Iréne Némirovsky:
“Gerçeğin karışıklığı,
sayısız bağlar sayesinde”
“Çehov’a yakıştırdığını yapıyor Némirovsky de, gerçeğin karmaşıklığına, güzelliğine, derinliğine işaret ediyor; bunun 'bir insandan ötekine, bir kederden bir sevince giden sayısız bağlar sayesinde' olduğuna dikkat çekiyor.”
Iréne Némirovsky. Solda, toplama kampına götürülmelerini son anda engelleyebildiği kızlarıyla: Denise Epstein ve Élisabeth Epstein. Arka planda: Auschwitz Toplama Kampı’nda Yahudi kadınlar, 1942.
Tetes Kitap geçtiğimiz aylarda Iréne Némirovsky’nin tercümesinin tamamlanması 75 yıl sürmüş bir romanını yayımladı: İtlerle Kurtlar.[1] Bu romana ve tercümesinin hikâyesine geçmeden önce Iréne Némirovsky’nin Türkçede daha önce yayımlanmış iki kitabından söz edeceğim. İlkinin yayımlanma tarihi de 75 yıl öncesi, 1950. Çehov’un Hayatı. Némirovsky, hayattayken yayımlandığını göremediği bu biyografik çalışmada Çehov’un hayat hikâyesinin yanı sıra öyküleri hakkında tespit ve saptamalarda da bulunuyor. Değineceğim ikinci kitap o kadar eski değil ama çok yeni de sayılmaz; on iki yıl önce yayımlandıktan sonra yeni baskısı yapılmayan bir öykü kitabı: Pazar Günleri.[2]
Némirovsky’nin Çehov’un Hayatı’nda[3] Rus öykücüyü Maupassant ve Merimée ile karşılaştırırken dikkat çektiği bir nokta var. Maupassant ve Merimée gibi yazarların öykülerinde tek bir olayın aydınlığa çıkarıldığını vurguladıktan sonra şunları ekler.
Bir hikâyede veya romanda, bir kahramanı veya olayı ortaya çıkarırken hikâye fakirleştirilmiş olur; gerçeğin karışıklığı, güzelliği, derinliği, bir insandan ötekine, bir varlıktan başka bir varlığa, bir kederden bir sevince giden sayısız bağlar sayesindedir. (s. 98)
Peşinden Çehov’un “Arkadaşlar”[4] öyküsünü örnek verir. Bu öyküde bir satıcının tesadüfen önünde durduğu bir köy otelinin kapısında bir daha görüşmeyeceği insanlara vaktiyle bir kadını çok sevdiğini ve bu uğurda işlenen bir suçu anlattığını aktaran Némirovsky, “Satıcının aşkı[nın] münferit bir hâdise” olmadığını belirttikten sonra, “diğer aşklara ve maceralara bütünüyle bağlıdır, yeryüzünde her şey çevresindekilere tesir eder” diye ekler. Devamında da Çehov’un öykülerinin bir başka yanına dikkat çeker.
Gerçeklik (müstesna zamanlar hariç) olaylardan yoksundur. Okur bu vasat hayatlarda, bu yeknesak ve parıltısız günlerde kendini tanır. Zira buhranlı anlarında [kişinin] içinde beliren varlık kendisi olmayan bir başkasıdır. Sessizlik ve can sıkıntısı ortamında ise kişi gerçekten kendisini bulur. (s. 100)
Çehov’a yakıştırdığı bu yaklaşımı Némirovsky’nin de benimsediği söylenebilir; onun yapıtlarında da gerçekliğin barındırdığı karmaşıklık kişiler, varlıklar ve hisler arasındaki sayısız bağ nedeniyledir. Ne ki, Çehov gibi bir-iki sayfalık öyküler yazmadığı için Némirovsky’nin öykülerinde (ve romanı İtlerle Kurtlar’da) olaylar daha açık seçiktir; ancak bu açık seçiklik metinleri fakirleştirmez, her şeyin izah edilmesi, anlatılması söz konusu değildir. Yine de bağların bir bölümü nispeten daha alenidir – bu aleniyet nihai bir hüküm vermemize neden olmasa da.
