Kavram karmaşasında bir mevsim:
Modern, modernite, modernizm
ve post- ön ekli türevleri
“Kültürdeki bir sözmerkezinin semptomu biçiminde dile eklemlenen, dolayısıyla hiç de tarafsız ya da masum olmayan bir sıfattır 'modern'. Tarihsellik anlatısı sayesinde kendini 'mutlak özne' konumuna yerleştiren ve kendi dışında kalan her şeyi 'nesneleştiren' bir 'cogito' pusuda beklemektedir bu terimin ontolojik arka planında.”

Katıldığım konferanslarda ya da entelektüel sohbetlerin döndüğü arkadaş ortamlarında, hatta kimi zaman akademik metinlerde dahi karşıma çıkan ve beni daima huzursuz eden bir konudur kavram karmaşası. Bu konuya temas etmenin bazı sakıncaları olduğunu belirtelim, çünkü kavram karmaşasından şikâyet etmenin sanki dilin kullanıcılarının bireysel dil kullanım tarzlarına müdahale etmek gibi algılandığı zamanlar oluyor. Bu tür bir algının tümüyle haksız olduğunu da iddia edecek değilim, nitekim ortak bir terimce oluşturalım derken, işi bazılarının “dil faşizmi” dediği noktaya vardıran girişimlerle de karşılaşmak olası. Berke Vardar geleneğine ait bir eğitimden geçmiş olduğum halde kendim de üslupta özgürlüğe değer veren ve yazarken gerek yabancı sözcükler olsun gerek neolojizmler olsun hayal gücümün ve tekniğin bana sunduğu tüm imkânlardan çekinmeden faydalanmaktan yana biriyim ve düşünce ufkumu sınırlayıcı zorlama bir yüksek dil seviyesi tutturma gayretini de yanlış buluyorum. Öte yandan, ortak bir terimce üzerinde uzlaşmak için hiçbir girişimin olmadığı başıboş bir düşünce alanında da iletişim imkânsız hâle geliyor ve açıkçası bu durum insanı çileden çıkartan bazı olumsuz sonuçlara gebe. Sözgelimi farklı alanlar üzerine çalışmalar yapan iki arkadaşın gündemdeki şu ya da bu konu üzerine kendi felsefi birikimleri üzerinden yorumlar yaptıkları bir tartışmaya gözlem yapan üçüncü taraf olarak dahil olmuşumdur. Aslında aynı şeyi savundukları halde, ikisi de yalnızca kendi alanlarının terimcesini çalışmış olduğu için belli bir terimi farklı anlamlarda kullandıklarını fark etmeden çekişip dururlar. Derdini anlatamamanın yarattığı o hararetli çaresizlik giderek tırmanır ve bazı incitici sözler edilir. Buna bir de linç kültürüne meyilli kolektif yaşam deneyimimizden edinmiş olduğumuz alışkanlıkları, yani bizim söylemimizi paylaşmayanlara yönelik o tepeden bakıp hor gören tavrımızı ve laf anlatamayınca ortaya çıkan o aniden öfkelenme reflekslerimizi de eklersek, düşünce üretelim derken ciddi kırgınlıklara yol açmak kaçınılmaz hale gelir. Hatta meselenin, kuramsal bir arka plan gerektirmeyen gündelik hayatın içindeki sözceleme edimlerini etkileyecek ölçüde daha derin bir boyutu da olduğunu, özellikle “modern” ve türevleri gibi gündelik dilde de yaygın olarak kullanılagelen terimlerde bu kafa karışıklığının büyük güçlükler yarattığını düşünüyorum.
Bu terimce sorununu ele alırken aslında bir bütün olarak “dil” ile olan ilişkimize dair çeşitli bakış açılarını karşılaştırmak daha etkili olacak gibi geliyor bana, çünkü doğrudan bu terimlerin anlamı aslında öyle değildir, şöyledir şeklinde didaktik bir tavırla kendi tercihimi dayatmak istemiyorum. Dille olan ilişkimize dair çeşitli bakış açılarını sunmanın başlı başına ufuk açıcı olacağı kanısındayım.

