İtalyan Modeli:
Tarihin ataleti ve gelgitleri
“Braudel, hayal gücüyle geçmişi yeniden oluşturmaya pek itiraz etmez. Diğer türlü mazide geçen olayları birbirine bağlayan nedenler ve sonuçlar, sorular ve cevaplar arasındaki o karanlık genişliği, kayıp nedenselliği doldurmak mümkün olmaz.”

Gaspar van Wittel (1653-1736), San Giorgio Adasından Venedik manzarası, 1697. Prado Müzesi.
Fernand Braudel’in kitaplarında tarihte doğrusal bir neden-sonuç ilişkisinin hâkim olmadığını birkaç sayfa içerisinde fark edebiliriz. Genellikle belli bir zamana ve mekâna odaklandığı bu metinlerde çok farklı etkileri veya etkenleri sınıflandırdığını görürüz. Bunların zaman ve coğrafya içerisindeki seyri çizgisel olmayan bir anlatı ortaya koyar. Sık sık “sanki”, “galiba”, “acaba”, “yanılmıyorsam” gibi sözcüklere başvurur. İtalyan Modeli’nde de bunu yapar. Bu tavır genel olarak Annales tarih okulunun yaklaşımı sayılabilir. Böyle kesintiler arasında sayfalarını çevirdiğimiz kitap, “1450 ile 1650 yılları arasında İtalya’da ne oldu?” sorusuna bir türlü odaklanamaz. Çünkü bu soru sayısız etken tarafından bölünür. Olasılıklar çatallanır. Nedenler ve sonuçlar birbirine karışır. İtalya coğrafyasına ve iki yüzyıllık bir zaman parçasına diğer mekânlar ve zamanlar karışır. Bu durumda metin bir modernist anlatı gibi, bilinç akışı sürekli bölünen, olay örgüsü kuramayan bir zihnin üretimlerini ortaya koyar.

İtalya’nın dönem içerisindeki büyüyüp küçülmeleri de aynı karmaşayla ilişkilidir. İtalya adındaki tarihsel fail kendi “yazgısına” bu çoklu etkiler arasında hükmedemez. Büyüklüğü dünya üzerindeki başka büyüyüp küçülme dinamiklerinden etkilenir. Bu durumda aynı dönem içerisine denk gelen “çeşitli İtalya’lara” dair bir metin ortaya çıkar. “İtalya’nın yazgısı” başkalarının elindedir ve onlarla aynı yerküredeki kaynak ve sermayelerin (ekonomik, siyasal, toplumsal veya kültürel) paydaşı olarak hayat sürer. Bu sebeplerle tarihçi gönül rahatlığıyla türdeş bir zaman ve mekân kesişiminden veya bağlamdan söz edemez. İtalya, “birbirlerine çok sayıda yatay ve dikey ilişkilerle bağlı”, Fransa, İspanya, İngiltere, Hollanda, Müslümanlar veya Türklerden bağımsız değildir. Herkes farklı bir katmanda kendine özgü icatlar çıkarır:
Portekiz karavelayı ve açık deniz gemiciliğini –başka bir deyişle dünyanın anahtarını– icat etti. Flandre, Jan Van Eyck (1400-1441) ile yağlıboya resim tekniğini yetkinleştirdi ve daha önce değilse de, İtalyanlarla aynı zamanda çizgisel perspektifi keşfetti. Almanya top barutunu yeniden keşfetmenin yanı sıra yüksek fırın ile matbaayı icat etti. (s. 33)

İtalyan Modeli
çev. Levent Başaran
Alfa Yayınları
Temmuz 2025
256 s.
