Yap. Boz.
“Herhalde babam, pandemiyi takip eden yıllarda içine kapanmasına ve en sevdiklerini uzaklaştırmasına sessiz yardım çığlıkları denmesinden hoşlanmazdı. Tespit yanlış olduğu için değil, klişe olduğu için.”

Süha Oğuzertem
Perşembe günü öğlen namazından önce cami avlusunda babamı toprağa vermeye hazırlanıyoruz. Baş sağlığı dileyenlerden biri, “Babanın üniversiteden arkadaşıyım. Sinema kulübünde tanışmıştık,” diyor. Babamın öğrenciyken sinema kulübünde olacak kadar sinemayla ilgilendiğini o gün öğreniyorum.
Ben de sinema severim ama babamla hiç sinema üzerine tartıştık mı, hatırlamıyorum bile. Olmuşsa da demek pek hatırlanacak kadar çok olmamış. Babam hakkında bilmediğim başka neler var? Kardeşim Bahar da herhalde katılır: iki edebiyatçı tarafından yetiştirilmek özel izler bırakır. Evdeki eğitim, okuldaki eğitimin açıklarını kapatır. Ödev saati, kitap okuma saati, sunum provası saati vardır.
Benim için babam, özetle: kitap okur, not alır, yazı yazardı. Ödevlerime bakardı. Siyaset tartışırdı. Araba yerine bisiklete binmeyi tercih ederdi. O cami avlusunda aklımdan geçen; babamın zamanında sinema tutkunu olduğunu bilseydim, onu daha iyi tanıyabilir miydim? Kurallarına olan isyanım diner miydi? Bu sinema merakını bilseydim daha yakın olabilir miydik? Acaba bir iyi bir kötü olan aramız hiç bozulmaz mıydı?
* * *
Babam yapbozları çok severdi. Yaparken oldukça sistematik çalışırdı. Köşe ve kenarlardan öte, renklere, şekillere göre de gruplar oluştururdu. Gruplar veya biten kısımlar müsvedde kâğıtların üzerinde düzenlenir, o kâğıtlar da katmanlar halinde saklanırdı. Çok yer kaplamadan aynı anda birden fazla yapboz yapabiliyordu. Bitirdiği yapbozları çerçeveletir, sevdiklerine hediye olarak verirdi. (O kişiyle arası bozulursa da geri isterdi – o ayrı konu.)
On onbeş sene evvel New York’ta Sleep No More adlı immersive play dedikleri bir oyuna katılmıştım. Seyirciler bir binaya alınıyor ve o andan itibaren etraflarında dönen Macbeth’in bir uyarlaması olan bu oyunun parçası haline geliyorlar. Üç dört katlı bir bina, onlarca oda ve bütün odalar en ince detayına kadar dekore edilmiş, içlerine önemli ipuçları dağıtılmıştı. Kitaplar, posterler, heykelcikler, gazete kupürleri... Her oda sahte ama tasarım sayesinde bir o kadar da gerçek. Babamın kül olmuş dairesindeyken o oyun aklıma geliyor. Çünkü bu yaşadıklarım gerçek olamaz. Gördüklerim kurgu olmalı. Çok iyi bir set tasarımcısı, işini bilen bir yönetmen ve ekibi hazırlamış bunu. Ben de bu filmin içindeyim. Böyle şeyler ancak filmlerde olur.
Dairenin her köşesine dağılmış binlerce yapboz parçası var. Zamanında her biri özenle tek tek ele alınmış, incelenmiş ve doğru yere konmuş. Her parça büyük bir şahesere ufak bir katkı. Bir zamanlar yeri olan o parçalar şimdi her yerde. Dikkatlice kurulmuş düzen, paramparça.
* * *
“Süha Hoca’nın” öğrencileri arasında sıkı bir bağ vardır. Öğrencileri, evrenin geleceğinin ancak apartman görevlisine bırakılan hatasız notla sağlanabileceğini öğrenerek mezun olur. En ince ayrıntının aslında ince olmadığını, kuralların oyunu oynanabilir hale getirdiğini, hak hukuk adaletten asla taviz verilemeyeceğini sayfalarca kırmızı kalemle yazılmış düzeltmeleri içselleştirerek hayata atılırlar. Bunları biliyorum çünkü ben de Süha Hoca’nın bir öğrencisi idim.
Evde okulda fark etmez, kuralcılığa sanki memleketin kuralsızlığıyla tek başına savaşıyormuşçasına bağlıydı. Patates kızartması çatalla yenmeli. Perdeler hava kararmadan kapatılmalı. Çöp boşaltılırken önce yeni poşet geçirilir, sonra dolmuş çöp dışarı çıkarılır (çöpü boşalttıktan sonra yeni poşet koymayı unutmamak için). Ben bu kurallarla büyüdüm. Bazılarına uyabildim. Bazıları kendi kişiliğini bulmaya çalışan bir ergen için fazlaydı. Bana, babama ne kadar çok benzediğim söylendiğinde, acaba sadece tipim mi yoksa kişiliğim de mi benziyor diye düşünürdüm.