Konuyu önce nominalist bir yaklaşımla ele almaya çalışalım. Analitik kulvardaki birçok düşünür için dilsel öğeler yalnızca betimlenebilir doğa olgularını ya da mantık kavramlarını ifade etmeye yarayan basit birer iletişim aracıdır. Dil belli bir sentaks yapısı içindeki mantıksal önermelerden oluşur. Mantıksal önermeler de pozitif gerçekliği (natüralist terimceyle doğadaki nesneleri) ya da zihindeki kavramları temsil eden isimlerden ve bu isimler arasındaki ilişkiyi tanımlamaya yarayan bağlaçlar ve edatlar gibi çeşitli öğelerden oluşur. Dolayısıyla, dilin, çeşitli nesne ve kavramları temsil ederek o dili konuşan özneler arasında sözcük alışverişini sağlamak ya da kişinin kendi düşüncelerini kaydetmesini sağlamaktan başka bir işlevi yoktur. Nominalist yaklaşım, kıta felsefesinde karşılaştığımız üzere, dilin beraberinde ontolojik uzantılarla yüklü kültürel bir bagaj getirdiği fikrine pek sıcak bakmaz. “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diyen Wittgenstein bile burada ontolojik bir olguya işaret etmekten çok düşüncenin ve genel olarak bilimin ilerlemesi önündeki en büyük engelin dilin yetersizliği olduğu şeklinde teknik bir olguya göndermede bulunur.
Her ne kadar Wittgenstein olgunluk döneminde nominalizmin tikel vurgusunun aşırı öznellik tehlikesi barındırdığına karar vererek kendi düşüncesini nominalist olarak tanımlamayı reddettiyse de ister nominalist ister realist olsun analitik mantığın genel karakteri onun düşüncesinde önemli bir yer tutar. Bu genel karakter şu şekilde özetlenebilir: Dil, dünyadaki nesneleri onların "gıyabında" [par contumace] temsil edebilen teknik bir araçtır. Oysa kıta felsefesinde bizzat tekniğin kendisinin bile belli bir dilin, belli bir ontolojik varlık kavrayışının ürünü olduğu şeklinde nominalizme zıt bir tavır ikamet eder.

“Dil varlığın evidir” diyor Heidegger. Bu evin nasıl bir mekân olduğunu kurcalayalım biraz. Bir kere her şeyden önce Saussurien anlamda kuşatıcı bir yapıdır bu ev; sizi kapsar ve belli bir çerçeve içine yerleştirir fakat bununla da kalmaz, fırlatılmış olduğunuz kültürün içinde bütün bir kimliğinizin ve dahi “öteki” ile olan ilişkinizin de yegâne belirleyicisidir. Anadilinizi kullandığınızda bu dil, basitçe sözcük değiş tokuşu işlevi gören, sizin dışınızda var olan bir araç olmaktan çok, bizzat sizin onun içinde inşa olduğunuz bir demirci ocağıdır. Böyle bir dil kavrayışı, kullandığımız terimlere yüklediğimiz anlamlardaki sapmaları, Wittgenstein’in öne sürdüğü gibi basitçe “lexique” bir yanlış anlamadan ibaret gibi görmeye izin vermez, çünkü Lacancı terimceyle Büyük Öteki anlamında öznelerarası bir gerçekliğin belirleyicisi konumundadır dil. Sartre “Cehennem başkalarıdır” derken buna benzer bir noktaya dikkat çeker. Sözgelimi ben duygularını içinde yaşayan biri olsam ve kendimi “tutkulu” diye tanımlasam, dille bağlı