Perhat Tursun’un kısılmış sesini duymak
“Tursun 2003 yılında Kafka hakkında yazdığı bir şiirde şöyle demiş: 'Kafka gibi bir yazar olmayı hayal edip durdum / Lakin ola ola ancak bir Kafka karakteri oldum.' Şiirden iki on yıl sonra sadece Tursun’un değil, mensup olduğu koca bir halkın Kafka karakterine dönüştürüldüğü bir âlemde yaşıyor olmak elbette hüzün ve utanç kaynağı tüm dünya için.”
-I-
Perhat Tursun, 2018’in Ocak ayında 400’den fazla Uygur entelektüel, sanatçı ve siyasetçiyle beraber “ortadan kayboldu”. Pek çok başkası gibi uzun süre kendisinden haber alınamadı. 2020’de yayımlanan bir raporda 16 yıl hapse mahkûm olduğu iddia edilse de, neden tutuklandığı ve nerede bulunduğu hakkında herhangi bir bilgiye ulaşılamadı. Ancak 2023 senesinin başlarında Uygur haber siteleri yazarın hayatta olduğunu ve haber tarihinde Atuş kenti yakınlarındaki Ağu hapishanesinde tutulduğunu yazdılar.
Okur sanırım hak verecektir, Çin devletinin Uygurları “ehlileştirmek” ve “terbiye etmek” için tasarladığı toplama kampları zaman zaman dünyanın (ve Türkiye’nin) gündemine girse de hiçbir zaman bir ana mesele olmadı. Oysa bir halkın tüm insani haklarının elinden alındığı ve teknolojinin son olanaklarının asimilasyon aracı olarak kullanıldığı, Tursun gibi kültür-dil emekçilerinin tamamen susturulduğu distopik bir tecrübe var karşımızda. Kampların hacmi ve etkisi hakikaten ürkütücü. Tursun’un da aralarında bulunduğu 1 ila 1,5 milyon arasında Uygur’un yolunun bu mekânlarla kesiştiği tahmin ediliyor. Vakanın korkunçluğuyla karşılaştığı tepkinin zayıflığı arasındaki orantısızlığa şaşırmamak elde değil.
Perhat Tursun, 1969’da Çin’in Sincan eyaletinin Atuş kentine yakın bir köyde doğdu. Mao’nun ölümünden sonra yaşanan nispi değişim sürecinde bir grup Uygur öğrenci ilk defa kendi bölgeleri dışında üniversite eğitimi alma fırsatı bulmuş, Tursun da bu ilk öğrenci grubu içinde yer almıştı. Pekin’de Minzu Üniversitesi’nde okudu, sonra Türki Edebiyatlar üzerine doktora yaptı. Eğitim hayatının ardından Sincan’a dönüp Urumçi’ye yerleşti. Sonrasında, 1990’ların başından itibaren bin bir zorluk içinde çiçeklenen modern Uygur edebiyatının önde gelen ve nevi şahsına münhasır isimlerinden biri haline geldi.
Çin’in küresel ekonomiye entegre olduğu ve hızla dönüştüğü bu yılların Uygurlar için hem bir açılım hem de tedrici artan bir baskı dönemi olduğunu söylemek mümkün. Tursun daha öğrenciyken Uygur yayıncılığı hızla gelişmekte ve pek çok önemli eser Çinceden Uygur Türkçesine çevrilmekteydi. Öte yandan, yeni nesiller Çin diline ve onun birikimine çok daha açık bir kültürün içinde büyüme imkânına sahiptiler. Tursun da pek çok kuşakdaşı gibi hem atalarına kıyasla çok daha iyi bildiği Çince hem de kendi çabasıyla öğrendiği İngilizce aracılığıyla dünya edebiyatına aşinalık kazandı. Bunun yanı sıra, özellikle 2000’lerin başından itibaren internet ve internet kültürünün yarattığı imkânlar Uygur Türkçesi adına küçük çaplı bir rönesans yarattı. Uygurlar için anadilinde yazmanın ama daha önemlisi yazılanları yaymanın hiç olmadığı kadar kolaylaştığı bir dönemdi bu. Böylelikle, Tursun’un nesliyle beraber Uygur Türkçesinde belki de ilk defa gerçek anlamıyla modern bir edebiyat doğuyordu.
