Korkuyu Beklerken’in çevirmeni Ralph Hubbell:
“Oğuz Atay zamanının ilerisindeydi ve bunu biliyordu da.”
“Nabokov ve Borges'in parmak izleri Korkuyu Beklerken’in sayfalarında geziniyor. Şundan eminim ki, Atay nihayet dünya edebiyatında hak ettiği yeri alıyor...”

Oğuz Atay
17 sene evvel ilk çevirimi yapmak için Ayrıntı Yayınları’nın kapısını çaldığım gün, Abdullah Yılmaz’ın, “Bir çevirmen çevirdiği dilden sorumludur. İngilizceden daha çok Türkçeye hâkim olman mühim” dediğini hiç unutmadım. Bilhassa İngiliz arkadaşlarım, “Öykülerini İngilizceye neden çevirmiyorsun?” diye sorduğunda aklıma geliyor bu. “Kendimi o yetkinlikte görmüyorum” cevabıma anlam veremiyorlar. Yıllardır İngiltere’de yaşayan da, Basingstoke’daki bir şirketin pazarlama departmanında içerik yazarlığı yapan da benim çünkü. Şimdi bir kez daha, Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı öykülerini İngilizceye çeviren Ralph Hubbell ile söyleşirken hatırlıyorum aynı sözleri. İkimiz de kendimizi daha rahat hissettiğimiz dilde konuşuyor, öteki tarafından doğru anlaşılacağımızı bilmenin güvenini duyuyoruz. İngilizce kelimeler tam ifadesini ancak Türkçede bulan çağrışımlar yaratıyor zihnimde. Belki Ralph da aynanın diğer yüzüne yerleşip bir simetriyi tamamlıyor. Daha fazla uzatmadan özetleyelim öyleyse:
Waiting for the Fear, NYRB Classics etiketi ve Merve Emre’nin kaleme aldığı önsözle Ekim 2024’te yayımlandı. Ralph Hubbell’a soruları iki ay evvel Türkçe olarak ilettim. O, ilki hariç tamamını İngilizce yanıtladı. Sonra ben tümünü elden geçirip Türkçeleştirdim. Süreci konuştuğumuz elektronik postalar ise başlangıçta Türkçe yazılıyordu ama zaman içinde İngilizceye döndü. İki çevirmenin buluşması böyle oluyormuş demek ki…
Önce sizi tanıyalım mı biraz? Nerede doğdunuz, nerelerde neler yaptınız? Bugüne dek yaptıklarınızı araştırırken, Ulus Özel Musevi Okullarında altı yıl İngilizce ve sanat öğretmenliği yaptığınızı gördüm mesela. Türkiye ve Türkçeyle ilişkinizden biraz bahseder misiniz?

Hubbell
1981’de New York’ta doğdum, Türkiye’ye taşınana kadar orada oturuyordum. Üniversitede edebiyat ve İspanyolca okuduktan sonra anadili İngilizce olmayanlara İngilizce öğretmek üzerine master yaparken, göçmenlere, turistlere ve diğer yetişkinlere İngilizce dersi vermeye başladım. O sırada yurtdışına taşınmaya karar verdim fakat nereye gideceğimi bilmiyordum. Sadece ABD’den sıkılmıştım ve bir şekilde kaçmak istiyordum. Daha evvel, bir yaz Kosta Rika’da öğretmenlik yapmış, Güney Koreli bir sınıf arkadaşımla yakın bir bağ kurmuştum. Meksika’ya da gitmiştim birkaç kere ve orayı da çok sevmiştim. Bu seçeneklerin hepsi hem zorlu hem keyifli geliyordu bana ama yine de içten içe Avrupa’yı tercih ediyordum. O dönemde birkaç Türk öğrencim oldu, kendilerini ve kültürlerini bana çok sevdirdiler. New York’taki Türk Kültür Merkezi’ne götürdüler, Türkiye’yi uzun uzun anlattılar, ben de merak etmeye başladım. Türkiye’nin inanılmayacak kadar ilginç tarihçesini öğrendim, Avrupa ve Asya’daki konumunun bu tarihin şekillenmesindeki büyük etkisini gördüm. Sonra Türk dilini araştırmaya yöneldim, özel dersler aldım ve Türkçenin büyüsüne kapıldım. Sonuçta kararımı vermiştim: Bahsettiğiniz özel okulda iş buldum ve 25 yaşındayken, daha önce Türkiye’yi hiç görmememe rağmen hayatımı toparlayıp oraya taşındım. Bu ülkede sekiz yıl kalacağımı, bir Türk ile evleneceğimi ve çoğu zaman büyüleyen, ama bazen de çileden çıkaran bu kültürü benimseyeceğimi nereden bilebilirdim ki? Ama ilk günümden beri bir şeyi çok net biliyordum: Türkçeyi öğrenecektim. En büyük amacım buydu, galiba başardım da.