Kimi karşıtlıkları bir araya getirmek, onları paralel olarak anlatmayıp daha ziyade iç içe geçmişlikleri içinde (bağlarıyla, bağlantılarıyla) anlatmak Némirovsky’nin sıkça yeğlediği bir kurgu yöntemi gibi görünüyor. İtlerle Kurtlar’da zengin ve yoksul Yahudiler mesela, hem karşıt iki uç olarak hem de birbirlerinden ayrılamayacak yazgılarıyla ele alınmışlardır. Pazar Günleri’nde yer alan “Pazar” öyküsündeki anne ve kız da ilk bakışta öyledirler. Nadine annesi hakkında “ezelî düşman, ahmak ihtiyar, hiçbir şeyden anlamaz, hiçbir şeyi görmez, kabuğuna kıvrılır ve ancak gençliğin yaşamasını engellemekle meşguldür” gibi şeyler geçirir içinden, oysa benzeşen hayli yanları olduğunu fark ederiz. Yaş farkının neden olduğu farklılıklara rağmen yeni bir günden beklentilerindeki dingin ton oldukça yakındır; kaldı ki hayatlarındaki erkeklerin tutumları ikisinin de bilmediği yeni bir ortaklık, bir “bağ” yaratıyordur aralarında. Beri yandan Némirovsky satır arasında bir başka bağa dikkat çeker, üstelik bu sadece anne kız arasında değildir, çok daha genel bir haldir.
Bir an için, umutsuz bir aşağılanma hissine kapıldı. Mutlu ve varlıklı bir çocukluğun bile ihtiva edebileceği tüm acı anılar ruhunda canlandı; on iki yaşında babasından haksız yere yediği o tokat. O adaletsiz öğretmen. (s. 24)
O adaletsiz öğretmenle ya da bu cümlenin devamında sözünü ettiği İngiliz kızlar arasında ne geçmiştir bilemeyiz, ama bunları bilmiyor olmak bu duygunun güçlü bir biçimde bize geçmesinin önünde engel değildir. “Sessizlik ve can sıkıntısı ortamındayız” çünkü! Yeniden Çehov’un Hayatı’na bakabiliriz. Némirovsky, Çehov’un şunlara inandığının altını çiziyor.
Sadelik, açıklık, iddiasızlık, işte her şeyden önce mühim olan [bunlardır.] Açıklamak değil, sezdirmek. Öyküyü yavaş yavaş ve dümdüz ilerletmek. (s. 104)
Pazar Günleri’nde yer alan “Mutlu Sahiller” başlıklı öyküde, bir barda hayli geç bir saatte sevgilisini bekleyen zengin genç kız Christiane ile herhangi bir erkeğin gelip müşterisi olmasını bekleyen orta yaşlı Ginette’i karşılaştırıp sohbet ettirirken de Némirovsky’nin işaret ettiği bir bağ, bir “sezgi”, bir ilham var. Bu iki kadının hikâyeleri kesişir ve ayrılır; bu aralarındaki bağın hepten yittiği anlamına gelmez yine de. Ginette’in ufkunda “asla adım atamayacağı saadet adalarının” görünmez olması, genç kadının ilanihaye bu adalarda kalacağını garanti etmez, hatta tam aksi bir şeyler hissedilir. Öykünün sonunda Christiane sağa sola gülücükler saçtığı halde böyle hissetmemizin nedeni öykünün bütünüdür. Çehov’un Hayatı’ndan az yukarıda yaptığım alıntının hemen ardından gelen cümledeki işleyiştir bunun nedeni.
“İçgüdümle bir öykünün bitişi okurun kafasında bütün yapıtın yarattığı izlenimi bırakmalı diyorum.” (s. 104)
Pazar Günleri
çev. Ebru Erbaş
Can Yayınları
2000
360 s.
