamıyla yazıyı sonlandıracağım. Müldür’de açılan bu queer’leşmenin normativite dışı öznellik, özgürlük ve adalet tahayyüllerini imkânlı kıldığını söyleyebiliriz. Bu imkânın hem metnin hem de okurun olağan tecrübesini dönüştürdüğünü de iddia edebiliriz. Bu yanıyla okura yeni bir hafıza ve dinleme pratiği hediye eder Müldür. Bu inceleme bu hafızanın ve dinlemenin peşine düşüyor.
Sıradan duygulanımlar, banal örüntüler ve norm dışı özneler
Duygulanım veya afekt, bizim uyaranlara, olaylara, anılara ve düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetimizi tanımlar. Duygudurum bireyin mizacına dair daha uzun ve muhtemelen daha durağan bir süreye işaret ederken, duygulanım bizim olaylara verdiğimiz ani ve çoğu zaman ele avuca sığmayan tepkilerimizi tanımlar. Duygulanım dediğimizde neşe, üzüntü, öfke, kin, nefret, korku ve kaygı gibi duygusal tepkilerin sadece bedenimizde ve zihnimizde kilitli kalmadığını, bütün yeryüzüne yayıldığını ve gerek insan özneler gerekse her türlü canlı cansız beden arasındaki dolaşımını, bu dolaşımın görünür kıldığı katmanlı karşılaşmaları anlayabiliriz. Sıradan duygulanımlar ise gündeliğin bin bir yüzünde ve sıradan ilişkilenme biçimlerinde açılırlar. Burada evreni, bireyi ve bireyin içinde konuşlandığı ekolojiyi öncelikli olarak bedenselliğimiz ve konumluluğumuz aracılığıyla anlamaya çalışırız. Başka deyişle, dünya üzerinde temas ettiğimiz kişisel, tarihsel, maddesel her şey bizi tanımlar ve dönüştürür. Hakikate dair tek bir doğru hikâye anlatmanın beyhudeliği tam da burada saklıdır. Görme ve bilme biçimlerini belirleyen ve gündelik hayatın akışı içinde ansızın parlayıp ansızın kaybolan çeşitli duygular ve duyumlar özneyi daimi bir devinim ve oluş içine yerleştirir. Sıradan duygular ve duygulanımlar bilhassa banal örüntüler, görkemli olmayan manzaralar, Baudelaire’vari bir can sıkıntısı ve avuntu içinde özneyi etkisi altına alır. Ancak bu etki edilgen ve melankolik bir kapanışa gönderme yapmaz. Aksine, özneyi sıradanlığın tam kalbinde dirençli, eyleyen ve dönüşen biri olarak tahayyül eder. Sıradan Duygulanımlar kitabının yazarı sosyal antropolog Kathleen Stewart şöyle der:
Esasen sıradan olan şey, geliştirdiğimiz yaşam pratiklerinin ele avuca sığmayan, uçuşan öbekleridir; sıradanlık eşzamanlı olarak hem animist bir yaşam gücüne, canlılığa hem de ölü bir yılgınlığa işaret eder, ama asla durağan değildir. Sıradan duygulanımlar gündeliğin daimi deviniminde açılan ilişkilerin, manzaraların, epizotların ve tesadüflerin rizomatik bağlarla birbirine eklemlendiği, ucu bucağı belirsiz hareketleridir. Sıradan şeyler bizim başımıza gelirler; dürtülerde, duygularda, duyumlarda, titreşimlerde, beklentilerde, ihtimallerde, gündüz düşlerinde, yeryüzüyle ilişkilenme biçimlerimizde stratejik hamlelerimizde, başarısızlıklarımızda ve çöküşlerimizde bizimledirler. Hem kamusal hem özel alanda bizi kıskıvrak yakalarlar […] Bir sisin içindeki muhtemel irili ufaklı maddeler ve kuvvetler gibi her yerde dolaşır, her yere girip çıkarlar.” (Stewart, 2007, s. 2-5)