2015 yılında Türkiye’den ABD’ye taşındım ama eşim ve kızım sayesinde Türkiye’yle güçlü bir kişisel bağım hâlâ var. Eşimle aramızdaki konuşmaların muhtemelen yarısı Türkçe geçiyordur. Kızımın ilk dili tıpkı benimki gibi İngilizce, yine de sık sık onunla da Türkçe konuşuyorum. Okuma becerilerimi Türk edebiyatıyla temas halinde olduğumdan koruyorum zaten. Bir yanım hâlâ Türkiye’de sayılır; orayı çok özlüyorum ki, muhtemelen çeviri yapmamın altında da biraz bu var. Bir metni çevirirken çok sevdiğim o yerlere yeniden dönüyormuş, çok sevdiğim o insanlarla yeniden konuşuyormuş gibi hissediyorum çünkü.

Ralph Hubbell ve Max Lawton
Bugüne dek hangi kitapları çevirdiniz? Sırada hangi kitaplar var peki? Yalnızca Türkçeden İngilizceye mi çeviri yapıyorsunuz?
Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’i yayımlanmış ilk büyük ölçekli çevirim. Bunun yanı sıra, Muzaffer Kale ve Nazlı Karabıyıkoğlu’nun bazı kısa öykülerini ve şiirlerini de çevirdim. Evet, yalnızca Türkçeden İngilizceye, tek çevirdiğim bu!
Sırada hangi kitapların beklediğine gelince… Oğuz Atay çevirmeyi sürdürmek istiyorum. Bilhassa Tutunamayanlar’ı, ki Rusçadan İngilizceye yaptığı maharetli çevirilerle tanınan Max Lawton ile birlikte başlamak istiyoruz bu romana. Max bir Türk ile evli ve Türkçe biliyor. Son zamanlarda bazı güncel Türkçe kurgu eserleri çeviriyordu zaten. Fakat asıl, okunması güç kitaplarıyla nam salmış, muhalif Rus yazar Vladimir Sorokin’in çevirmeni olarak bilinir. Max’ın deneysel edebiyat deneyimiyle benim Oğuz Atay’ı çevirme deneyimim bir araya gelince ortaya iyi bir iş çıkacağını düşünüyorum; en azından umudum bu yönde! Ama şimdilik bekliyoruz.
Atay’ın telif haklarını da elinde tutan Türkiye’deki yayıncısı, yurtdışına Sevin Seydi’nin Tutunamayanlar çevirisiyle açılmak konusunda kararlı. Oğuz Atay hayranlarının çok iyi bildiği gibi, Sevin Seydi yazarın sevgilisiydi. Hatta Atay, Tutunamayanlar’ı onun daktilosuyla yazıp ona ithaf etmiş, kimi bölümlerin İngilizceye nasıl çevrilebileceğini de onunla tartışmıştı. Bunlar düşünülünce, Sevin Seydi’nin çevirisi akademik açıdan şüphesiz anlamlı. Ancak kimi sebeplerle de yetersiz kalıyor. Öncelikle, İngilizce deyimlere ağırlık veren bir dil değil ve Süleyman Kargı’nın şiirine düşülmüş dipnotlar gibi “zorlu” bölümler İngilizce okurunu Türkçe okuru kadar zorlamıyor. Kısacası, Sevin Seydi çevirisinin bizi aynı yolculuğa çıkardığına inanmıyorum. Max ve ben orijinal eserin ruhunu taşıyan bir çeviri çıkarabiliriz ortaya. Bu, Herkül’ün bile altından güçlükle kalkacağı bir görev tabii ki; ama biz çevirmenler sırtımıza böyle yükler almayı severiz.