Némirovsky’nin hayli sürprizli bir bağı ima ettiği bir öyküsü de “Sırdaş”. Savaşta ilk kez bir düşman askerini öldürmüş bir asker, kısa süreliğine bir araya geldiği, kendisi gibi asker olan küçük kardeşine bu olayı anlatır. Çok sarsıldığını anlarız; sadece birini öldürdüğü için değildir sarsıntısı, bu vardır ama onu sarsan başka şeyler de vardır. Yerleşiklerinin apar topar terk ettiği köydeki hayatın normal zamanda nasıl olduğunu hissettiren görüntüler – asker açıkça belirtmez ama bu görüntüler çok aşinadır kendisine, kendi savaş öncesi hayatlarına çok benziyordur. Öykü ilerledikçe onu sarsan başka bir şey daha olduğunu öğreniriz. Öldürdüğü askerin cebinde bulduğu fotoğrafın onda yarattığı sezginin gerçek olması ihtimali karşısında şaşkına dönmüştür. Öldürdüğü askerle arasında çok ama çok yakın bir “bağ” olabileceği ihtimalidir bu. Savaş bitince sağ kalırsa bu sezgisinin peşinden gitmeye kararlı olduğunu söyler, ancak küçük kardeşi ona katılmaz, geçmişi rahat bırakma yanlısıdır. Ağabeyiyse aksi görüştedir, asıl geçmiş onları rahat bırakmıyordur. Tam bu sırada bulundukları tren istasyonundaki sığınmacılara nutuk çeken bir sivil savunma görevlisinin sesi ulaşır kulaklarına. Önceki savaşı anmaktadır o da – geçmişi. Önceki savaş (geçmiş), öldürülen Alman askeriyle onu öldüren Fransız askeri arasında ölen-öldüren bağı dışında bir başka “bağ”a daha neden olmuş mudur? Merak ettiği budur, ancak öykü burada biter, ne savaşın sonunda bu iki kardeşin sağ kalıp kalmadıklarını bilme şansımız olur ne de önceki savaşın o bağa yol açıp açmadığını öğrenebiliriz. Bununla beraber bir husus çok açık seçik belirir; savaşta birini öldürmüş askerle (henüz) öldürmemiş askerin bakış açıları, yaklaşımları, kardeş de olsalar, çok farklıdır. Bağlar sabit değildir demek ki. Evet, böyledir hiç kuşkusuz, ama Némirovsky’nin metinleri bize bağların kopmasının da bir başka bağ olduğunu hatırlatıyor. Gerçeğin karmaşıklığı diyordu ya Çehov’un öykülerinden söz ederken, bir sevinçten bir kedere giden bağlardan dem vuruyordu; bir bağdan bir bağsızlığa, bir benzerlikten bir benzemezliğe giden sayısız bağlar da var demek ki.
Pazar Günleri’nde yer alan iki öyküden daha kısacık söz edeceğim. “Aïno” ve “Şarap Bulutları”. Her iki öyküde de yağma sahneleri var. İtlerle Kurtlar’ın başlarında da bir pogrom sırasında yaşanan yağmalar anlatılıyor, ama benim bu iki öyküden söz etmek istememin nedeni, romandakinden farklı olarak öykülerde kurbanların yanında yağmacıların ve seyircilerin de anlatılması. İlk öyküyü, “Aïno”yu Rusya’dan Finlandiya’ya kaçmış bir ailenin on beş yaşındaki kızları anlatıyor. Bir köye yerleşmişlerdir, hava saat üçte kararıyordur ve ışıklar nadiren açıktır, elektrik yoktur, petrol az bulunuyordur. Kaldıkları yer bu karanlıkta, loşlukta hayli tedirgin edicidir.
