Khalil Alrez ile söyleşi:
“Büyük felaketler bile yazı masamın üzerinde soğuk bir malzemeye dönüşür...”
Edebiyatın sürgünle ilişkisi, hayvan karakterlerin sembolik gücü, büyülü gerçekçilikle gerçeklik arasındaki geçişler ve sessizliğin anlatıdaki merkezî rolü üzerine Khalil Alrez’le bir sohbet...

Khalil Alrez, 2022.
Şam’ın Uykusuz Zürafası’nı Suriye’de yazmaya başladığınızı, sonra savaş nedeniyle göç etmek zorunda kaldığınızı biliyoruz. Bir mülteci olarak, yazmaya devam etmek edebi dilinizi ve anlatımınızı nasıl dönüştürdü? Sürgün ve edebiyat arasında sizce nasıl bir bağ var?
Romanımı yazmaya Şam’da başladım, daha sonra Türkiye’de kaldığım altı ay ve Yunanistan’da bulunduğum sekiz aylık süre zarfında yazmaya devam ettim. Nihayet romanımı Brüksel’de tamamladım. Bu sürecin edebi dilimin üzerinde bariz bir değişim meydana getirdiğini düşünmüyorum. Bu mekânlar sadece romanımı yazmak için geçici bir konaklama alanı sağladılar. Edebi dile derinlik kazandırmak mekân ve yazılan konudan bağımsız olarak sürekli okuyarak, yazarak ve dinleyerek gerçekleşebilecek bir çabanın ürünü. Bu açıdan sürgün de tıpkı sürgünün zıddı olan vatan ve daha yakından hissettiğim aşk, dostluk, acı gibi, romanlarımda işlenmeyi bekleyen bir hammadde olarak durur.
Metinde biraz lirik bir iç ses hâkim. Üslubunuzu kurarken nasıl ilerlediniz? Yazarken gözettiğiniz şiirsel bir ritminiz var mı?
Romanımı yazarken birçok sanattan faydalandım; okuyucu romanın birçok yerinde sanki bir tiyatro sahnesi izliyormuş hissine kapılıyor. Belki bu durum, tiyatro sanatına olan özel ilgim, daha önce tiyatro oyuncusu olarak çalışmış olmam ve Moskova’da yaşadığım yaklaşık on yıl boyunca çok fazla tiyatro izlememden kaynaklanıyor olabilir. Ayrıca İki Kişi adlı yayımlanmış bir tiyatro oyunum da var. Okurlar hikâyenin bazı bölümlerinde anlatılan küçük ayrıntılardan dolayı kendilerini adeta kamera önünde bulur. Detaylar bazen çok yakından, bazen de uzak bir mesafeden okurlara izletilir, tıpkı İsam’ın cenazesinde ve son bölümde zürafanın insan kalabalığını Şam’daki Emeviler Meydanı’na götürdüğü sahnede olduğu gibi. Şiir ise cümle yapısının keskinliğinin ve yoğunluğunun gücünden dolayı duyguların, düşüncelerin ve eşyaların arasında alışılagelmişin dışında bağlantılar kurmamı sağladı.
Zürafa figürü kitapta yalnızca bir hayvan değil, bir vicdan, bir hafıza, hatta bir duyuş biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Neden ve nasıl bu karakteri “büyülü varlık” olarak konumlandırdınız?

Şam'ın Uykusuz Zürafası
çev. Eyyüp Tanrıverdi
Timaş Yayınları
Nisan 2025
288 s.