Sıradaki Oğuz Atay kitabını çevirmek için gerekli izinleri sabırsızlıkla beklerken ise dikkatimi Peyami Safa’ya verdim. 9. Hariciye Koğuşu çevirim önümüzdeki yıl A Thousand Horsemen Press etiketiyle raflarda olacak.
Çevireceğiniz kitapları seçerken bir akademisyen gözüyle bakıp Türkçe edebiyatın anlaşılması konusunda değerli olacağını düşündüğünüz kitaplara mı öncelik tanıyorsunuz, yoksa sevdiğiniz kitaplar ve yazarlar mı öne çıkıyor?
Yazı ve çeviri dersleri versem de akademisyen değilim ben. Öğretmenlik daha çok bir yan uğraş benim için. Tam zamanlı görevim akademik program koordinatörlüğü, yani sıkıcı bir idari iş ama neyse ki yazmama ve çeviri yapmama imkân veren bir zaman bırakıyor bana; kimse bakmıyorken tabii!
Bugüne dek çevirdiğim kitapları beni heyecanlandıranlar arasından seçtim diyebilirim. Korkuyu Beklerken’i çok sevdim ve hevesli bir çeviri edebiyat okuru olduğumdan, beni bu nebze etkileyen bir kitabın İngilizce okurunu da etkileyeceğini düşündüm. Aynı şey Peyami Safa tercihim için de geçerli; onu okumamı eşim önermişti. Eşzamanlı olarak, henüz çevrilmemiş Türkçe klasiklere de yöneldim. Biliyordum ki, güncel Türkçe edebiyatın Anglosfer’e yayılması, günümüz Türk yazarlarının şu ya da bu şekilde diyalog halinde olduğu klasiklerin İngilizceye çevrilmesine de bağlı. Orhan Pamuk buna iyi bir örnek. Oğuz Atay’ı, Yusuf Atılgan’ı ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı edebi kahramanları arasında sayar o. Fakat İngilizce konuşan “tipik” bir çeviri okuru belki yalnızca Tanpınar’a aşinadır ve şimdi belki biraz da Oğuz Atay’a. Yanılıyor olabilirim ama Güney Kore’nin kültürel bir odağa dönüştüğünden, İngilizce konuşulan dünyada güncel Kore edebiyatına meraklı bir okur kitlesi oluştuğundan bahsetmeyi seviyorum. Aynı şey Türkiye için de geçerli olsun istiyorum. Yine de aklıma tek bir Kore edebiyatı klasiği bile gelmiyor.
Konunun yayıncılığa ilişkin kısmını da merak ediyorum. Örneğin bir kitabı çevirdikten sonra mı yayınevlerine başvuruyorsunuz? Yoksa onlar mı sizi buluyor? Ajanslar bu sürecin bir parçası mı? Hayattaki bir yazar kitabını çevirmeniz için kapınızı çalabilir mi mesela? Özetle, işvereniniz kim oluyor?
Yeni sayılabilecek çeviri eserlerin birçoğunda süreç şöyle işliyor ve tam da böyle işlemeli zaten: Kitabı okursunuz, en az yüzde 10’unu (ama dörtte birinden fazlasını değil) çevirirsiniz, kitap ve yazar hakkında bilgi veren bir dosya hazırlarsınız, kitabı basacağını umduğunuz yayınevinden bir editörle temasa geçersiniz. Tadımlık bir kısım yerine bütün kitabı çevirmek çok riskli, yayıncılar da bunu biliyor. Bazen bir ajans da sürece katılır, genellikle yayıncı telif anlaşmasını imzalarken olur bu. Bugüne dek yayıncıyla iletişime geçen hep ben oldum, diğer türlüsü yaşanmadı hiç.