Ama bu yeni gelişmeler merkezî otoriteyi mutlu etmeyi bırakın, kaygıya sevk etti. Üstüne aynı yıllarda, Çin’de hem etno-milliyetçilik hem de dünyadaki gelişmelere paralel “İslami terörizm” söylemi kuvvetleniyordu. Bir yandan da Sincan’ın yeraltı kaynakları bakımından ülkenin en zengin bölgesi olduğu keşfedilmişti. Elbette, Doğu Türkistan siyasi açıdan yüzyıllardan beri sorunlu ve gerilimli bir bölgeydi. Çin’in merkezî idaresiyle de, öncesinde Çing Hanedanı’yla da ilişkileri hep karmaşık ve problemli olmuştu. Ama özellikle 2000’li yılların başından itibaren baskı politikalarının şiddeti benzeri görülmedik bir seviyeye ulaştı. Teknolojinin yeni imkânlarıyla Uygurlar ve bölgedeki diğer Müslüman halklar[1] Darren Byler’ın Kafka’dan ilhamla isimlendirdiği şekliyle bir “yüksek teknolojili (high-tech) ceza koloni”sinde yaşamaya mahkûm edildiler.[2] Bu yeni dönemin en önemli gelişmesi ise 2017 senesinde “Yeniden Terbiye Kurumu” adı verilen toplama kamplarının açılması oldu. Perhat Tursun ve halkı için eksiksiz bir yok oluştan başka hiçbir şey vaat etmeyen bir ölüm yumruğu teşebbüsüydü bu.
-II-
Maalesef Perhat Tursun’un adı Uygur toplumu dışında ancak içine düştüğü bu felaketin ardından duyuldu. Aslında son birkaç senedir Tursun’un eserlerinden parçalar, özellikle bazı şiirleri İngilizce yayınlarda görülmeye başlanmıştı. Ama yazarın isminin Batı kültür âleminde tam anlamıyla fark edilmesi, ancak Arka Sokak (Arka Kuçe)[3] adlı romanının 2022’nin sonlarında The Backstreets: A Novel from Xinjiang adıyla Columbia Üniversitesi tarafından yayımlanmasıyla mümkün olabildi.[4]
Aslında Arka Sokak Tursun’un Büyük Şehir (Çong Şeher) isimli projesinin ilk cildi. Eseri, ismi açıklanmayan ve o da Tursun gibi “ortadan kaybolan” bir Uygur mütercimle beraber çeviren akademisyen Darren Byler’ın aktardığına göre yazar eserin ilk halini 1990’da yazmış, 2005’te gözden geçirip yenilemiş, 2013’te ise internet üzerinden yayımlamış. 2015’te ise İngilizce baskı için metni son bir kez revize etmiş.
The Backstreets
A Novel From Xingjiang
İngilizceye çev. Darren Byler ve anonim çevirmen
Columbia University Press
Eylül 2022
168 s.
Oldukça zorlu, okura meydan okuyan bir eser Arka Sokak. Parçalı, lirizme yüz vermeyen ve bildik anlamda düğümü ve çözümü olmayan bir metin. Romanın kahramanı ve anlatıcısı Urumçi’de küçük bir büro işinde çalışan genç bir Uygur erkek. Söylediğine göre sadece bir aydır bu kentte yaşıyor. Kimi kimsesi, kalacak bir odası, hatta kendi deyişiyle bürodaki külüstür çekmeceden ve çekmecedeki birkaç kitaptan başka ona ait hiçbir şey yok bu şehirde (s. 15). Romanda en basit haliyle, onu kendisine kalacak bir yer aramak amacıyla kenti dolaşırken izliyoruz.