Zürafayı vicdanın, hafızanın, bilincin bir sembolü olarak kabul edebilirsiniz. Ya da çoğu okurun düşündüğü gibi Suriye’nin veya Suriye halkının sembolü olarak da düşünebilirsiniz. Ancak romanı yazarken zürafanın her şeyden önce gerçek bir zürafa olmasına, Başkan Petrova adlı köpeğin sadece bir Afgan köpeği olmasına, Mostaş adlı köpeğin ise poodle (kaniş) ırkı olarak bilinen sıradan bir köpek olmasına ve Gazale adlı kedinin de genelde insanların evlerinde besledikleri kedilerden biri olmasına özen gösterdim. Elimden geldiğince romanımdaki hayvanları tanıtırken okurların daha önce okumuş oldukları edebi betimlemelerle zihinlerinde yer etmiş figürlerinden onları uzak tutmaya çalıştım. Onlara herhangi bir mesaj ya da nasihat sunmak gibi bir amacım olmadı. Konusunun çirkinliğine rağmen, okurda yepyeni, büyüleyici ve acı dolu izlenimler, alışılmadık duygular, çekici ama belirsiz düşünceler uyandıracak, güzel bir dünyaya sahip bir roman yazmak istedim. Romanın başkahramanı olarak zürafayı seçmemin sebebi, romanı yazmaya başlamadan önce zihnimde romanın final sahnesi hakkında oldukça net bir fikrimin olmasıydı. Rus mahallesi sakinlerinin başkent Şam’ın kalbine yapacakları gösteriye liderlik edecek devasa bir hayvana ihtiyacım vardı. İlk önce aklıma at geldi; fakat onun etrafına toplanan insanların arasında istediğim ölçekte görsel canlılığı sağlayamayacağını düşündüm. Romanı sonlandıracağım bu önemli bölümde, o devasa hayvan imgesine en uygununun zürafa olacağını düşündüm. Ayrıca bana görsel olarak da en güzeli zürafa gibi gelmişti; çünkü zürafa göstericilerin yıkılmış mahallelerinin enkazlarının arasından Şam sokaklarını geçip Emevi Meydanı’na ulaşmalarına liderlik edecek gösterişteydi. Zürafaların yaşamları, alışkanlıkları ve özellikleri hakkında okuduklarım, romana daha önce hiç düşünmediğim kadar çok önemli birçok ayrıntı eklememi sağladı. Şüphesiz, zürafa büyüleyici bir hayvandı ve bildiğim kadarıyla da edebiyatta pek kullanılmamış bir betimlemeydi; bu yüzden onunla yaşadığım macerayı çok sevdim.
Anlatıcıyla zürafa arasındaki sözsüz iletişim dili aşan bir anlatı da kuruyor diyebiliriz herhalde. Peki, bu anlatım tercihiniz yazın anlayışınızın neresinde duruyor?
Romanlarımın çoğunda öyle anlar vardır ki, karakterler arasında iletişim sessiz ve derindir. Genelde bu tür iç iletişim çoğu zaman duygu, düşünce ve bazen de öfkeyle dolu oluyor. Bu romanımda sessiz iletişim özel bir karaktere bürünüyor ve yalnızca anlatıcıyla zürafa arasında değil, aynı zamanda bütün hayvanlar ve insanlar dahil tüm karakterler arasında yaşanıyor. Bu durum sayfalarca devam ediyor. Anlatıcıyla zürafa arasındaki iletişim ekseni, anlatıcının zihninde sürekli annesinin imgesini canlandırmasıyla hayat buluyor. Romanda buna işaret eden pek çok kesit karşımıza çıkıyor. Örneğin, anlatıcının Rus mahallesinde bomba yüklü ilk araç patlatıldıktan sonra mahallenin savaşı atlatamayacağını ve zürafanın da hayatta kalamayacağını anlayınca, zürafaya ölüm döşeğindeki hasta annesiymiş gibi davranıp onu göğsüne bastırmak istemesi. Belki de zürafa ile köpek Mostaş arasındaki sessiz iletişim, romandaki olayları motive etmede büyük önem taşıyor; zira Nona’nın öncesinde planlamadan konuştuğu kuş, sanki zürafanın zihin dünyasında beliren ilk fikirmiş gibi karşımıza çıkmıştı. Kuş, uçuruma sürüklenen, çaresiz, barışçıl insanlar için hayati olduğundan, herkes için yıkımdan kurtuluş umudunun zayıf ışığını yansıtıyordu. Bu yüzden hissettikleri çaresizliği kabul etmeyen insanlar için en azından nefes alabilmelerini sağlamanın tek yolu, derinlerinde sessizce bir hikâyenin gerçekleşmesinin gerekliliğiydi; çünkü hayatta kalmanın imkânsıza yakın olduğu durumlarda, genelde hayatta kalmanın tek yolu sessiz iletişimdir. Romanda bu sessiz iletişimi birçok yerde, özellikle Rus mahallesindeki insanların ve hayvanların yaşadığı fırtınalı zamanları yansıtmada kullanmaya çalıştım.

Metinde zaman kısa, ama anlatı geniş. Dolayısıyla da zaman esniyor ve genişliyor. Bu açıdan edebi bir öğe olarak zamanı nasıl görüyorsunuz?