Hayattaki bir yazar çevirmenin kapısını çalabilir, evet. Hatta bu durumla sık sık karşılaşılır. Sanırım Maureen Freely, Orhan Pamuk çevirmeye tam da böyle, yazar kapısını çaldıktan sonra başlamıştı. Pek fazla para kazanmadığı düşünülürse, çevirmen ayıracağı onca zamana, harcayacağı onca emeğe değip değmeyeceğini iyi tartmalıdır. Tabii yazarın kendisi varlıklıysa ve çevirmene ödeme yapmaya istekliyse durum başka. Fakat bu oldukça nadirdir.
Oğuz Atay dil ve düşünce kalıplarını eğip bükerek yazan bir yazar. Mizahı da bu üslubun bir sonucu aslında. Klişelerin içini başka türlü doldurarak, bazen de ne kadar boş olduklarını göstererek ilerliyor. Kalıplaşmış ifadeleri ve düşünce biçimlerini kullandığından, bir anlamda rahat okunuyor belki. Ama bir taraftan da o kalıpların bazı şeylere kendiliğinden işaret edeceğini bildiği için, bunları tarif etme gereği duymuyor, yazmadan bırakıyor. Tanıdık ifadeleri bir sembol gibi kullanırken, bu sembollerin çağrıştırdıklarıyla zenginleştiriyor metinlerini.

Fotoğraf: oguzatay.net
Bu söyleşiye hazırlanırken, tahmin edebileceğiniz gibi, kitabın orijinaline de geri döndüm. “Babama Mektup”un girişindeki, “Belki hatırlamazsın ama bugün sen öleli tam iki yıl oluyor” cümlesinin altını çizmişim mesela. Görünüşte sıradan bir cümle olmasına rağmen, bana ilkokul ve ortaokul yıllarında arkadaşlarımın anı defterlerine yazdığım yazılara nasıl başladığımı hatırlatmıştı. Bütün bunların Oğuz Atay’a muazzam bir yerellik verdiğini ve onu başka bir dile çevirmeyi çok zorlaştırdığını düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Bu engeller sizi de zorladı mı? Nasıl çözümler buldunuz?
Atay çevirmeye ilk başladığımda, sanırım “imposter (sahte kimlik) sendromu” yaşadım. Durmadan şöyle düşünüyordum: “Dua et de Türkçe hâkimiyetin yeterli olsun!” Böylece Atay’ın tarzını anlamak konusunda bir takıntı geliştirdim, benim ondan anladığımın diğerlerinin ondan anladıklarıyla aynı olduğundan emin olmak istiyordum. Atay okurlarının onayına başvurdukça (ve sahiden de çok başvuruyordum buna) özgüvenim yavaş yavaş arttı; çünkü herkes bana, “Evet, bizim anladığımız da bu, endişelenmeyi bırak artık” deyip duruyordu. Aklıma kitaba adını veren öykünün, yani “Korkuyu Beklerken”in tiyatro uyarlamasına gittiğim gün geliyor hemen. Oyundan çıktığımda yönetmenin isimsiz anlatıcının kişiliğini yanlış anladığından emindim; bir paranoid şizofreni hastası olarak canlandırılmıştı çünkü. Çok acayipti gerçekten, sahnedeki oyuncu psikolojik uçlarda, bir ileri bir geri salınıyordu, oysa hikâyenin aslındaki anlatıcı, ipleri nadiren kaçıran, kontrolü çoğunlukla elinde tutmayı bilen bir tür nevrotik depresiften fazlası değildir. Oyunda takdir edilecek çok şey de vardı elbette. Belki de bir hikâyenin tiyatroya nasıl uyarlanması gerektiğini daha iyi anlamalıyımdır. Yine de arkadaşlarıma bundan bahsettiğimde doğru bir noktaya temas ettiğimi söylediler ki, bu anadili Türkçe olmayan bir çevirmen olarak kendime güvenmeme çok yardımcı oldu.