Braudel, tarihin hemzemin olguları ve failleri arasında bir tarihsel monografiden çok bir yöntembilim metni ortaya koyar. Belli bir zaman aralığında mevcut bir coğrafyaya bakış denemesi, tarih nasıl ele alınmalıdır sorusunun nesnesi veya vaka çalışmasına dönüşür. Geçmişe böyle bir bakış, felsefedeki ifadesiyle “sonsuz gerileme sorunu”na yol açar. Belli bir döneme odaklanmaya çalışan tarihçi geçmişe ve geleceğe, sağa sola, ileri ve geriye, farklı coğrafyalara uzanmak durumunda kalır. Tarihin akışı içinde belirli niyetlerden ve hadise örgülerinden, egemenlerin iradi eylemlerinden çok genel bir yeryüzü durumu öne çıkar. Tarihçi öncelikle böyle yerler ve zamanlarda geçen çok sayıda hikâyenin ortamını, verimli toprağını belirlemeye çalışır. Böyle bir çabanın ortasında kalan okur, yine modernist romanlardaki gibi, içeriklere değil de biçimlerin hareketlerine ilgisini verir. Tarihin özneleri, belli niyetlerin ve büyük eylemlerin sahibi özneler olmaktan çok, başlarına bazı olaylar, vakalar veya hadiseler gelen failler gibi görünürler. Aynı yeryüzü kaynağına İspanyolların veya Türklerin de göz diktiği bir sahnede hareket ederler. Tarih içerisinde beklenmedik ilişkiler, dayanışmalar ve çekişmeler ortaya çıkar:
Venedik’in ne de garip bir yazgısı vardı! Sırtını döndüğü İtalya’yla ayrılmadan birlikte yaşıyordu; mücadele ettiği devasa Türk İmparatorluğu’yla anlaşmak zorundaydı. Ne Venedik Türklersiz ne de Osmanlı İmparatorluğu Venediksiz yaşayabilirdi. (…) Venedik ile Türk İmparatorluğu tarihin akıl almaz ve uzun ömürlü birlikteliğini kollamaktan hoşlandığı, birbirini tamamlayan düşman çiftlerden biriydi. (s. 64)
Böylesi etkileşimlerin örneklediği gibi, zaman içinde “kesintisiz süren tek bir hareketin” kaydına ulaşmak mümkün değildir. “Tarih tuhaf olgularla doludur.” (s. 26) Süreğen tarihsel çizgiler tarihçinin muhayyilesini fazlaca işlettiğinin belirtisidir. Bu muhayyel çıkarımlar diğer yandan lüzumludur. Braudel, “hayal gücüyle geçmişi yeniden oluşturmaya” pek itiraz etmez. Diğer türlü mazide geçen olayları birbirine bağlayan nedenler ve sonuçlar, sorular ve cevaplar arasındaki o karanlık genişliği, kayıp nedenselliği doldurmak mümkün olmaz. Bu koşullarda zuhur eden olayı “en fazla kafamızda canlandırmayı deneyebiliriz”. (s. 68) Vesikalar, döneme ilişkin kayıtlar veya belgeler bu alacakaranlığı aralamak için yeterli değildir; “birikmiş muazzam bilgi yığınına rağmen (…) net bir tablo oluşturmak kolay değildir”. (s. 66)

Annales tarihçisi kendi içinde çelişkili görünen bir mesai düzeninde çalışır. Muhayyilesini ve müdrikesini aynı anda işletmek durumundadır; “bir imgelem çabasıyla ve de sorunun öğelerini tek tek ele alıp sistemli bir biçimde tartışarak” (s. 61) ilerlemeye gayret eder. Bu sebeple kitabın bir alt başlığının, “her şey apaçık ortada ama izahı epey güç” olması şaşırtıcı görünmemelidir. Zihnin farklı yetilerini kullanmaya muhtaç bu çoklu bakış içerisinde bazı hadiseleri “saptamak”, onları “açıklamak” için yeterli olmayabilir. Bunun sonucunda bazı vesikaların vazettiğiyle muhayyel ifadeler peş peşe cümleleri doldurabilir. Halden maziye doğru köprüler kurulur çaresiz:
“Geçip giden yaşamı gerçekleşmekte olan zamanın suç ortaklığından yararlanmadan değerlendirmek ya da kavramak mümkün müdür?” (s. 21)