Romanın sayfalar boyunca değişen anlatım ritimlerine uyum sağlaması açısından zaman esnek olmalı. Bazen bir karakterin içinde gerçekleşen küçük bir detay, dışarıda gerçekleşen birçok olayı anlatmaktan çok daha uzun zaman gerektirebiliyor. Aşırıya kaçmamak için yazarın duygusu burada hassas bir tartı rolü üstleniyor. Yazar, eserinin ritmini tümüyle kaybetmemeli, her adımda tam zamanında başlayıp tam zamanında bitirmeli.
Metnin evreninde iç içe geçmiş imgelerden biri de mekân. Mekânı (hayvanat bahçesini) alegorik bir katmana dönüştürürken, gerçek dünyamızın Şam’ı zihninizde nerede duruyordu?
Mekân, roman çalışmalarımda her zaman zorunlu olarak gerçeklikle örtüşmeyebilir. Mekânla ilgili gerçek bilgi romanda bir yerde kesişirken, bazı yerlerde gerçeklikten uzaklaşabilir. Hikâyede mekân koşullu bir yerdir. Bazı romancılar, gerçek mekânı, tarihsel ve kültürel nedenlerle, keşfedilmesi ve belki de kutsanması gereken bir şey olarak görürler. Bu da elbette mümkün ve anlaşılabilir bir durumdur, ancak ben buna uyma zorunluluğu hissetmiyorum. Gerçek hayattaki bazı yerlerin okuyucuyu, yazarın amaçladığı yerden uzaklaştırabilecek denli güçlü ve özel bir tada sahip olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, romanımda bir nedenle gerçek mekânı kullanmam gerektiğinde, onun önceden yerleşmiş olan anlam yükünü hafifletmek için bu yerleri gerçek hayat bağlamlarının dışında anlatıyorum. Bunu romanlarımda sıklıkla yaptığım için, eserlerimde yer alan bilgilerde gerçek yaşam mekânlarına dair güvenilir tarihsel referanslar bulunmamakta. Rus mahallesi son romanlarımın olaylarının geçtiği, benim de içinde olduğum kurgusal dünyamın bir parçası. Örneğin, Bedel romanım da aynı Rus mahallesinde geçiyor ve bu iki roman arasında anlatıcı da dahil olmak üzere ortak bazı karakterler bulunuyor. Evet, bazen birbirinden bağımsız birkaç romanda ortak karakterler beliriyor; örneğin Zürafa, Bedel ve son romanım olan Çilekli Mendil’de olduğu gibi. Ancak kurgusal mekânım tamamen hayalî olmayıp, yaşadığım üç şehir olan Rakka, Halep ve Şam’ın seçtiğim gerçek sokaklarının betimlemelerini içeriyor. Hayalî olan yanı ise, gerçekte birbirine yakın olmayan bu şehirlerin gözde mekânlarını ve sokaklarını birlikte anlatıyor olmamdır.
Roman boyunca görme, bakış, dikkat gibi duyusal izlekler öne çıkıyor. Körlük meselesi neden bu kadar merkezî bir metafor oldu sizin için?
Romanda gerçek gözle değil, kalp gözüyle gören üç görme engelli karakter yer almakta. Zürafa, anlatıcının annesi ve romanın ilk sayfalarında beliren bir yan karakter. Bu romanda okuyucuya vermek istediğim mesaj, görme engellilerin, her ne kadar öyle görünseler de, aslında görme engelli olmadıkları. Gören, gözüyle değil, basiretli yüreği sayesinde görebilmeli. Roman anlatıcısının yakın arkadaşı Nona, bize gözle gördüğümüz mekânlarla kalple hissedilen yerler arasında sınır olmaması gerektiğini, yapmak istediklerimizle yapabildiklerimiz arasında köprüler kurmamız gerektiğini söylüyor.
Roman savaşın içinde, ama savaşın diliyle değil, büyülü imgelerle, düşsel ayrıntılarla bezeli. Peki bu sizin için gerçekliğe bir mesafe koyma çabası mıydı, yoksa bambaşka bir hakikat arayışı mı?