Atay’ın metinlerine bir tür yerellik atfetmeniz beni memnun etti. Orhan Pamuk da bir yerde benzer şeyler söyler. Birçok Türk’e göre Atay çok yerel bir yazardır derken muhtemelen tam da bunu kastediyordu, gündelik dili kullanışını yani. “Babama Mektup”un girişinde bulduğunuz cümle iyi bir örnek. Atay sanki konuşuyormuş gibi yazıyor, seslendiği benmişim gibi geliyor bana, ki öykülerinin çoğunu mektup türünde yazdığı düşünülürse ironik bir durum bu. Bu yüzden bir kez daha arkadaşlarıma, eşime ve Atay uzmanlarına başvurup, “Benim anladığım bu, yanılıyor muyum yoksa?” dedim ve yanıt aynıydı:

“Evet, biz de bunu anlıyoruz.”
Elbette amaçlarımdan biri bu yerel konuşma üslubunu, kendi içinde benzer yerellikler barındıran İngilizce diline aktarmaktı. Bunda en zorlandığım öykü ise “Ne Evet Ne Hayır” oldu. Bu hikâyenin içeriğinin çoğu taşralı, cahil bir delikanlı olan M.C.’nin kaleme aldığı mektupla aktarılır. Mektubu dehşet verici bir biçimde kötüdür, dilbilgisi hatalarıyla dolu olduğundan anlaşılması güçtür. Ama bariz sebeplerle İngilizce versiyonunu orijinaliyle aynı şekilde grameri bozuk tutamazdım. Bu soruna bir çözüm bulmam uzun zaman aldıysa da, çözülme zihnimde M.C.’nin çok net bir resminin oluşmasıyla başladı diyebilirim. Hatta onun bir benzeriyle yıllar önce Trabzon’daki bir otobüste tanışmış ve evinde kalmıştım. M.C.’nin bu resmini çevirinin ilk taslaklarını hazırlarken zihnimde taşıdım; fakat İngilizce mektubun yerelliğine Türkçe mektubun etkisini katma sorununa, Facebook’ta gezinirken bir lise arkadaşımın yazdıklarıyla karşılaştığım güne dek bir çözüm bulamadım. İsmi Steve’di ve doğduğu kasabadan hiç ayrılmamış, üniversiteye de gitmemişti. (Galiba şimdilerde tamircilik yapıyor ve muhtemelen ekonomik açıdan benden çok daha istikrarlı bir hayat sürmekte!) Her neyse, Facebook gönderileri eşine hitaben yazılmış, soluksuz okunan, noktalama işaretsiz, duygusal paylaşımlardı ve aradığım çözümün bu olduğunu anladım: Önce hikâyedeki gramer hataları en bariz olan Türkçe cümleleri belirledim ve onları İngilizceye olabilecek en hatalı biçimde aktardım ki, bu hiç de basit bir iş değildi! Sonra da Steve gibi yazdım. Bunun iyi bir çözüm olup olmadığına gelince, sanırım karar jürinin!
Kitap yayınlandıktan sonra ne gibi tepkiler aldınız? Oğuz Atay’ın, “Beni anlamıyorlardı. Zarar yok. Zaten beni daha kimler anlamadı” şeklindeki kehaneti bu defa daha geniş ölçekte doğrulayacak mı acaba kendisini?
Kitabın yayımlanmasına yönelik en genel tepki, “Oğuz Atay mı? Evet, onu duymuştum ve İngilizcede okunabilecek olmasına sevindim. Peki ya Tutunamayanlar?” şeklindeydi. Benim en çok önemsediklerim ise Türklerden gelen tepkilerdi. Burada, ABD’de birkaç okuma yaptım. Bu buluşmalara az da olsa birkaç Türk de katıldı ve Atay’ın öykülerinin ruhunu yakaladığımı söylediler bana. Bu benim için herhangi bir övgüden çok daha değerliydi; çünkü beni en çok endişelendiren konu, İngilizce okurunda, Atay’ı orijinal dilinde okuyan okurun yaşadığına benzer duygular uyandıramamaktı.