Stewart Sıradan Duygulanımlar’da bireyin öncelikle kenti tecrübe etmesinin çeşitli yollarına, duygu geçişlerine, duyumların yarattığı ve çoğullaştırdığı ilişkilere odaklanırken taşraya da bakışını çevirerek Amerikan gündelik yaşamında kazı altındaki kimi anlara odaklanır. Bilhassa taşra, topluluk, Tanrı, din, kadın, özgürleşme ve özgürleşememe ekseninde benliğin Tanrı’nın fırtınalarına nasıl açık olduğunu ve benliğin mücadelesini şiire yaslanarak okura aktarır. Kişisel yaşam tecrübesini üçüncü ağızdan aktararak anlatıda ben ve öteki arasındaki sınırları muğlaklaştırır. Kendine has üslubuyla ruhunu kaybeden bir dünyanın çığlığını irdeleyen etnografik bir şiir yaratır. Yer yer de sıradan duygulanımlar içinde uzun süre kalmanın var oluş ve yok oluş meselesine başka bir anlam kattığından bahseder. Burada Heidegger’ci bir bakışla zihin durumu, haleti ruhiye ve fırlatılmışlık kavramlarının içerdiği Dasein’ı daha derin kavrayabileceğimizi söyler Stewart. Heidegger’in Dasein’ından yola çıkarak bizim dünyayla olan ilişkimizi dış etkenlerden bağımsız olarak değerlendirmez. Sıradan duygulanımı ruhun bir tutkusu ve yaşam gücü olarak ele alır. Stewart’a göre sıradan duygulanım kendimizi tam da içinde bulduğumuz ve bizim başımıza gelen şeydir. Haletiruhiyemiz, yaşam iştahımız ve tutkularımız sıradan duygular ve duygulanımla yakından ilişkilidir ve dünya-içinde-olma’nın fırlatılmışlığını anlamamıza yardımcı olur. Heidegger için tutkular nasıl özsel olarak rasyonel olan öznenin psikolojik veçhesi değilse ve dünyaya uyum sağladığımız temel yollarsa, Stewart için de duygular, duyumlar ve tutkular günlük yaşamımızı ve dolayısıyla benliğimizi oluşturan önemli bağlantılardır.
Müldür’ün poetikasına tam bu noktadan baktığımızda insana ve doğaya ait imgelerin, betimlemelerin, renklerin, seslerin ve dinsel öğelerin bir arada harmanlandığı şiirlerin sıradan duygulanımdan oldukça beslendiğini görürüz. Sıradan duygulanımın şiirdeki işlevi ve rolü Müldür’deki ekopoetika önermesinin yolunu açtığını söyleyebiliriz. Çoğu kez doğal ve dolayısıyla toplum tarafından makbul, ahlaki veya saf olanla ilişkilendirmeye karşı çıkan ekopoetika kavramı, ilkin 20. yüzyılın ilk yarısında salt pastoral ve aşkın Romantik bir odağa direniş olarak ortaya çıkmış, yeryüzü ve yaşamdaki ilişkisel ve duyumsal ağlara yönelmemizi önermiştir. Ekopoetikayı Antik Yunancada oikos οίκος “ev, yakın çevre” sözcüğüyle ilişkilendiren edebiyat ve çevreci beşeri bilimler eleştirmeni Jonathan Skinner bu kavramı tanımlamış ve kuramsallaştırmıştır. Skinner ekopoetikayı kavramsallaştırırken insan ve insan olmayan her çeşit canlının, bedenin ve maddenin birbiriyle çok yönlü temas ettiği noktalara değinmiş ve ekopoetikayı “ev yapmak, ev çatmak” olarak tanımlamıştır. (2001, s. 5) Skinner’dan yola çıktığımızda, ekopoetika kavramının yeryüzündeki köklenişimize, yerimize ve ilişkilenme biçimlerimize dair yeni sorularla, yeni ev yapma tahayyülleriyle bizi buluşturduğunu ileri sürebiliriz. Bu çerçevede Müldür’ün şiiri yeni ev kurma biçimleriyle buluşturur bizi. “Yıldız Madalyonlu Mektuplar”da bunu görmek mümkündür:
1. Mektup
yanımıza bir tabak erik ve kiraz alıp
kardeşimle ben
babamın kitaplarıyla başladık işe
ben en çok savaş ve barış’a çarpılmıştım
okul çantamın içinden gizli gizli 9, 10 defa okudum
ben teksas’ı tommiks’e tercih ederdim
konyakçı hep aklımı karıştırırdı
donald ve varyemez’den en çok küçük yeğenlerini
ama hayır böyle yazmak istemiyorum
şey–daha çok başka birşey daha çok başka birşey
yazmak istiyorum
şöyle başlasam:
herhangi bir sonbahar günü…
herhangi bir sarılık…
kurumuş yaprakların üstünde yürüyoruz…
bir kağıt denizinin üstünde ilerler gibi…
benim adım virginie… seninki pol…
…
Serada eğik camların üstünden kayıp giden
yağmur damlacıkları gibi bir duygu.