Tarihçi zaman zaman bir edebiyatçı gibi imgelemine başvurmadığında, nedenlerin sonuçlardan ayırt edilemediği boşluğu kapatması zorlaşır. Bu bakış olmadan geçmişin karanlığında dolanan tarihin muteber özneleri ve onların kurucu eylemlerinin geçerliliği şaibeli, çelişkili görünebilir. Sözgelimi, “boyun eğdirilen toplum ‘zorba’ ile belirli bir suç ortaklığına girerek, ona karşı bazen iyi niyet gösterisinde” bulunabilir. (s. 59) Şimdinin geçmişe doğru genleştiği bu muhayyel, belirsiz aralıkta etkin ve büyük bir öznenin kararlılığı, hamlesi, seçimleri kadar “bezginliği ve kayıtsızlığı” da etkili olabilir. Tarihin faili tesir eden ve müteessir olan, “duyarlı bir sinir sistemine” sahip gibi tarif edilir. Üstelik kendi durumundan pek haberdar değildir. Örneğin Rönesans Dönemi içinde hümanist meyillerle hareket ettiğini düşünmez. Hümanizm sözcüğü 1859 yılında Georg Voight tarafında geriye dönük olarak kullanılmıştır.
Braudel için İtalya’nın yükselişleri ve düşüşleri, iç deniz Akdeniz’in önem kazanmasıyla ve yitirmesiyle bağdaşıktır. Atlantik ve Kuzey Denizi’nin birer ticaret yolu olarak işlek hale gelmesi bu düşüşte etkili olur. İtalya büyüklüğünün dayanağı “mekân fazlasını” kaybeder. Oysa büyümek için genişleyecek bir mekân gereklidir. Fakat zamanla kaynak akışının yönü ve yeri değişir. Sözgelimi, İspanya’nın büyümesi Atlantik Okyanusu’nun bu artı mekân sermayesini ele geçirmesiyle bağlantılıdır. Bir dönem için İtalya’nın talihi gibi görünen iç denize gömülmüş coğrafyası, sonrasında bahtsızlığı olur. Akdeniz, İtalya’nın “aşil tendonu” olarak onun hem derdi hem de devasıdır. Dış dünyaya açıldığı Mare Internum, onu darlayan bir mekâna dönüşür zamanla:
“Akdeniz’de Cebelitarık Boğazı’ndan Çanakkale Boğazı’na kadar çoğu zaman yaprak bile kıpırdamayacaktı. Dünyanın ağırlık merkezi kadim Mare Internum’u terk etmişti.” (s. 108)Akdeniz’de “devletlerin göz yumduğu, resmî diyebileceğimiz korsanlık” dışında düzenli ve meşru görünen bir etkinliğe rastlamak zorlaşır. İbn Haldun’un çok önceden yazdığı gibi, “Hıristiyanların üzerinde ‘bir tahta parçası bile yüzdüremediği’ bir Müslüman gölü” (s. 230) gayrimüslimlerin egemenliği ertesinde yeniden gayrimeskûn bir yere dönüşür. Braudel tarihteki bu met ve cezirlere birer coğrafi mecazın ötesinde anlamlar verir. Zaten sık aralıklarla “tarihin yazgısı” dediği de tüm uygarlıkların, büyüyüp küçülen toplulukların, devletlerin böyle bir zeminde yer ve zaman tutmasından ileri gelir. Tarihin seyri, içinde devinen faillere ait “alışkanlıkların yol açtığı bir atalet”, yüzeysel büyük değişimlere rağmen yavaşlık, “ağırlık” sergiler. Bu durum karşı kuvvetlerin birbirini kısmen dengelemesinden ileri gelir:
Atlantik ile Akdeniz ve son olarak her biri ülkeleri, kaderleri ve davranışları bir araya toplayan Kuzey ile Güney arasındaki karşıtlıklar ve çekişmeler devreye girmektedir. Elbette akımlar ile karşı-akımlar, metler ile cezirler birbirine karışıyordu. (s 85)
)-982773374.jpg)
Tarihte cereyan eden bu çoklu etkileşimler nedeniyle, diğer Braudel tercümelerinde olduğu gibi, yazgı veya kader yerine “talih” sözcüğünü kullanmak bu metin için de daha yerinde bir seçim olabilirdi. Kitabın genelinde rastladığımız gibi, kader veya yazgı gibi görünenle tesadüfi vakalar iç içe geçer. Talih, baht, kısmet gibi sözcükler zorunluluk ve olumsalın bir arada oluşunu daha açık şekilde dile getirir. İradi eylemlerle başa gelen olayların birlikteliğini imler. Süratli hadiseler ve yavaş olaylar birbirine koşut gelişir. Sözgelimi, talihin cilvesi kapsamında Akdeniz ve dolayısıyla İtalya bir anda “önemini yitirmez”.