Ben tarihî roman yazmıyorum, gerçek olayları da belgelemiyorum. Aksine, sanatsal açıdan kurgulanabilecek ve yazı tarzı olarak roman kompozisyonuna uygun olan olayları seçiyorum. Zürafa romanını yazarken benim için en önemli şey, öncelikle çağdaş ve güzel bir roman yazmaktı. Ülkemde yaşanan savaşın harareti altında yaşayan bir vatandaş olarak, gerçekten de sergileyebileceğim tutkulu bir tavır önceliğim değildi. Kendilerini aynı anda hem yazar hem de savaşçı olarak gösterecek, savaşı bir mevsim olarak gören ve bu nedenle romanlarını kanla, parçalanmış ölü cesetlerle, ambulanslarla ve apaçık, kulak tırmalayıcı politik duruşlarla dolduran çok yazar var. Ben bir savaşçı değilim ve kavgayı da sevmiyorum. Ben sadece kusursuz romanlar yazmayı seven bir yazarım. Elbette, yaşanan ve hâlâ yaşanmakta olan vahşetlere ilişkin öfkeli tutumlarım, tepkilerim, söylemlerim var; ancak bunları romanlarımda değil, bir kafede otururken ya da arkadaşlarımla akşam yemeği masasında dile getirmeyi, üstelik de uygun bir lisanla ifade etmeyi tercih ediyorum. Gerçek bir olay, büyük bir felaket bile olsa, yazı masamın üzerinde soğuk bir malzemeye dönüşür ve kitabımda yer aldığında kesinlikle aslına (kendi haline) benzemez. Zürafa romanındaki savaş uzak bir arka planda gerçekleşiyor. Benim için en önemlisi, savaşın ve zulmün insan ve hayvan ruhları üzerindeki etkilerini zarif, güzel ve eğlenceli bir şekilde aktarabilmek.
Roman bir bakıma tekinsiz bir masal gibi; gündelik olanla düşsel olan sürekli iç içe. Çalışırken gerçek olanı büyüleyerek yazmak ile büyüleyici olanı gerçeğe çapa atarak yazmak arasında nasıl bir denge kurdunuz?

Romanlarımda, ne kadar isyan etsem de gerçeklikten vazgeçemem. Daha önce de belirttiğim gibi, asıl malzeme olarak var olandan başlamak gerekiyor; ancak gerçekliğe tümden sadık kalmak bir romancı için mümkün değildir. Hatta tarihçiler bile gerek kendilerinin gerek fon sağlayıcılarının kaprislerinden dolayı, kaydettikleri olaylara tam anlamıyla sadık kalmıyorlar. Yazı yazmada ve genel olarak sanatta, bir yazarın orijinal kaynak materyaline, yani başladığı gerçekliği yeniden kurgulamaya ihtiyaç duyması çok doğal. Bunun nedeni, yazının kanunlarının gerçekliğin kanunlarından çok farklı olması. Eğer gerçeklikten tümüyle vazgeçmiyorsam, bunun önemli ve temel nedeni, sanatla gerçekliğin buluştuğu belirli noktalarda, okuyucuyu okuduklarının gerçekleşme ihtimaline ikna etmeye olan inancımdır. Sanat eserlerinin okuyucunun gözünde inanılması güç bir saçmalığa dönüşmemesi için bu inceliğe ihtiyaç var.
Son olarak, sizin yazma tercihinizi de göz önünde bulundurduğumuzda, büyülü gerçekçilik bakımından Latin Amerika edebiyatıyla Ortadoğu’nun anlatı geleneği arasında bir bağ kurabilir miyiz? Nasıl?
Kanaatimce roman sanatının yazarlarını uyruklarına göre ayırmak ve onlara katı sınırlar çizmek mümkün değil. Roman bir ağaçtır. Tarihi çok kısa olmakla birlikte, roman diğer sanatlara nazaran farklı milletlerden gelen romancıların çabalarıyla gelişmiştir. Belki de şans eseri, Avrupa’da Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla birlikte, buharlı trenlerin yardımıyla, edebiyat ve sanat da dahil olmak üzere yeni ürünlerin farklı milletler arasında değiş tokuş yaparak dolaşması sağlanmıştır. Bu alışverişin gelişmesiyle de, örneğin Balzac ve Emile Zola’nın romanlarının Paris’te ve St. Petersburg’da aynı anda çevrilmesi ve basılması mümkün hale gelmiştir. Avrupalı, Amerikalı, Japon, Latin Amerikalı, Ortadoğulu romancılar ve diğerleri, hepsi kendi dillerinde, roman sanatının bütün dallarında ve ekollerinde sanatın araçlarını geliştirmek için çalıştılar. Bu durum özellikle 19. yüzyılda Sanayi Devrimi’nin sağladığı ticaret ve kültürel alışveriş sayesinde gerçekleşti ve modern çağın iletişim araçlarının gelişmesiyle farklı milletlerin kültürlerinin birbirine sınırsız bir şekilde açık hale gelmesiyle ilerleme kaydetti. Benim de çağdaş bir romancı olarak yapmaya çalıştığım tek şey, tüm dillerde gelişen roman akımının bir parçası olabilmek.