bulunduğum öteki özneler “tutkulu” sıfatının üzerinde uzlaşılmış semantik içeriğe tekabül eden hiçbir davranışımı görmemiş oldukları için benim bu tanımımdan haberdar olmaz ve bana kendi tanımları olan “içine kapanık” sıfatını yakıştırabilirler. Ben de bana dayatılan bu mahalle baskısına duygusal bir tepki vererek gidip Artemis tapınağını kundaklarsam şayet, bu durumda ya dilin hâkim kullanımına boyun eğmediğim için “psikotik” sıfatına layık görülürüm ya da direnişimde büyük bir etki yaratıp çok sayıda insanı büyülemeyi başarırsam “tutkulu” sıfatında anlam kaymasına yol açarım. Diyelim ki benim kundaklama edimimden önce “çok seven, derinden bağlanan, duygularını yoğun bir şekilde ifade eden” gibi semantik birimler ihtiva ediyor olsun “tutkulu” sıfatı. İşte aynı sıfat söz konusu kundaklama olayının ardından “haklılığı uğruna mücadele eden, dava adamı, hedefe ulaşmak için her şeyi göze alabilen” gibi öncekinden çok farklı anlamlara evrilebilir. Kierkegaard’ın İbrahim’i gibi tikel bireyin tümel kültür üzerindeki peygamberimsi etkisidir bu ve öznelerarası gerçekliğin inşası da bu tür etkilerin bir bütünü olarak gerçekleşir. Haliyle dil, pozitif gerçeklikteki çeşitli betimlenebilir olgu, durum ya da nesnelerin sembolik temsillerinden ibarettir gibi nominalist bir önerme bu bakış açısında mümkün değildir; nitekim dil ve içerdiği tüm göstergeler sürekli bir devinim ve oluş hali içerisindedir. Özel isimler dışında göndergesi sabit olan hiçbir şey yoktur orada (özel isimlerin “katı belirleyiciler” olduğu yönündeki bakış açısı için Kripke’nin Naming and Necessity çalışmasına bakılabilir).
“Kültürdekİ bir sözmerkezİnİn semptomu bİÇİmİnde dİle eklemlenen, dolayısıyla hİç de tarafsız ya da masum olmayan bİr sıfattır modern.”
Dille olan ilişkimize dair bu temel ayrımlara değindikten sonra artık şu meşum “modern” terimini masaya yatırabiliriz. Latince “henüz, şimdi, güncel” anlamlarındaki “modo” kelimesinden gelen bu terim Rönesans dolaylarında Avrupa’da yaygın olarak “Antikiteye ait olan”ın zıt anlamlısı şeklinde “yeni olan, güncel olan” anlamlarında kullanılır ve bu kullanım hemen hemen Romantik döneme kadar aynen devam eder. Sözgelimi XVII. yüzyıl Fransız Klasizminde iki farklı görüşün karşı karşıya geldiği ve edebiyatın seyrinde önemli bir yer teşkil eden bir düşünce çatışması vardır. Antikite yazarlarının olabilecek en üstün eserleri zaten üretmiş olduklarını, dolayısıyla edebiyatın bu eserleri taklit etmesi gerektiğini savunan “eskiler” ve Fransız Klasizminin Antikiteyi aşmış olduğunu savunan “yeniler” bu tartışmanın iki tarafını oluştururlar. “Eskiler ve yeniler çatışması” adı verilmiş olan bu edebiyat olayının Fransızcasında “eski” anlamında “ancien” kullanılırken, “yeni” anlamında ancien’in zıt anlamlısı olan “nouveau” değil, “moderne” terimi kullanılır: querelle des anciens et des modernes.