“Binlerce yıldır Akdeniz olan ‘Batının ön cephesi’ bir günde Atlantik olmadı. ‘90 derecelik bir rotasyon’ olmuştu olmasına ama hareket o kadar yavaştı ki, çağdaşlar gerçekleştiğini hemen anlamadılar.” (s. 77)
Bu durumda tarih, talihin böyle beklenmedik salınımlarını, meyillerini yorumlama ve kayıt altına alma girişimi gibi tanımlanabilir. Tarihçi, maziye doğru ileri geri hareketleriyle tesadüf ettiği “binlerce ayrıntıdan, gidiş ve dönüşte ses dalgalarının birbirine karıştığı, iç içe girdiği bu ‘rezonans’ olgularından (…) tutarlı bir tablo” (s. 19) oluşturmayı dener.
Braudel, İtalyan Modeli’nde bir yandan da “büyüklük” kavramı üzerine düşünür. “Bu büyüklük örneklerinde güç ile akıl ve egemenlik ile kültür ne nedenleriyle ne de sonuçlarıyla asla aynı olmayan, ama yine de karşılaştırılabilir karışımlarla birleşmektedir.” (s. 10) Tarihte büyümek, gelişmek, bir içe kapanma değil de genişleme, dışarı çıkma eylemi gibi cereyan eder. Büyüyen uygarlık “tüm mekânlara erişen bir ahtapotun” dirimini taşır. Fakat tarihçi için geniş yörüngeli, büyük görünen eylemler veya vakalar, görünüşü nispetinde etkili olmayabilir. Küçük bir nüve, büyük yankılar ve yansılar yaratabilir. İtalya gibi dönem boyunca büyüyen bir özne, yoğunlaşan kuvvetinin bir yandan da çözüldüğüne tanık olur. “Tarihin kaderini” böyle salınımlarda arayan Braudel, Gobineau’yu alıntılar: “Tüm insan toplumları geriler ve çöker, istisnasız hepsi diyorum.” (s. 10)

Mukadderatın parçası bu çöküşün bir nedeni de büyüklüğü gereği yayılan, genişleyen, işgal eden kuvvetli bir topluluğun içeri doğru da genişlemesi, ekonomik bir kaynağı veya sermayeyi kültürel olana tercüme etmeye başlamasıdır. Bu durum bir çeşit enerji kaçağı yaratır sanki. Artan güç ve sermayeyle birlikte “zihnin görkemi” de belirginleşir. İç dünyalar dışarıyı aydınlatmaya, manzarayı kendi zihni tasarruflarına boyamaya başlar.