Tam olarak endişe denemezdi buna, daha çok bir gizem, görünmez bir varlık hissi gibiydi; gerçek ile doğaüstü dünyanın arasındaki sınır anbean inceliyor, anbean şeffaflaşıyor gibi. Artık bu dünyaya ait olmayan sesler, nefesler, hafif dokunuşlar algılar ve sonunda tam da bilinmezi, söylenemezi anlayacağınız, göreceğiniz, dokunacağınız anda, içinizde öylesine bir kaygı yükselirdi ki, orada durup bekleseniz dehşetten öleceğinizi sanırdınız. (s. 60)
Ormanda yürüyüş yaptığı bir gün girdiği terk edilmiş bir evde bu hissi yeniden duyar, evin sahiplerinin öldürülmüş olduğunu anlamıştır; önceki hissin benzerini duyar, “ölülerin o şeffaf, soğuk ve uçucu dünyasına dokunabilir[miş]” gibi gelir. Yine de belirli bir mesafe vardır tanık olduğuyla arasında, büsbütün kapılmaz. Gençtir çünkü.
Şüphesiz bu cinayetin hiçbir gerekçesi yoktu. Yakında benim de aynı kaderi paylaşabileceğimi bir an olsun düşünmüyordum. On beş yaşında biri için, ölüm ancak büyük insanların meselesidir! (s. 65)
Öykünün anlatı zamanı 1918’deki Finlandiya iç savaş yıllarıdır. Öykünün anlatıcısı terk edilmiş evin çevresine iki ay sonra yeniden gittiğinde, evdeki ışıkları ve az sonra da Aïno’nun yanından koşarak geçtiğini görünce mutlu olur – ruh hali birden değişir. “Her yerde, yaşlı, ölümcül ve korkunç şeylerin yerini, gençlik ve aşk alıyordu” der, ne var ki döndüğünde köy yakınlarında çatışmalar yaşandığını ve kaldıkları oteldeki herkesin dehşet içinde olduğunu fark eder. “Ayaklanmış köylüler, hezimetin arifesinde neler yapmazlardı ki? Belki hepimizi katlederlerdi” diye geçirir içinden.
Gün içerisinde karşılaştığımız köylüler her zamanki gibi kayıtsızdı ve gece bastırırken gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorduk; yola çıkışları, vedalaşmaları, maceraları, gözyaşlarını tahmin ediyorduk fakat tüm bunlar iki adım ötemizde olduğu halde, gözlerimizden ırak, sessiz sedasız olup bitiyordu. (s. 71)
Öykünün sonunda bir başka cinayetten haberdar olacaktır, üstelik bu cinayetin taraflarının iç savaştaki Beyaz-Kızıl ayrımıyla ilgileri yoktur. Aïno’nun bu cinayete ilişkin açıklaması akıl dışıdır, hayaletlerin devrede olduğu bir ihtimaldir, ama anlatıcı da makul bir neden bulamaz. İç savaş zamanlarına has belirsizlikler ve karmaşa söz konusudur. Öykünün içinde bir yerde, “Böyle zamanlarda bir adam neden öldürülür, hayatı neden bağışlanır, bilinebilir mi?” diye sormuştur zaten kendisine ve eklemiştir: “Vahşi ve kör sarhoşluk anlarıdır bunlar. Öyle olmasaydı devrimler daha az dehşetli olurdu.”
“Şarap Bulutları” öyküsünde “böyle zamanlara” özgü bir başka “vahşi ve kör sarhoşluk” gecesi anlatılıyor. Birdenbire patlak veren linç ve yağmadan sahneler okuruz, ama öykü salt bu sahneler nedeniyle değil, bu olayların tarafı olmayan tanıkların anlatılması nedeniyle de oldukça ilgi çekici. “Sayısız bağlar”dan söz etmiştim, olayların gelişmesinde yahut yön değiştirmesinde etkili olan “bağlar”ın büsbütün değilse de kısmen görünürlük kazandığı bir öykü bu. Sessiz tanıkların bile “vahşi ve kör sarhoşluk anlarına” kayıtsız kalamadığı anlatılıyor. Kişisel dünyadaki bir hissin toplumsal etkisi, toplumsal planda yaşananlarla “bağı” mesela. Orta yaşlı ve hasta iki kadının duydukları “hınç” mesela; onların bu hisleri nedeniyle yaptıklarının ve söylediklerinin sonuçları ağır olacaktır.