Buradan yola çıkarak “modern” teriminin bir sıfat olarak kullanıldığı durumlarda herhangi bir ideolojik bağıntıdan yoksun bir biçimde basitçe “yeni olan” anlamında kullanıldığı düşünülebilir, nitekim meşru bir şekilde kabul gören böyle bir bakış açısı da vardır. Terimin “yeni olan” anlamını merkeze alan bu bakış açısı, modern olanı, kendi kendinin olumsuzlanmasını içeren ve daima yeni biçimler arayan toplumsal ve kültürel bir eğilim gibi tanımlar. Buna göre, “yalnızca tek bir an için 'modern' olunabilir; bugün modern olan yarın kendisinden daha modern olana pozisyonunu devretmek zorunda kalacaktır.” [1]
Bu yaklaşımı romantik dönemde özellikle Stendhal’in estetik kuramında görürüz. İtalyan resim tarihi metninde “modern güzellik ideali” ile “antik güzellik ideali”ni karşı karşıya getiren Stendhal benzer bir mantıksal simetriyi Racine ve Shakespeare metninde de “klasizm” ve “romantizm” ikiliği arasında kurar. Romantik, yani modern olanın, her şeyden önce “güncel” olan olduğunu, değişmiş olan mevcut toplumsal yapının bizi farklı bir estetik ağız tadı geliştirmeye ittiğini, dolayısıyla da güzel olanın daima kendi çağının “güncel” zevk anlayışına uygun olan olacağını öne sürer. “Yeniyi” kutsayan bu bakış açısına göre çağdaş olan moderndir ve dünde kalan her şey değersizliğe ya da unutuluşa mahkûm edilir. Günümüzde deneyimlediğimiz birçok şeyde bu bakış açısının izlerine rastlamak mümkündür. Teknolojik oyuncakların yeni modellerinin geliştirilme hızından tutun da, belli bir müzik tarzının moda olup gözden düşmesindeki hıza dek tüketim kültürünün bilhassa teknik üzerindeki sürekli “yeni olanı” talep eden belirleyici dinamiği, modernitenin bu şekilde kavranmasının bir sonucu olarak da görülebilir pekâlâ. Bu noktada, “modern” terimini sadece “yeni olan” şeklinde teknik bir betimden ibaretmiş gibi kavramanın bile aslında ontolojik bazı sonuçları olduğunu ya da tam tersine, bu terimin kültürdeki hususi bir ontolojik sözmerkezinin semptomu olduğunu görmezlikten gelmek pek de mümkün değildir.
“Modern” terimini “yeni olan” şeklinde görmek anlaşılır olsa da, bana kalırsa isabetsiz bir çıkarımdır bu, çünkü daha o zamandan (eskiler ve modernler çatışmasının gerçekleştiği 17. yüzyıldan) Avrupa düşüncesinin kendini tarihsel olarak Antikite’nin devamı şeklinde konumlandırma eğilimine hizmet eden bir “meta-anlatının” uzantısı gibi görünmektedir bu sözcük. Kültürdeki bir sözmerkezinin semptomu biçiminde dile eklemlenen, dolayısıyla hiç de tarafsız ya da masum olmayan bir sıfattır “modern”. Said ya da Foucault gibi isimler üzerinden post-kolonyal çalışmalar yapanların aşina olacağı üzere, tam da bu tarihsellik anlatısı sayesinde kendini “mutlak özne” konumuna yerleştiren ve kendi dışında kalan her şeyi “nesneleştiren” bir “cogito” pusuda beklemektedir bu terimin ontolojik arka planında. Dolayısıyla bir şeyin modern olduğunu söylediğimizde, yalnızca yeni veya güncel olduğunu söylemiş olmayız, buna ek olarak onu belli bir tarihsellik anlatısının içine yerleştirmiş oluruz. Yani bu, “ah komşum, mobilyaların da ne kadar güzelmiş, çok modern bir tarzları var” demeye benzemez. Nitekim sözcelem ânı ve yeri 21. yüzyıl Türkiyesi olduğu için, gündelik hayattan alıntılamış olduğumuz ve hemen herkesin çok defa duymuş olması muhtemel bu sözcede işleyen bazı başka dinamikler söz konusudur ve terimin anlamını bozmasa bile genişletir. Şöyle ki, 17. yüzyıl Fransası’nda sözcelendiğinde Avrupalı “Aklı” [raison] tarihsel olarak Antikite’nin devamına bağlayarak onu özne biçiminde konumlandırma işlevi vardır “modern” sıfatının. Kartezyen Cogito’nun, Sokrat’tan bu yana aynı kimliğe sahip olarak ve gelişerek devam ettiğine ve Hegelci terimceyle kültürün Tinini meydana getirenin bu olduğuna, başka bir deyişle “ilerleme düşüncesi”ne vurgu yapar. Oysa aynı terim Türkiye Cumhuriyeti’nde sözcelendiğinde Avrupa’dakinin tam aksine, geçmişle kurulan ve devamlılık arz eden bir bağa değil, geçmişle koparılan bağ anlamında geleneksellik ve modernlik çatışmasına vurgu yapar. Şimdi denebilir ki, “eh, zaten modernleşme dediğimiz şey de Batıdaki aklı merkeze alan yaşama biçimine adaptasyon sürecinin adıdır.” Elbette öyledir fakat bu yorumlama tarzında eksik olan şey akıl teriminin büyük harfle yazılışıdır. Burada mevzu bahis edilen akıl, her insanda bulunan ve ikiyle ikiyi toplamayı sağlayan araç olan akıl değildir nihayetinde, ideolojik bir söylemin sözmerkezinde yer alan ve o söylemi doğuran kültüre öznelik konumu atfeden büyük harfle yazılan Akıl’dır.