Kahramanı tanırken ilk gözümüze çarpan onun yoğun bir mekânsızlık, kimsesizlik ve aidiyetsizlik hissiyle dolu olduğu. Bir tarafta en azından başlangıçta Urumçi’ye ve genel olarak kent yaşamına dair mahcup bir umutla dolu. Kentin kendisine yaşama arzusu vereceğini umuyor. Ama kent bu masum umutluluk haline cevap verecek şekilde karşılamıyor onu. Karşısına öncelikle şehre çökmüş ve hiç kalkmayan bir sis tabakası olarak çıkıyor Urumçi. Kahramanımız büronun bulunduğu binadan dışarıya her adım attığında bir sis çölünün ortasına düşmüş buluyor kendini.[5]
Ama daha önemlisi, romanda neredeyse bir ikinci kahraman olan sisin anlatıcımızın tüm görme yetisini elinden alıyor oluşu. Aşılmaz bir kalınlıkla kahramanla kentin arasına giriyor sis. Kahraman susmayan araba klaksonlarının gürültüsünün de bu sise karıştığını ve diğer her şeyi susturduğunu düşünüyor. Bu gürültülü sessizlik içinde ne kentin sokaklarını ne binaları ne de etraftaki insanları görebiliyor. Ne kadar dolaşıp dursa da insana ve kente dair en ufak bir aşinalık kuramıyor. Gözün kabiliyetini yitirdiği bu noktada duyum merkezi gözden burna geçiyor. Romandaki en ilginç noktalardan birisi bu. Kahraman sürekli bir koku hücumu altında. Kent, binalar, insanlar ve hatta hatıralar ona bin bir çeşit koku olarak geliyor.
Bu kokuların büyük kısmı birbirinden rahatsız edici ve çok zaman kahramanımızı tiksintiyle dolduruyorlar. Dolayısıyla çöp, püsür, dışkı, ter, beden kokuları arasında bir ev bulma arayışı okuyoruz. Bu arayışı kentin uyartılarıyla canlanır gibi olan acı bir cinsel arzu bölüyor ara ara. Tüm bunların toplamında anlatıcı kahramanı bir duyum makinesi gibi algılamak işten değil. Kalacak bir yer ararken, duyumdan idrake, idrakten anlama çıkan bir yol aradığını da düşünebiliriz bu haliyle.
Bu karmaşık yolculuk içinde kahramanın zihninin tuhaf bir meşguliyeti daha var: Hiç durmadan sayıları düşünüyor. Gördüğü her sayıyı tekrar ediyor kendine, etrafına her baktığında farklı sayılar bulmaya çalışıyor. Gördüğü rakamların ve sayıların arkasında özel anlamlar arıyor. Bir taraftan okurun onun tüm bu duyum makinesinin çiğliği karşısında sayılara sığındığını düşünmesi mümkün. Her insanı ve her olayı sayılarla anlayabileceğini ya da ifade edebileceğini düşünmek istiyor anlatıcımız. Öte taraftan sayılar sanki sisin görme ve dokunmayı imkânsız kıldığı ortamda bir somutluk düzlemi veriyor ona, kendini yitirmemesini sağlıyor.
Romandaki tek iç mekân kahramanın çalıştığı büro. Güneş görmeyen, sürekli floresan ışığı altında kasvetli bir yer olsa da kahraman metnin başlarında burayı bir tür sığınak gibi görüyor. Ama sürekli gülümseyen, aşırı nazik ve hatasız Çince konuşan patronu onun büroyu evleştirme eğilimini fark edip onu durduruyor. Öte yandan, çalıştığı yer diğer çalışanlara kalacak yer sağlarken, sebepsiz bir şekilde sadece onu bu haktan yararlandırmıyor. Burada patronun sinir bozucu gülümsemesiyle Kafkaesk bir kapı nöbetçisi gibi durduğunu, kahramanı dışarıya, kente doğru püskürttüğünü söylemek lazım.