Limon ağaçlarının arkasında seni düşünüyorum.
Tavanda birkaç güvercin yuva yapmış.
Böyle anlarda karşıda
ufukta bir yelkenli
senin yelkenlin belirir gibi oluyor.
3. Mektup (Virginie’den Pol’e)
Sevgili Pol,
Dün gece kayısı abajurun ışığında
defterime şunları not ettim
çünkü aşkımız kayısı renginde bir şey
ve bütün bunları düşündüğüm zaman
odaya altınsı bir ışık doluyor …
…
böylesi bir ışık mıdır diye düşünürken
o kadar dalmışım ki
masamın üzerine bırakılan
bir bardak sütü fark etmemişim bile.
her neyse sana olan aşkımın
bende yankılandırdığı o yüce duygulanımlara
en yaklaşan şeyler olduğu için, işte, dün gece
defterime kur’an dan esinlenerek yazdığım cümleler:
…maddi varlıklar dünyasının son bulup gayb
âleminin başladığı noktada rabbin meleği
belirdi. şeffaf kanatlarıyla. çok güçlü biri
ve güzel görünümlü ve doğruldu o en yüksek
ufukta iken.
Aşkımız Pol, yani tarçın…
Biz ormandan, nehirden, tarçın kokulu kıyılardan
olan biz… evlerinin sağlam olduğuna inanan
sizsiniz. Hiçbir zaman susmamak için, hiçbir
zaman susmamak için. Ve biz, biz izlerimizi siliyoruz.
Sonsuza dek… (Müldür, 1994, s. 43-50)
Burada Müldür hem dünya edebiyatındaki metinlere bolca gönderme yapar hem de Eski Ahit, İncil ve Kur’an’dan alıntılara yer verir. Önümüzde bir tabak erikle kiraz, Teksas ve Tommiks, Tolstoy, sıradan bir sonbahar günü ve kurumuş yapraklar vardır. Bütün bunlar Bernardin de Saint Pierre’in 1787 yılında kaleme aldığı özgün eseri Pol ve Virjini’de (Paul et Virginie) tezahür eder. Müldür özgün Pol ve Virjini’ye duygular ve duygulanım aracılığıyla yepyeni bir oikos hediye eder. Mevcut kutsala, mite ve doğaya dair düşünürken bütün bunları banal örüntülerin içine incelikle yedirir. Şiirsel öznede aşk nedeniyle yankılanan o yüce duygulanımlara tavandan görünen sıradan güvercin yuvaları ya da ufukta ansızın beliriveren bir yelkenli eşlik eder. Bu tür gündelik tezahürlerin öznedeki ve haletiruhiyedeki müdahalesi ve çevresine yaydığı titreşimler ise burada önemlidir. Başka deyişle, gündelik yaşam ayrıntılarının öbekleşerek hem şiirsel özneye hem öznenin çevresine etki edebilme kapasitesinin açığa çıktığını görürüz. Bir diğer dizede, aşkın duygulara eşlik eden bir bardak süt imgesiyle bu etki daha katmanlaşır. Buradaki etki eşzamanlı olarak hem çok soyut, metafizik hem de oldukça somuttur, ele avuca gelebilen bir şeydir. Herhangi bir ideolojiden veya öğretiden daha çoğul, merak uyandırıcı ve ikna edicidir. Kutsal olan şey sıradanın ve günün içine yedirilerek öznenin düşüncesini veya dünyaya atılmışlığını, yani Dasein’ı bir biçimde etkileyerek onu bambaşka