Arkadaşlarımın çoğu yazarlardan ve şairlerden oluşuyor; onların tepkisi de olumluydu. Atay’ın metinlerini garip, takip edilmesi zorsa da bunun için çabalamaya değer buldu hepsi; çünkü günün sonunda kitap sürükleyiciydi. Edebiyatçılar arasında okurdan bir emek talep eden ve kurgu bazında bunun karşılığını veren bir yazarla karşılaşmanın memnuniyeti vardı. Nabokov ve Borges gibi tıpkı, onların parmak izleri Korkuyu Beklerken’in sayfalarında geziniyor. Şundan eminim ki, Atay nihayet dünya edebiyatında hak ettiği yeri alıyor. Kitabın satışları çok iyi gidiyor ve Tutanamayanlar’ın yeni bir çevirisini görmeye yönelik ilgi büyük.
Siz bir okur olarak Oğuz Atay’ı ve edebiyatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Onu okuyanların neyi anlamasını istiyordu sizce? Bilhassa Tutunamayanlar Türkiye’de çok satıyor. (“Okunuyor” demeye dilim varmadı.) Bunu neyin işareti sayabiliriz?
Ben edebiyatın mesaj vermek gibi bir amacı bulunduğuna inanmıyorum. Ya da okuru insan olmanın anlamına dair daha bütüncül bir anlayışa itmekten başka bir misyonu olduğuna. Isaac Bashevis Singer’in bir zamanlar söylediği gibi: Edebiyatın amacı eğlendirmek ve bilgi vermektir; ama öncelikle eğlendirmek. Atay iyi bir yazar, çünkü eğlendiren bir üslubu var. Etkileyici, zeki ve komik. Dille öyle yaratıcı şeyler yapıyor ki… Örneğin Süleyman Kargı’nın Tutunamayanlar’daki şiirinin dipnotları gibi. Bir hikâyenin nasıl anlatılması gerektiğini, okurun sayfaları çevirmesini nasıl sağlayacağını biliyor. Peki, tamam; bunu birçok yazar yapıyor. Onu “büyük yazar” statüsüne taşıyan ise Türk edebiyatına getirdiği yenilikler zaten. Yeni biçimleri kabul ettiriyor, ondan önce Türk edebiyatında yeterince temsil edilmeyen kişilere dikkatini veriyor. Mesela yabancılaştırılmış şehirli entelektüeller hakkında yazıyor. Tıpkı Orhan Pamuk, tıpkı Rusya’daki orta sınıf hakkında yazan Çehov gibi. Bir de çok katmanlı bir bilinç akışı var tabii. Onu okunması güç kılan da biraz bu.
Anlaşılmama konusuna dönersek… Bir yazarın anlaşılması ne demek, bundan pek emin değilim. Bir öykücü olarak sizin düşüncelerinizi merak ediyorum doğrusu. Benim için iyi bir hikâye, tıpkı tanıştığımız gerçek insanlar gibi içimize işler, bizi şaşırtır. İlk okumada tam olarak kuşatılamaz, hatta bininci okumadan sonra bile... Hiçbir zaman tam olarak anlaşılamazlar. Bu yüzden bir yazarın ya da bir hikâyenin tam olarak anlaşılması konusu açıldığında, birine beni anlayıp anlamadıklarını soruyormuşum gibi geliyor bana. Hatta eşime bile sorsam bunu, nasıl cevap vereceğini bilemez. Tersi de geçerli elbette. Ama diyebilirim ki, onu çok düşünüyorum ve o da beni çok düşünüyor. Birbirimizin motivasyonlarını, kör noktalarını, düşüncelerini ve duygularını kavramak için durmaksızın çabalıyoruz. Söz konusu edebiyatken de böyle. İyi bir hikâye zihnimize yerleşir, ona durmadan döner, onu gittikçe daha iyi anlarız. Yine de asla tamamen değil.