“Modernİte dedİğİmİz perİyodun temel karakterİstİğİ, kültüre hâkİm olan baskın söylemİn Logos’u sözmerkezİne alması ve bunun bİr sonucu olarak da 'modern Aydın' tİPİNİ üretmİŞ olmasıdır.”
Modernite ve modernizm terimlerine gelecek olursak, “modernite” yukarıda modern sıfatıyla ilişkilendirdiğimiz o tarihsellik anlatısının başlangıcından itibaren süregelen kültürel ve toplumsal süreci tanımlamaya yarayan bir terim olarak esasen modern sıfatının isim halidir. Fakat burada çok net sınırlar çizmek bir hayli zor, çünkü modern sıfatının kimi zaman sanatta modernizmi kastedecek şekilde kullanıldığı da oluyor. Örneğin “modern anlatı teknikleri” diyoruz ve burada işin toplumsal boyutunu değil, sanattaki anlamını kastetmiş oluyoruz. Oysa “modernite” dediğimizde o toplumsal düzleme yönelik bir gönderme çok daha güçlü bir semantik birim olarak karşımıza çıkıyor. Bunun “post” takısı almış hali de benzer şekilde kültürel ve toplumsal süreçteki bir dönüşümü ifade ediyor. Modernite dediğimiz periyodun temel karakteristiği, kültüre hâkim olan baskın söylemin Logos’u sözmerkezine alması ve bunun bir sonucu olarak da “modern Aydın” tipini üretmiş olmasıdır. Madame de Stael’in, Romantik edebiyatın kurucu metni sayılan ve edebiyatla toplumsal yapı arasındaki ilişkileri incelediği De la littérature considérée dans ses rapports avec les institutions sociales adlı eserinde tanımlamış olduğu gibi, “barbar halk” ile “modern halk” arasındaki fark, Marx’ın üstyapı araçları dediği edebiyat, bilim, felsefe, din gibi araçları kullanma yetkinliğine sahip “Aydın”ların toplumu eğitmesidir. Elbette tüm toplum ve kültürlerde kendini geliştirmiş birikimli bazı insanların topluma yol göstermesi söz konusu olabilir fakat Avrupa’yı kendi hususi tarihi içinde ele aldığımızda Stael’in vurgu yaptığı Aydın tipi “ilerleme düşüncesinin” tarihsel anlatısının temsilcisi [porte-parole’ü] konumunda tanımlanan bir aydındır ve yalnızca Voltaire’in dediği gibi bahçesini işleyen bir çiftçi olmanın ötesinde, ideolojik bir söylem uyarınca bahçesine Versailles Sarayı’nın labirent biçimli çimleri gibi “şekil veren” bir budayıcıdır o. Büyük harfle yazılan Aklın nazarında “istenmeyen” kategorisine kaydedilen tüm öğeleri bahçeden söküp atan ve geri kalanları da yalnızca budanmayı kabul etmeleri halinde içeri alan bir “gatekeeper”dır.

Örneğin, Bahtin’in karnavalesk ve dialogisme kavramları üzerinden okunduğunda uzun soluklu yeni yorumlara gebe olan verimli bir konudur bu ve disiplinlerarası çalışmalara da oldukça açıktır; öyle ki, Bahtin’e göre modern Aydın’ın tüm bu meziyetleri öncelikle “dil”e ideolojik bir biçim vermiş olmasıyla gerçekleşmiştir. Buradan Heidegger’e, Derrida’ya, Foucault ve Butler’a, Lacan’a ya da Austin ve Kripke gibi dil felsefecilerine sıçrayarak çoklu okumalar yapmak mümkündür.