ve amorf durumlara çağırır. Kutsalı, miti, doğayı, özneyi, kendilik algısını ve aşk kavramını farklı zaman ve mekânlardan geçirir. Tarçın aşk, ormanlardan kıyılardan çatılarak sonsuza dek izlerini silen ve tam da buradan kendini bir farkla yeniden kuran öznenin yeni bir evi vardır artık. Bu ev bilinçli biçimde ve eşzamanlı olarak kendi izini yaratıp siler, yaratıp siler ve nihayetinde silip yeniden yaratır. Aşkın doğa, sözde değişmez kimlikler ve sabit mekânların belli bir odağı ve merkezi yoktur.
Paul ve Virginie heykeli
Prosper d'Épinay
Blue Penny Müzesi
Port Louis, Mauritius, Afrika.
Müldür benzer biçimde bir başka dizesinde “zar atan Tanrı/ askerî bir bilgisayarda rasgele bir hata ile/ nükleer bir yangına sebep olabilir mi?/ Bunu bütün inançlılar hayırlar” diyerek Tanrı, bilgisayar, nükleer felaket imgelerini birbirine dolayarak zar atmanın banal örüntüsünü anlık olarak imgelemimize düşürür. Burada Tanrı’yı, bilimi, nedenselliği, nükleer felaketi başka gözle tahayyül etmemiz mümkündür. Müldür’ün insan olan ile insan olmayan, teknolojik olan ile teknolojik olmayandan yaratılan dolaşık zone’u geleneksel temsil ve yorumlama biçimlerinin dışına çıkmamızı önerirken sıradan duygulanımların yarattığı her biri yüklü sahneler aracılığıyla nihai anlam veya nihai senteze karşı koyar. “UMARIM TAKİP EDEBİLİYORSUNUZDUR” şiirinde de nihai olana şiddetli bir karşı koyuşu görmek mümkündür:
– Herkes is is is istediğini yapar.
– Yaa yap yap yapar istediğini.
Biliyorsunuz bazan oturur öyle düşünürüm.
– Öyleyse funky sesi duyalım.
– BİR DAHA UMARSIZ YAŞAMALAR YOK
BİR DAHA UMARSIZ YAŞAMALAR YOK
– Peki ya akademi, akademik ses ne diyor?
– Akademik sesi funk’la, sars, çıkart at
– Umarım sizi takip edebiliyorumdur.
[….]
– her bir yöne rastgele dağıldığımızda
sanki o bütün gece (sabaha kadar konuşulduğu için
uyumamışların gündoğumunu izlemek ve günün ilk çaylarıyla
bir ay çöreğini paylaşmak üzere deniz kıyısında bir kahveye
girişimizi, sandalyelerin yerlerini hafifçe değiştirdikten sonra
sanki birden serin/serin bir yeşilliğin denizin ortasından
çıktığını görüp ama onu ele geçirmekte yavaş davrandığımız
için onun gökyüzüne sürekli form değiştiren bir bulut gibi
yükselişini acıyla izlediğimizde ki şimdi bunların düşünürken
ağzımda geveleyip durduğum çam sakızını duvara
yapıştırdığımda kendisine miras olarak bir ecza dolabının
kaldığı hafif dişlek ve hatta dörtgöz kızıl saçlı bir çocuğa
Orient’in ilk astronotlarının adı sorulduğunda:
‘Piri Reis ya da al-Battani’ gibi muallakta kalan bir
cevap verildiğinde... Tüm cevap beklentilerinin ötesinde...