* * *
Bu hafta, is kokan dairesinde, evinde gururla sergilediği yarısı yanmış eski fotoğraflarımıza bakıyorum. Orada o sıkı kuralcı hoca yok. Beni dört yaşındayken omuzlarından takla attıran, altı yaşındayken bisikletinde gayet tehlikeli bir şekilde her yere götürürken bir kere bile düşürmeyen, sekiz yaşındayken ilk beğendiğim kızı bir mektup sayesinde tavlamama yardımcı olan (yazı da meğer ne kadar kuvvetli bir iletişim yöntemiymiş!), oniki yaşındayken eve getirilen alışverişi neden hep benim ve onun merdivenlerden çıkarması gerektiğini sorduğumda “erkekliğin yüzde yetmişi hamallıktır” diyerek bana hamallık kelimesine sözlükten baktıran, on beş yaşındayken ödevlerimdeki fazla boşluğu kırk metre uzaktan gören, This Old House’daki eski evlerin bölüm bölüm nasıl elle onarıldığını izlemekten keyif alan, lojmanda mantı partileri düzenleyip şef şapkasıyla salonda hamur açan, kendisinin ve halkın bahçelerine karşı hayatımda hiç tanık olmadığım kadar duyarlı olan, insan-hayvan-doğa fark etmez parasını yardıma, ihtiyaç sahibine harcayan, dairesinde açılmamış ve çocuklara dağıtmak üzere oyuncak tren seti topladığı anlaşılan...
...ve benim hep, ne de olsa bir ara kendine gelir, zamanı geldiğinde biz de tekrar muhabbet ederiz dediğim ama artık bu dünyada olmayan ve benim bir daha asla barışmak için arayamayacağım babam var o fotoğraflarda.
* * *
Herhalde babam, pandemiyi takip eden yıllarda içine kapanmasına ve en sevdiklerini uzaklaştırmasına sessiz yardım çığlıkları denmesinden hoşlanmazdı. Tespit yanlış olduğu için değil, klişe olduğu için. Evin her köşesi sağlıklı yaşam, ihtiyaç sahibi öğrenciler, devamı gelecek projelerle ilgili dosyalar, kâğıtlar, notlarla dolu. Daha yapacağı çok şey vardı. O da “nasıl olsa daha zaman var” diyormuş.
Hayatta bizi birbirimize bağlayan, mutluluğun ve tatminin asıl kaynağı dünyevi birikimden ziyade paha biçilemeyen ilişkilerimizdir. Bu süreçte bana, aileme ve babamın anısına destek olan kardeşim Bahar, annem Yasemin Alptekin, akrabalardan Şafak, Nehir, Pervin, Asena, Fatih, Ahu, Okan ve İnanç, dostları Yalçın Armağan, Özge Şahin ve Mesut Varlık, yeni kuşak eleştirmenlerden Muhammet Çelik, ilk günden beni yalnız bırakmayan çocukluk arkadaşlarım Alper Erdem, Cenk Kalpakoğlu ve Yağız Özyol, manevi destek için yanımdan ayrılmayan kız arkadaşım Carlota Coelho’ya ne kadar teşekkür etsem az.
Aileler ve dostluklar zor günlerde karşılık beklemeksizin gösterilen sevgiyle pekişir, güç alır. Bireyler olarak dünyanın dört bir köşesinde olsak da gerektiğinde bir araya gelebilmek meğer ne kadar değerliymiş.
* * *
Doksanlarda akşam haberlerini sunan Reha Muhtar “her nerede yaşıyor ve yaşatılıyor ise” diye programını bitirirdi. Babam bu lafı beğenmez, anlamsız olduğu için dalga geçerdi. Edebiyata gönül vermiş birinin ömür boyu topladığı yüzlerce kitabı yanmış veya yangını söndürmeye çalışan itfaiyenin suyu ile mahvolmuşsa da, binlercesi de kütüphanesinden kurtarıldı.
Her bir kitabın içine onun son isteğine uygun olarak “Süha Oğuzertem’in armağanıdır” kaşesi basıldıktan sonra ilerleyen günlerde kütüphanelere, okullara, ihtiyaç sahiplerine dağıtılacak. Babam da bu şekilde bozduğuyla değil, yaptığıyla yaşayacak, yaşatılacak.
Önceki Yazı

Düşünce tembelliği mi demeli, ırkçılık mı?
“İsrail’in bir buçuk senedir soykırım uyguladığı, Avrupa’nın ve hattâ Türkiye dahil birçok Müslüman ülkesinin buna suç ortaklığı yaptığı açık. Ama her Yahudi’nin bu insanlık suçunun sorumluluğunu taşımadığı da bir o kadar açık.”
Sonraki Yazı

Khalil Alrez ile söyleşi:
“Büyük felaketler bile yazı masamın üzerinde soğuk bir malzemeye dönüşür...”
Edebiyatın sürgünle ilişkisi, hayvan karakterlerin sembolik gücü, büyülü gerçekçilikle gerçeklik arasındaki geçişler ve sessizliğin anlatıdaki merkezî rolü üzerine Khalil Alrez’le bir sohbet...