Neredeyse ruhban sınıfınınkine benzer ayrıcalıklı bir statü kazanan bu modern Aydın tiplemesine duyulan kolektif güven modernite dediğimiz sürecin karakteristiğidir. Söz konusu güven ‘68 olaylarıyla sarsılmış ve günümüzde bilhassa habercilik sektöründe dezenformasyon diye tanımlanan duruma benzer bir kültürel yapı ortaya çıkmıştır. Zaten benzer bir güven yitimi kuramsal alanda, post-yapısalcı kuramların etkisiyle meta-anlatılara karşı da gerçekleşmiştir ki, bunlar birbirine paralel şeylerdir. Burada sanat mı hayatı, hayat mı sanatı dönüştürür tartışmasına giremeyeceğim. Kaldı ki kendim de bu soruya net bir yanıt vermem muhtemelen… Bu noktada tekrar Kierkegaard’a referans vererek tümelin tikelin etkisinden bağımsız olmadığını hatırlatmak yeterli olacaktır. Ama açık olan şu ki, modern dönemde olsa “sokaktaki adam” olarak tanımlanacak türden en vasat kişi bile günümüzde sesini duyurabilecek araçlara, hiç değilse teknoloji bağlamında sahiptir. Genelde irrasyonel olduğu ölçüde eğlenceli olan sosyal medya paylaşımları yaptıkları için bu tür kimselerin sözü, etki alanının genişliği anlamında sözgelimi benim gibi can sıkıcı kuramsal metinler yazan birinin sözüne kıyasla çok daha büyük bir nüfuza sahiptir. Hal böyle olunca tümeli belirleyen kültürün sözcüsü konumundaki Aydın’ın sözü, kendi tikel gerçekliğini kendisi belirlemeye girişen ve bunun için gerekli teknolojik araçlara da kısmen sahip olan bireyin (ya da azınlıkların) sözü karşısında güç kaybetmiştir. Bunun böyle olmasının toplum açısından fazlasıyla olumlu yönleri de vardır (konuşma özgürlüğünün sınırlarının genişlemesi gibi), en az bir o kadar olumsuz yönleri de vardır (vasat çoğunluğun sesinin daha gür çıktığı oklokrasi gibi), fakat olumlu olumsuz şeklinde bir eleştiri yapmakla ilgilenmiyoruz bu metinde, şu terimceyi netleştirecek kadar durum tespiti yapsak kâfi.
İşte modern Aydın’ın sözünün tikel bireyin sözü karşısında güç kaybettiği ‘68 sonrası sürece de post-modern dönem ya da post-modernite denir genel olarak. En azından Lyotard’ın condition post-moderne dediği şey, bilginin bir enformasyon emtiası olduğu toplumsal sürecin ifadesidir. Daha az havalı bir şekilde ifade edersek, korkmadan güvenebileceğiniz mutlak bir bilgi kaynağının var olmadığının ifadesidir post-modern durum ya da post-modernite. Bu esasen tıpkı modernite terimi gibi belli bir dönemin zeitgeist’ını ifade eden bir ifade olsa da, ima ettiği diğer bir olgu da aslında en başından beri (modern dönemde de) durumun zaten bu şekilde olduğudur. Yani güvenilir bir bilgi kaynağının aslında hiçbir zaman var olmadığı çünkü bilgiyi ifade etmeye yarayan “dil”in daima belli bir ideolojinin hizmetinde bulunduğudur.
“KORKMADAN GÜVENEBİLECEĞİNİZ MUTLAK BİR BİLGİ KAYNAĞININ VAR OLMADIĞININ İFADESİDİR POST-MODERN DURUM YA DA POST-MODERNİTE.”