– Hadi hadi artık funky soruyu sor:
– Dans adımları atarak benimle dairenin dışına çıkar mısın? (Müldür, 1994, s. 9-10)
Müldür’ün dizeleri bedeni öne çıkartarak bedensellik aracılığıyla yeryüzü ve benlikle yakından ilişkilendiği poetikasını kurar. Bir ayçöreğini paylaşmaktaki sıradanlık, sandalyelerin yerlerini değiştirmekteki fiziksel ve ruhsal etki, bedende yeşil serinliği duyumsamak, hissedilen yavaşlık ya da yumuşaklık gibi hareketler burada apaçık karşımızdadır ve dünyaya müdahalesi önemlidir. Duygulanım noktaları bahsi geçen katı akademik sesi delerek “funky” bir çağrıda bulunur. Dahası bu çağrı Piri Reis ve al-Battani gibi tarihsel önemli figürlerle kesişerek ilkin birbirinden bağımsız gibi görünen tekilliklere işaret eder. Ancak biraz öteye çekilip şiirin bütünselliğine baktığımızda, nefes almayı, yaşamı, doğayı, evreni, sonsuzluğu ve sınırlılığı anlamaya yönelik alanlar, yani astronomi ve denizciliğin, sıradanlıkla ama oldukça da ayrıksı biçimde bir araya geldiğini anlarız. Burada Müldür’ün kutsal, dünyevi, tarihsel, kültürel, duygusal ve sıradan eşiklerden geçerek her birini birbirine doladığını görürüz. Esasen bütün bir evrene ait kozmik zone yarattığını biliriz. Ne var ki bu zone sürekli biçim değiştiren bulut kümeleri gibi yine devinim içindedir. Müldür’ce dansın hiç boyun eğmeyen ritmine eğilimdir ve elbette statüko çemberinin daima dışında konumlanır. Burada bilhassa “funky” sözcüğünün anlamlarına baktığımızda sıradışı, acayip, müthiş anlamlarını bulurken kötü koku, nahoş ve istenmeyen şey anlamlarını da içinde barındırdığını görürüz. Bu yanıyla benliğin, ötekinin, evrenin, doğanın, insan olmayan ve insan dışı her türlü varlığın sözde keskin sınırlarını patlatır Müldür. Çoğulluktan, birbiriyle kesişen ve çarpışan anlamlardan geçen amorf bir “funky”lik haliyle insanı, çevrelendiği evi, başka deyişle oikos’u normatif yapının dışında duyumsal olarak kurgular.
“MÜLDÜR’ÜN ŞİİRİNDE, ÇOĞU ZAMAN ŞİİRSEL ÖZNENİN İÇİNDEN GEÇTİĞİ VE BEDENİNDE HER ZAMAN FARKLA TECRÜBE ETTİĞİ SIRADAN DUYGULANIMLAR BİR DOLAŞIKLIK POETİKASI ÖNERİR OKURA.”