Darren Byler çeviriye yazdığı girişte Güney Sincan’ın 1990’larda hem Çin’in ihracat temelli ekonomiye geçişiyle beraber bir sanayi ve doğal kaynak (kömür, petrol, gaz) merkezi olarak büyük yatırım aldığını ve bu süreçte bölgeye yoğun etnik Çinli (Han Çinlisi) göçü olduğunu kaydediyor. Bu süreçte yavaş yavaş kentlere gelmek durumunda kalan Uygurlar devlet eliyle büyük ayrımcılığa uğruyorlar. Kendi kentlerinde hem kentte ikamet izni almakta hem de iş bulmakta karşılarına pek çok zorluk çıkarılıyor. Çalışabiliyorsa, bu ancak düşük pozisyonlarda olabiliyor. Byler, Arka Sokak’ın dolaylı yollardan bu toplumsal şiddete cevap olarak okunabileceği kanaatinde (VII-VIII). Dolayısıyla, eserdeki büro-patron temsilinin genel bir çalışma hayatı metaforu olmaktan ziyade (ya da en azından yanı sıra) yerel bir hakikati temsil ettiği söylenebilir.
Bîmekân kahramanımız bir türlü içine dahil olamadığı bir vuzuhta gezinip kentin soğuk yüzüyle kavga ederken bir yandan zihninde sürekli çocukluk hatıraları ile mücadele veriyor. Aslında bu haliyle metnin birbirinin içine geçen şimdi ve geçmiş olarak iki düzlemi var. Şimdi, beklenmedik anlarda beklenmedik uyartılarla geçmişi çağırıp duruyor eser boyunca. Böylece yavaş yavaş köydeki çocukluğunu tanımaya başlıyoruz kahramanın. Kentin kokuları içinde devinirken özellikle iki çocukluk figürü zihnine hücum ediyor. Birisi esmer tenli komşu kızı, diğeri babası. Komşu kızına dair hatıra tüm karmaşasına rağmen gerçek ve masum bir sevgi anı gibi beliriyor. Belki de şöyle denebilir, metindeki tek gerçek iletişim hali olarak. Babaya dair hatıra ise daha baskın. Kahramanın kente dair umutsuzluğu arttıkça zalim ve çirkin bir duyum âlemini beraberinde getirerek beliriyor baba. Kahramanın içinde salındığı karmaşanın kökünü bir tarafıyla baba figürüne bağlamak mümkün gibi görünüyor. Romanın sonunda anneyi öldüren ve evin ortasına gömen bir katile dönüştüğünde ise kahramanın ağrısı (belki de en çok bir anasızlık ağrısı) okur için bir nebze de olsa ete kemiğe bürünüyor.
Kahramanımız bu anneyi gömme sahnesini hatırlarken çok ilginç bir mizansenle karşılaşıyoruz. Anlatıcı duvarda kocaman bir Mao Zedung portresi olduğunu ima ediyor. Çocuk korku içinde olan biteni seyrederken Babanın gölgesi Mao’un resminin üzerine düşüyor. Luke Hallam bunun Uygurların Çin Komünist Partisi ile ilişkisine dair bir metafor olarak okunabileceğini düşünmüş.[6] Bu doğru mudur bilmiyorum ama babanın anneyi Mao’nun dev portresi, kocaman kafası ve gözleri önünde öldürüp gömmesi sahnedeki tedhiş duygusunu kuvvetlendirip boyutlandırıyor.