Modern ve modernite terimlerinin ana hatlarıyla dilin ideolojik bir uzantısı olduğundan bahsettik, “modernizm” terimi ise bu ideolojik uzantıya verilen sanatsal tepki olarak okunabilir. Derli toplu bir tanım yapmaya çalışırsak, modern dünyanın gelişimi sebebiyle değişen kültürel ve toplumsal yapıya eleştirel bir biçimde bağlanarak başkalaşan sanatsal eğilimlere verilen bir addır “modernizm”. Edebiyatta modernizm deriz mesela ya da modern anlatı teknikleri deriz, bu tür ifadelerle kastettiğimiz şey “yeni anlatı teknikleri” anlamında göndergesi sözün söylendiği tarihe göre değişebilecek göreceli bir şey değildir. Yani terimin içeriği “yeni olan” anlam birimiyle sınırlı olmuş olsaydı, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından edebiyatta modernizm dediğimizde kastettiğimiz şeyle İkinci Dünya Savaşı’nın ardından aynı sözceyi kurduğumuzda kastettiğimiz şey iki farklı edebiyat akımı olmuş olurdu. Oysa edebiyatta modernizm dediğimiz şey daima her şeyden önce Baudelaire’dir ve bunun böyle olmasının arka planında Baudelaire’in “modern dünya” karşısındaki ikircikli tavrı yatar. Baudelaire “ilerleme düşüncesi” ve “Tarih’in Tini” gibi kendi çağının modern mitlerine yönelik derin bir güvensizliği üslubuyla olsun, eğildiği temalarla olsun estetik bir ifadeye kavuşturan isimdir.
Aslında bu bakımdan, post-modern öznenin meta-anlatılara duyduğu güvensizlik de Baudelairien modernizmin bir yeniden üretimi sayılabilir, nitekim kuramsal arka planı farklı olsa da hemen hemen aynı etik/estetik jestle ortaya çıkmaktalar ve ikisinde de eleştirdikleri kültürel yapıya yönelik fazlasıyla benzer ikircikli bir tutum göze çarpmakta. Örneğin, “1846 salon yazılarında Baudelaire, Stendhal’deki 'ideal güzel'i 'geçici zevk'lere bağlayan yaklaşımı şoke edici bulmuş ve Stendhal’in güzeldeki aristokratik karakteri yok saydığını yazmıştır”,[2] nitekim Stendhal’in yaklaşımı “güzel” olanın modaya teslim olmasıyla sonuçlanacak türden bir yaklaşımdır bir bakıma ve Baudelairien bir ruhla moderniteye eleştirel yaklaşan dünyanın tüm marjinalleri için modaya boyun eğmek, olabilecek en büyük çirkinliktir aslında. Öte yandan aynı Baudelaire, totaliter bir rejimin “ebedi ilerleme” iddiasıyla ikinci imparatorluk biçiminde kendini güncelleyerek yeniden hortladığını görünce, resmî kültürün bu “ebedi olan” söylemi karşısında güzelliği “geçici olan, ele avuca sığmayan, uçucu ve olumsal olan”da yeniden tanımlamaya girişmiştir.

Baudelaire’i ikilemde bırakan aslında kendisinin de tanımladığı üzere modernitenin kendi kendisinin olumsuzlanmasını içeren bir daimi “olumsuzlama” olmasıdır. Bir yanda, giderek alışkanlık haline gelmiş ilerlemenin gerekliliği fikrine, araya hiç mesafe koymadan bağlanan mutluluk peşindeki yığınların bilimin ışığında Apollonik bir altın çağa ulaşacağı safsatasına duyduğu derin kuşku vardır, diğer yandaysa sürekli değişimi gerektiren bir olumsuzlanma talep ettiği için insanın özgürlüğünü garanti altına alan modern dünyanın çekiciliği. Buradaki özgürlük fikrinin Baudelaire özelinde, önceki yüzyılda olduğu gibi zorunlu olarak olumlu bir anlam taşımadığının altını çizelim. Nitekim “özgürlük” Baudelaire’de öncelikle bir mahkûmiyet biçiminin adıdır. İlk günahla yeryüzüne düşen insanın özgürlüğüdür söz konusu olan. Özgürlük kaderdir ve insana özgü olan en temel meleke de bu düşüşün acısını daima duymaya devam etmektir. Tam da bundan dolayı “ilerleme düşüncesi”nin insanlığı mahkûm edildiği özgürlüğün kaosundan kurtarıp mükemmel ahengin hâkim olduğu bir geleceğe taşıması olsa olsa plastik bir fantazmdır.