Sonuç: Müldür’de sıradan duygulanımla açılan queer ekopoetika ihtimali
Müldür’ün şiirinde, çoğu zaman şiirsel öznenin içinden geçtiği ve bedeninde her zaman farkla tecrübe ettiği sıradan duygulanımlar bir dolaşıklık poetikası önerir okura. Özneyi yeryüzü ve içine aldığı her türlü kutsal/sıradan figür, canlı varlık, madde, nesne ile bir arada ve çok yönlü ilişkilendirerek yeniden yaratır. Oikos’u yeniden bir farkla inşa etmenin müdahalesi ise Müldür’de queer ekopoetika ihtimaline bizi götürür. Performans çalışmalarını queer teoriyle birleştiren eleştirmen José Esteban Muñoz, queer’i geniş bir perspektifte duygulanım üzerinden tanımlayarak şöyle der:
“Queer haller evrende ve zamanda başka türlü ikamet etmemizi imkânlı kılan, norm dışı arzular toplamı olarak yeniden tahayyül edilmelidir. Bu öyle bir arzu olmalıdır ki, bütün taleplerin yetersizliğini öne çıkarmalı, farkın içinde çoklu ve ilişkisel ait olma yollarını aramalı ve sıradan olanı asla reddetmemelidir. Çünkü beklentisel bir aydınlanma ancak sıradan olanın mevcut dilde bir fark inşa etmesiyle tezahür eder.” (2009, s. 6-9)
Buradan hareketle queer olarak tarif edebileceğimiz özne ve pratikler mevcut zaman-mekânda büyük çatlak oluştururlar. Müldür’ün poetikasında queer ekopoetikayı heteronormatif düzende sıradan duygulanımın patlak verdiği, etrafa saçıldığı ve umarsızca dans ettiği ucu açık öbekler, uzantılar olarak yorumlamamız da mümkündür. Farkın içinde ikamet etmek, öznenin temas ettiği her bir varlığın hakikatini kendisine teslim etmek heteronormatif yapının dışında şekillenen yaşama biçimlerini görünür kılar. Dahası, salt kan bağı ötesinde açılan anti-patriarkal, anti-kolonyal, anti-heteroseksist ilişkilerle örülü yeni çevresel ortaklıklar yaratır queer ekopoetika. Müldür’ün estetik evreni tam da bu jest üzerinden queer bir ihtimale göz kırpar. Yazıyı “Constantinopolis’e Uyanmak” ve İstanbul’un mekân olarak duygu, duyumsallık ve queer bir ihtimale yeniden yazımıyla sonlandırayım:
[…] gözkapakların yorgunluğun
altın suyuna batırılmış, gece kenarlarından dağılıyor.
yalnız sana ait bir şey olarak kalmak, kimsenin de senden bir şey
alamayacağı uzun uyku imparatorluklarına katılmak istiyorsun.
bunun için evini terk ettin, kalktın Pera’ya geldin. Bizans’ın altınsı
sularında uyuyorsun. bundan daha iyi bir yer seçemezdin
bir adsızlığı yaşamak için. Yanı başında tiktakları duyulan bir
masa saati var. sokaklarda kimse yok şimdi. bir gececil
motosikletiyle Galata kulesine tırmanıyor. Marianne Faithful
dinliyor. The Boulevard of Broken Dreams...
gece uzun adın yok senin. gece bir Çin lokantasının adı kadar
uzun […] bir ses duyuluyor, karanlık yağmur, Byzantium, gümüş tozlu ayışığında
sonra onun oluyor. yaşadığın günleri, geceleri, sözcükleri, kişileri
seçmek isterdin. ama yapamıyorsun, bunun yerine Bizans’a bakarak
uyuyorsun. (Müldür, s. 78-91)
KAYNAKÇA
- Muñoz, J., Cruising Utopia: The Then and There of Queer Futurity, New York: New York University Press, 2009.
- Müldür, L., Buhurumeryem, İstanbul: Metis Yayınları 1994.
- Müldür, L., Seriler Kitabı, İstanbul: Remzi Yayınları, 1991.
- Skinner, J., “Editor’s Statement”, Ecopoetics 1: 5-8, 2001.
- Stewart, K., Ordinary Affects, Durham, NC: Duke University Press, 2007.
- Stewart, K., Sıradan Duygulanımlar, çev. Zehra Cunillera, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2009.
Önceki Yazı
Haftanın kitapları – 20
K24'te haftanın vitrini: Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazı yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar...
Sonraki Yazı
Bizansiyya ve “her şeyin teorisi”
“Bizansiyya, Müldür’ün, girdabına çekilmekte olduğu ve mevcudiyet sebebini bütünüyle tarihsel yük ve toplumsal mirasa dayandırdığı varoluşsal kaosa bir anlam bulma, hatta bir tür bütünleştirici, kapsayıcı ve nihai 'Theory of Everything' (Her Şeyin Teorisi) icat etme çabasıdır.”