Yaşlanacaklar; devrimlerden, savaşlardan, isyanlardan geçerek; zaferleri, bozgunları ve kanları akan genç ölüleri görerek; böylece yaşayacaklar; birbirlerine yaslanmış, sakar, ürkmüş, güvensiz, kararsız adımlarla, her geçen sene daha zayıf, daha kambur, sargılara sarılmış iki soluk mumya gibi, ama yaşayacaklar. (s. 98)
Bu haldelerken şehri “şarap bulutlarının” sarması karşısında haksızlığa uğradıkları düşüncesine kapılırlar; ahlaksızlık vs. ama esas olarak sokaktaki çılgınlığa katılamamanın hıncıyla sokağa çıkma gücü bulur ve aynı zamanda kuzenleri olan komşularını ihbar ederler. Bir yanıyla alabildiğine tekil bir örnektir bu ama öyküde anlatılan yağma sahneleriyle birlikte “vahşi ve kör sarhoşluk anlarına” dair bir başka “bağ” oluştururlar. Bu öyküde “tanıklar” önemli demiştim; öykünün sonunda da başka “tanıklar”, adeta tanık olmayarak bir başka rol üstlenirler. “Şehirde, öldürülmüş adamların buzda bulunan cesetlerini üstü kapalı imalarla geçiştiriyorlar[dır]. Ayaklanmanın üzücü bilançosu.”
İtlerle Kurtlar
çev. Orhan Veli Kanık, Selahattin Hilav, Ebru Erbaş
Tetes Kitap
Mayıs 2025
240 s.
Némirovsky’nin öykülerindeki yağma bahsi üzerinde uzunca durmamın nedeni, bu izleğin, “vahşi ve kör sarhoşluk anlarının”, İtlerle Kurtlar’da da önemli bir yeri olması. Bununla beraber Némirovsky’nin sadece bu çerçevede öyküler yazdığı zannedilmemeli; gündelik hayat, sıradan insanlar çok daha ön planda. Yine de bu olağanüstü zamanlarla normal zamanları anlattığı öyküleri bir ortak çerçevede değerlendirmek mümkün. Çehov’a yakıştırdığını yapıyor o da, gerçeğin karmaşıklığına, güzelliğine, derinliğine işaret ediyor; bunun “bir insandan ötekine, bir varlıktan başka bir varlığa, bir kederden bir sevince giden sayısız bağlar sayesinde” olduğuna dikkat çekiyor. Bu karmaşıklığı büsbütün kuşatan sayısız bağları bir arada sermiyor gözler önüne; bilebildiklerimizin, görebildiklerimizin dışındaki başka bağların varlığını da ima ediyor; bu yüzden öykülerinde gerçek kesinlikli bir şekilde çıkmıyor karşımıza. “Kardeşlik” öyküsüne değinmiştim; oradaki gizem çözülmez, yahut “Don Juan’ın Karısı”nda herkesin bildiğini zannettiği gerçeğin hiç de öyle olmadığını bilen bir oda hizmetçisinden olayların arka planını okuruz. “Namuslu Adam” ve “Sırdaş” öyküleri de benzer biçimde görünen gerçekliğin arkasındaki karmaşıklığın hikâyesidir – karmaşıklığın ve karmaşıklığın barındırdığı bağların.
İtlerle Kurtlar ve tercümesi
Pazar Günleri’ndeki birkaç öyküye farklı vesilelerle daha sonra döneceğim, ama şimdi yakınlardan yayımlanan İtlerle Kurtlar’da sıra. Önce tercümesinin hayli ilginç hikâyesi.