Şahsen Baudelairien modernizmdeki ontolojik tavrın en isabetli analizlerinden birinin Sartre’ınki olduğunu düşünüyorum. Sartre’ın Baudelaire analizini okuyalı yıllar oldu, o yüzden kelimesi kelimesine nasıl ifade ettiğini hatırlamıyorum fakat başta Baudelaire olmak üzere Nerval ve Rimbaud gibi lanetli şairler için yaklaşık olarak benzer bir yorumu vardı, anımsadığım kadarıyla bakış açısını aktarmaya çalışacağım. Kendini şeytani bir pozisyonda tanımlamak şairin, ait olmayı beceremediği bir toplumsal yapıya tersinden bağlanma biçimidir; duyguların alanına ait olanın, dehşet etkisi esinlemek vasıtasıyla, kapitalistleşmekte olan bir sosyal yapıda yitirdiği iktidarı sembolik olarak yeniden ele geçirme çabası. Bu bağlamda benzer bir ruh halini beatkuşağında ve daha gündelik hayata dair düşünürsek rock’n’roll kültüründe de gözlemlemek mümkündür. Sanılanın aksine bütün o outlaw, wild ones, born to kill benzeri temalar aslında oldukça romantik bir tavır, hususi olarak Baudelairien bir tavır taşıyor içinde. Kanun kaçakları tarafından yön verilen bir sisteme yanlış bir şey yokmuşçasına ayak uyduran mutluluk peşindeki insanların plastik gerçekliğinden uzaklaşabilmek için kendini kanun kaçağı olarak tanımlayan romantik bir tavır bu.
Baudelairien anlamda modern estetik ya da sanatta modernizm denebilecek şey yaklaşık olarak böyle bir şeydir. Sonraki tüm sanatsal gelişmelerde de izleri devam eder. Edebiyattaki anti-kahraman modellerinden, dilin sentaksını aşındırmaya yönelik avant-garde girişimlere, Breton’un sürreal sokaklarından Kara Filmlerin voice-over anlatıcılarına dek birçok sanatsal girişimde, Baudelairien modernizmin “modern dünya”nın Apollonik söylemlerle örülmüş plastik gerçekliğiyle kurulan “psikotik” denilebilecek ölçüde ikircikli ilişkisi belirleyici bir rol oynamaktadır. Nitekim bu çabaların hemen hepsinde de Büyük Öteki’nin dilini bozma ya da ona bir alternatif sunabilme çabası içkindir.
Terimlerin arka planına dair farklı bakış açılarını karşılaştırarak mümkün olduğunca özetleyici bir beyin fırtınası yaptığımızı düşünüyorum. Elbette şunu da unutmamak lazım; dil, sabit anlamlar üzerine kapanarak donmuş bir yapı değil, sürekli başkalaşım içinde devingen bir yapıdır ve modern, modernite ve modernizm gibi tarihsel arka planı geniş terimler bile bu başkalaşımdan muaf değildir.
NOTLAR:
[1] Froidevaux, Gerald ; "MODERNISME ET MODERNITÉ: Baudelaire face à son époque", Armand Colin, Littérature, No. 63, COMMUNIQUER: REPRÉSENTER (OCTOBRE 1986), s. 90.
[2] A.g.e., s. 91.
Önceki Yazı

Post-post-Kemalizm:
“Bir yaklaşımın adı olmaktan daha çok, geçilmesini umduğumuz bir dönem…”
Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar kitabını derleyen İlker Aytürk ve Berk Esen ile akademideki hâkim paradigmayı, kitabın çıkış noktasını, uğraklarını ve seçimlerin bu paradigmaya etkilerini konuştuk.
Sonraki Yazı

İrina'ya Göre Şeffaflık:
Büyük Birader’i izliyorum
“Benjamin Fogel’ın bizi tarih veya düşünsel olarak çok uzakta olmayan 2058 yılına ışınladığı romanı Irina’ya Göre Şeffaflık, günün teknolojisi üstünde oldukça gerçekçi bir evren kurmuş bir polisiye/bilimkurgu. Aynı zamanda aşk, saplantı ve ne pahasına olursa olsun kendini gerçekleştirme uğraşının romanı.”