Amerikalı şair Billy Collins’in “Şiir Sanatına Giriş” adlı çok güzel bir şiiri vardır. Öğrencilerinin şiiri deneyimlemek dururken, onu bir sandalyeye bağlayıp ağzından umdukları itirafı alana kadar işkence etmek istediklerinden bahseder. Bu hikâyeler için de geçerli. Yeni ve genç okurlar öyküde bir anlam ararlar, oysa hiçbir gerçek edebiyatçı metinlerini bir anlam çatısı altına sokmaya çalışmaz dersem eminim siz de bana katılırsınız. Hatta böyle bir yol belirlemezler bile. Soyut değil somut unsurlardan, örneğin karakterden ve durumdan başlarlar, temadan değil. Sonra bu karakterleri hem ikna edecek hem şaşırtacak biçimde örerler. Okurların bu karakterlere ilişkin deneyiminin, kitabı okuyarak geçirecekleri iki-üç saate değeceğini umarlar. Tutunamayanlar’ın Türkiye’de kaç kişi tarafından okunduğuna, insanların tekrar ve tekrar ona nasıl döndüğüne bakılırsa, Atay’ın dileği kabul oldu bence.
Merak ettiğiniz noktayı şöyle anlatmaya çalışayım: Bana kalırsa Oğuz Atay’ın anlaşılmadığına ilişkin sitemi, sizin de söylediğiniz gibi, dikkatini verdiği karakterlerden, daha da daraltırsak kendi hissettiği dışlanmışlıktan bağımsız değil. Ona en mühim gelen meseleleri tıpkı onun gibi derinden hisseden, yaşamı onun penceresinden gören kişilerin eksikliğini çekiyor, müzmin bir yalnızlıktan mustarip. Deneyimlediği, hatta içinde hapsolduğunu hissettiği bu öznel gerçekliğe başkaları da maruz kalsın, ruhunda yanan ateşlerden başkaları da nasibini alsın ve böylelikle nihayet birileri ona sahiden eşlik etsin istiyor sanki. Aklıma günlüğüne yazdığı şu cümleler geliyor mesela: “İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar. Onları üzmek çok zor: Kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında.”
Yani kısacası, benim burada kastettiğim ve Oğuz Atay’ın da sitem ederken kastettiğini sandığım şey, aktarılacağı umulan didaktik bir düşünceden ya da insanın ruhsallığı yerine dışarıda aranıp bulunmuş bir temadan, bir kurgudan ziyade, belli bir zamanda, belli bir mekânda, belli bir kişi tarafından yegâne gerçeklik olarak deneyimlenmiş bir varoluşa okurun da çağrılması. Kurgunun imkânlarının, okur bu gerçekliği ıskalamasın diye seferber edilmesi. Oğuz Atay tam da bunu başardığı için iyi bir yazar bence. Fakat günün sonunda, derinlere açılmaktan ya da hissetmekten korkan bir okurun kitabı suratınıza kapatıvermesi riski daima mevcut.
Bilmiyorum, sizin bunlara ekleyeceğiniz bir şey olur mu?
Bence bu iyi bir kurgu eserin yapabileceklerinin güzel bir tanımı: Bir yazar bir temanın aktarılmasını ya da kitabından bir ders çıkarılmasını, hikâye aracılığıyla bir deneyimi aktarmak kadar önemsemez. Elbette raison d’etre olarak bir fikrin yayılmasını belirlemiş, 20. yüzyılın ortalarına dek SSCB’de ya da Türkiye’de karşımıza çıkan sosyal gerçekçi edebiyattaki gibi sayısız büyük eser de var. Fakat bu eserler de hikâye anlatıcılığı veya okuru ağırlamak konusunda olağanüstü bir iş çıkarıyor. Yaşadığı dönemde okunmadığı düşünülürse, Oğuz Atay’ın, karakterlerinin anlaşılmadığına ilişkin siteminde haklılık payı var tabii. Ama karakterlerin okurla ilk buluştukları dönemde nasıl algılandığından ya da yanlış anlaşılmasından bağımsız olarak, bence hikâye bütün ilgi çekiciliği ve gücüyle yine de orada. Onların sayfalara yansımış kısa yaşamlarının nasıl sonuçlandığını merak ediyorum mesela. Atay’ın eserleri ne kadar plansız ilerliyor görünse bile böyle.