Arka Sokak’ı tastamam bir politik roman olarak düşünmenin kolay olmadığını okur takdir edecektir. Görüldüğü gibi metin bir tarafıyla boğazına kadar varoluş sancısıyla dolu. Kahramanın yer yer Sartre’ın Bulantı’sından Antoine Roquentin’i hatırlattığını düşünmek işten değil. Anlamın her yeri kaplayan yokluğunda Tursun’un anlatıcısı çok zaman bir idraksiz beden gibi işliyor. Onun bu haline bakarken resmedilen dış dünyanın birbirine sürtünen ve karışan ruhsuz cisimlerden ibaret kaldığını hissediyoruz. Tıpkı Roquentin gibi nesnelere dokunur, taşlara kâğıtlara değerken bir “varoluşma” halini tecrübe ediyor. Ya da kahramanın hem sokak hem de bürodaki sonsuz iletişimsizliği, bu duyguya eşlik eden çıplak korku duygusu ve her içeriye girme denemesinin trajik bir başarısızlıkla malul olması okura ister istemez bir Kafka âleminin yakınında durduğunu hissettiriyor. Ama ne olursa olsun, roman tüm bunlarla beraber Uygur tecrübesi hakkında bir tanıklık metni olarak okunmaya müsait anlar, noktalar ve pasajlarla dolu.
Daha romanın başlarındaki bir sahnede, Çince konuştuğu ima edilen, öfkeden alnı şişmiş birinin sisin içinde çıkıp anlatıcıya “Altı şehirlileri doğra, doğra, doğra, doğra…” (alte şeherlikni çanap, çanap, çanap, çanap…) diyerek yaklaştığını görüyoruz. Bu “doğra!” sözünü onlarca kez tekrar ederek geçip gidiyor bu kişi ve metin görsel olarak burada ilk ve son defa kesiliyor (doğranıyor!).

Altı şehir Uygurların anayurdu olan Turpan, Korla, Aksu, Kaşgar, Yarkent ve Hotan şehirleri için kullanılan bir ifade. Anlatıcı giden kişinin arkasından bakakalıyor ama adam bu “doğra” kelimesini öyle bir kuvvetle söylemekte ki, her söyleyişte birinin kafasının vurulduğunu ve kellesinin kanlar içinde yere düştüğünü hayal ediyor (s. 10). Sonra kendi kendine bunun olup olamayacağını tartışıyor. Bu şehirlerde en az 4,5 milyon Uygur yaşamakta, mümkün mü hepsini tek tek doğramak?
Byler
Byler bir söyleşisinde bu kısmın İngilizce çeviriye kaynaklık edecek metne son revizyonda eklendiğini ifade ediyor. Belli ki Tursun, eserinin Uygur meselesine dair söyleyecek sözü olduğuna inanıyordu ve bu kısmı ekleyerek bunun apaçık olmasını istedi. Metnin farklı yerlerinde de Uygur tecrübesinin çeşitli hallerinin temsil edildiğini görüyoruz. Örneğin, Pekin’deki öğrencilik yıllarından bahsederken kahramanımız, Uygur gençlerin nasıl oradaki hayattan tamamen izole, Pekin’e, Çin’e ve Çinceye karışamadan yaşadıklarını aktarıyor. Öte yandan, pek çok ara anda anlatıcının “biz Uygurlar” diyerek söze girdiğini ve sessizce bir “bizlik” inşa ettiğini görüyoruz. Elbette bu bağlamda okuru bekleyen en önemli soru şu: Kahramanın bu bunalımlı kimsesizliği ve mekânsızlığı tüm Uygur halkına ve yaşadıkları felakete dair bir metafor olarak okunabilir mi? Bu soruya olumsuz cevap vermek oldukça zor.
Eserin hem içerik hem üslup bakımından bana en çok Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu anımsattığını söylemeliyim. Zayıf, yenik ve kudretsizliği üzerine kapanmış erkek kahramanın geçmişle şimdinin iç içe geçtiği bir atmosferde kendilik arayışı, bunun sonucunda romanın bir bellek/zihin metni olarak belirmesi ve ilk anda çok şahsi, özel görünen bu temsilin ait olunan halkın ve kültürün meseleleriyle renklenmesi (ya da lekelenmesi) bir kardeşlik hattı kuruyor iki metin arasında.