“Bu büyük sahnede aydınlatma sürekli değişiyor, ışık renkten renge geçiyordu: Rönesans, Maniyerizm, Barok; kısacası dünya dünya olduğundan bu yana en parlak zekâ gösterisi silsilelerinden biri.” (s. 12-13)
Fakat kültürel aydınlığa ekonomik, siyasal ve toplumsal bir kararma da eşlik eder. Bu sahalardan biri, özellikle de iktisat diğer katmanları üstbelirlemez. Öyle olsa, tarihçinin anlatı modeli daha sade olabilirdi. Benzer şekilde belli bir sınıfın kararlılığı da tarihin temel momentini oluşturmaz:
“Eğer varlıklı burjuvazi karar mekanizmasında tek başına söz sahibi olabilseydi her şey daha rasyonel hale gelebilirdi. Küçük ve orta burjuvaziye gelince, onlar duyguların yönettiği dünyada bulunmaktan hoşlanıyorlardı.” (s. 68)
Tarihçinin zaman içerisindeki devinimlerini kayıt altına aldığı ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel katmanlar hem kendi içinde hem de diğeriyle doğrusal olmayan nedensel bağlar sonucunda biçimlenir:
“Ekonominin, doğru zamanlarda, sadece siyaseti değil, aynı zamanda kültürü de belirlediğini düşünen tarihçinin hoşuna giden bu fazla kesin rastlantılara kuşkusuz çoğu zaman temkinli yaklaşmak gerekir.” (s. 73-74) Herkes ve her şey tarih sahnesinden hissesini alır: Aşağıdakiler, yukarıdakiler, pazarlarda dolaşan mallar ve tüccarlar, siyasal entrikalar, aşağıdakilerin huzursuzluğu, yukarıdakilerin kayıtsızlığı, kültürel eğilimler, coğrafi engeller, engebeler veya düzlükler. Savaşlar tarihçilerin kaydettiklerinden çok daha fazla cephede devam eder; çok boyutlu, çok taraflı gerçekleşir. Zaman geriye doğru ilerlemese de tarihçi için öyle olabilir.

Georges Lefebvre
Braudel de bu yatkınlıkla 1450 ile 1650 arasında gidip gelir. George Lefebvre ile 1945 yılında yaptığı “hüzünlü bir sohbeti” hatırlatır. Fakat “güç ve kültürel etki gerçekte aynı madalyonun iki yüzüdür” (s. 246) diyen Lefebvre ile hemfikir değildir. “Fransa’nın kültürel üstünlüğü hep siyasetteki başarısızlıkları izlemiş görünmektedir” der. Kültürel büyüme, takatini diğer sahalardaki düşüşten, çöküşten alır ona göre. Romantizm böyle bir tarihsel vakadır sözgelimi.
“Doğru ya da yanlış ama bana öyle geliyor ki, her kültürel büyüklüğü belirli bir karanlığın çökmesi öncelemekte ve belirlemektedir. Kültürel başarıları tetikleyen siyasi başarısızlıklardır.”(s. 247)
İç dünyaları keşfetmek isteyen bir topluluk dışarısına karşı daha kayıtsız davranır. Bu durumda Rönesans, başka alanlarda takatini yitiren bir topluluğun kültürel hamlesi sayılabilir. En azından Braudel’e göre İtalyan ve Fransız modellerinin ortaya koyduğu durum böyledir.
Önceki Yazı

Türkiye’de toplumsal düşünce ve romanda ideolojik yer değiştirme üstüne-I:
1960/70’lerde Marksist düşünce, sosyal bilimler ve özgülük arayışı
Zamanında sol bir kültürün içinde yer almış, hiç değilse öyle konumlandırılmış veya kendisini öyle tanımlamış bazı romancılar neden sol entelektüel çevrelerde değil, sağ entelektüel çevrelerde tartışılıyor?
Sonraki Yazı

Yedinci sanatın ‘medenilik dersleri’:
Sinema 1945’te bitti mi?
Ali Akay'la Yeni Dalga sineması ve günümüzün siyasi iklimi üzerine: “Jurassic Park ile Godard’ın sineması (mesela Notre Musique) arasındaki farka bakın. Biri çocuk korku filmi, diğeri ise Dante’den yola çıkarak Saraybosna faciasını ele almakta.”