Günün sonunda ben de çok okumuş, bir üniversitenin akademik departmanının çatısı altında bulunmasına rağmen, sokaklarda karşılaştığım herhangi birinin de rahatlıkla yapabileceği bir işi yürüten bir 21. yüzyıl şehirlisiyim. Dolayısıyla Atay’ın karakterleriyle özdeşleşmem, 20. yüzyıl Türkiyesi’nde yaşamış bir taşralıdan daha kolay. Bu karakterler küçük bir kasabadan büyük bir kente taşındıkları, içten aile bağlarından ya da sosyal ilişkilerden yoksun kaldıkları için bulundukları çevreye alenen yabancılaşmış, ondan kopmuş ya da –Atay gibi söylersek– ona tutunamamış kişilerdi. Demek istediğim, Atay’ın başyapıtının İletişim Yayınları tarafından ilk kez Türkiye’deki şehirli nüfusun çoğunluk haline geldiği 1984 yılında yayımlanması tesadüf değildi. Tıpkı şehirleşmenin artan ivmesiyle paralel şekilde, Oğuz Atay’ın eserlerinin yaygınlaşmasının da rastlantı olmaması gibi.
Yani Atay zamanının ilerisindeydi ve bunu biliyordu da. Türk toplumunda imtiyazlı sayılabilecek bir yer edinmiş, makul bir maaşı bulunan, çevresine yabancılaşmış şehirli ve bohem bir entelektüel olarak, kendisini böyle insanlar hakkında yazmaya verdi: Toplumsal koşullar ya da politik düzen gibi dışta olan şeyleri analiz etmek yerine, içe dönmüş, kendi kendisini analize soyunmuş kişilere. “Babama Mektup”taki şu kısım bence bunu çok iyi özetlerken, Atay’ın eserlerinin yaşadığı dönemde niçin anlaşılmadığına da ışık tutuyor:
Acaba senin de bir bilinçaltın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki, sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yan yana düşünemiyorum doğrusu.
Konuştuklarımızdan çıkardığım kadarıyla Tehlikeli Oyunlar’ın çevrilmesi henüz gündemde değil. Doğru mu anlıyorum acaba?
Aslına bakarsanız, sıradaki Atay çevirisi Tehlikeli Oyunlar olacak gibi duruyor. Max ile birlikte yapacağız. Kitabın telif haklarını elinde tutanların ya da İletişim Yayınları’nın bağlı hissettiği bir diğer çeviri bulunmuyor. Tehlikeli Oyunlar’ın Tutunamayanlar’dan önce yayımlanması yazık olacak. Zira Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar’ı Tutunamayanlar’ın çektiği fotoğrafın negatifi gibi görüyordu. Yine de yeni bir Tutunamayanlar çevirisi için epey beklememiz gerekebilir; telif hakkı 2047 yılına kadar düşmeyecek çünkü.
Önceki Yazı

Oğuz Atay’ın Hegelleri
“Tehlikeli Oyunlar ve Tutunamayanlar, Oğuz Atay’ın adından istifade ederek onu başkalaştırıp çoğaltırken, yazıya ve düşünceye dair hangi gerekliliği ve yoksulluğu ortaya çıkarıyor?”
Sonraki Yazı

Nietzsche için Schopenhauer (III):
“Metafizik karabiber”
“Eğitici Olarak Schopenhauer, Nietzsche felsefesinin derin ormanına adım atarken ilk ağaçları izlemek gibidir. Bu orman Wagner, Montaigne, Goethe ve diğer isimlerle okuru karşılar, yerleri sabittir. Bir tek Schopenhauer, ormanı geçerken bizimle yürüyen bir ağaç gibi, eşlik de edecektir.”