Yazıyı Tursun’un 2003 yılında Kafka hakkında yazdığı bir şiirden alıntıyla noktalayalım. Şöyle demiş Arka Sokak yazarı:
Kafka sık sık
Toprağın feryatlarını ve güneşin figanlarını duyardı
Bunlar başka birinin duyabileceği sesler değildi
Zira duyabilmek için onun kadar buhranlı olmak lazımdı
Aynı sesler benim kulağıma da çalınınca
Kafka gibi bir yazar olmayı hayal edip durdum
Lakin ola ola ancak bir Kafka karakteri oldum.[7]
Şiirden iki on yıl sonra sadece Tursun’un değil, mensup olduğu koca bir halkın Kafka karakterine dönüştürüldüğü bir âlemde yaşıyor olmak elbette hüzün ve utanç kaynağı tüm dünya için. Yine de sözün sonunda en kolayı şunu demek galiba: Uygurların bunca acısının içinde Perhat Tursun’un kısılmış sesinin bize ulaşması her şeye rağmen mutluluk verici.
NOTLAR:
[1] Bölgede yaklaşık 12 milyon Uygur, 1,5 milyon Kazak, 1 milyon Hui, 200 bin Kırgız yaşıyor.
[2] Byler’ın konu hakkında Türkçeye çevrilmesi büyük bir açığı kapatacak iki değerli kitabı var. Birincisi doğrudan kamplarda yaşamış ve 2017 sonrası kapanma sürecini tecrübe etmiş insanlarla yapılan mülakatlardan oluşuyor: In the Camps: Life in China’s High-Tech Penal Colony. Columbia Global Reports, 2021. İkincisi ise Byler’ın doktora tezine dayanan ve Sincan’daki son dönemde yaşanan asimilasyon ve köleleştirme politikasını iktisadi boyutuyla beraber ele alan bir antropoloji çalışması: Terror Capitalism: Uyghur Dispossesion and Masculinity in a Chinese City. Duke University Press, 2021.
[3] Romanın Uygurca aslına ulaşmamı sağlayan Aybike Şeyma Tezel’e teşekkür ederim.
[4] Yazıda parantez içinde verdiğim sayfa numaralarının hepsi bu kitaptan. Tam künyesi şöyle: Perhat Tursun, Backstreets: A Novel from Xinjiang, çev. Darren Byler ve anonim bir mütercim, New York: Columbia University Press, 2022. Romanın ilk birkaç sayfasının Türkiye Türkçesi ile çevirisinin Türkiye Günlüğü dergisinin 2020’de çıkan Uygur özel sayısında yayımlandığını da belirtelim.
[5] Byler bir yerde bunun, bu süreçte hızla Çin’in sanayi merkezlerinden biri haline gelen Urumçi’deki korkunç hava kirliliğini akla getirdiğini söylüyor.
[6] “Luke Hallam on Perhat Tursun’s The Backstreets”, The Guardian
[7] Darren Byler, “Becoming Vermin: Perhat Tursun as a Franz Kafka Character", cupblog.org
Önceki Yazı
Kundera üstüne notlar...
“Milan Kundera’nın ölümü Avrupa romanının en önemli yazarlarından birinin kaybı değil sadece, o romanı hazırlayan büyük düşünce halkalarından birisinin kırılması anlamına da geliyor. Tartıştığı konulara, kafasını ve kalemini yorduğu düşüncelere bakılırsa Kundera’nınki neredeyse ‘zamanlı’ bir ölüm, çünkü artık onun irdeleyeceği türden ne bir Avrupa var ne de öylesi bir siyaset.”
Sonraki Yazı
Sait Faik öykücülüğü üzerine:
Kurşunkalemin dönüştürücü gücü
“Sait Faik’in edebiyatını sokak aralarında gezen büyükçe bir su damlasına benzetebiliriz; gerektiğinde görece katılaşmış kurmaca dışı türleri aşındırarak kendisine dahil eden bir su damlasıdır bu. Kendi özgürlüğünün akışkanlığı içinde biçimsel açıdan sabitlenmesi ve tanımlanması, şeklini bulup gölleşmesi ya da katılaşması zordur.”