Kaya Tanış’ın “Yayımcının Sunuşu”nda yazdıklarından öğrendiğimize göre, bu “macera” 1950’de başlıyor. Tanış, Orhan Veli’nin kardeşi Adnan Veli’nin, ağabeyiyle ilgili olarak, Némirovsky’nin İtlerle Kurtlar’ını tercümesine başladığını, “245 sayfalık romanın 105inci sayfasını tercüme ettikten sonra hayattan ayrılmıştı” diye yazdığını aktarıyor. Orhan Veli’nin sağlığında hiçbir yerde tefrika edilmeyen bu tercümenin bir yayınevi için yapılmış olabileceğini vurguluyor Tanış. Bu yarım kalmış tercümenin tamamlanma girişimininse (“tamamlanması” değil) ancak on iki yıl sonra gerçekleştiğini öğreniyoruz. Tanış, başka bir vesileyle 1962 yılının İkdam gazetesini tararken bu tercümenin orada tefrika edildiğini fark ediyor. İtlerle Kurtlar’ın İkdam’daki tefrikası, tercümesi Orhan Veli tarafından yapılmış kısımlar yayımlandıktan sonra, Selahattin Hilav’ın tercüme ettiği bölümlerle devam etmiş. Fakat “macera” bu kez İkdam’ın yayın hayatına sonra vermesi nedeniyle yine yarım kalmış – Tanış’ın sunuş yazısının alt başlığı çok manidar: “Bir Tefrikadır Gidemiyor.”
2025 yılında, tercüme edilmeye başlanmasından 75 yıl sonra kitap olarak yayımlanabilen romanın kalan kısımlarının tercümesiyse Ebru Erbaş’a ait. Erbaş, “Son Çevirenin Ön Sözü”nde, Hilav’ın tercüme ettiği kısımlarda “özetleme ve eksiltmelerin” bulunduğunu ve bunları tamamladığını belirtiyor. (Kaya Tanış, bu kitap için Erbaş’ın verdiği emeği “tercümeyi abad etmek” şeklinde selamlıyor.) Bu eksiltmelerdeki tercihin İkdam’ın editoryal yönetiminin kararı olabileceğini vurgulayan Erbaş, gerek Veli’nin gerekse Hilav’ın tercüme ettiği, anlamın doğru aktarıldığı pasajlara hiçbir müdahalede bulunmadığının altını çiziyor. Dolayısıyla karşımızda üç ayrı kalemden çıkmış bir tercüme var. Kalemlerin tam olarak nerede değiştiği kitapta belirtilmiyor, ama kelime ve ifade tercihlerinden değişiklikleri iyi kötü yakalamak mümkün.[*] Romanın tercümesinin hikâyesi, bu “macera”, Erbaş’ın da vurguladığı üzere çeviribilim açısından oldukça önemli. Şu tesadüf de dikkat çekici: Némirovsky’nin bu romanı, özgün dilinde de –Türkçe tercümesinde olduğu gibi– kitap olarak basılmadan önce tefrika edilmiş. Ebru Erbaş’ın dikkat çektiği bir başka husus daha var.
Türkçe tefrikanın özgün eserin tefrikasından yaklaşık 10 yıl sonra ve […] Némirovsky’nin unutuşa terk edildiği dönemde yayımlanması, kanımca dönemin Türkiye’sinin edebiyat çevrelerinde, üstelik iletişim imkânları da günümüze göre son derece kısıtlıyken çağdaş Fransız edebiyatının ne denli yakından izlendiğinin de ilginç bir göstergesidir. (s. 19)
Bu noktada Türkçede yayımlanan ilk Némirovsky yapıtı olan Çehov’un Hayatı’nı[5] yeniden hatırlayabiliriz. Bu kitabın Oktay Akbal’ın tercümesiyle 1950’de Millî Eğitim Basımevi tarafından yayımlandığını belirtmiştim. Erbaş’ın “ön söz”ünden bu biyografinin Fransa’da, Némirovsky’nin ölümünün ardından 1946’da yayımlanabildiğini öğreniyoruz. Türkçeye hemen dört yıl sonra tercüme edilmesi hiç kuşkusuz Némirovsky’den ziyade Çehov’un gördüğü ilginin bir sonucu. Nitekim kitap MEB’in “Klasikler İçin Yardımcı Eserler” dizisinden çıkmış, ancak Çehov’la ilgili olarak tercih edilen biyografinin Némirovsky’nin kitabı olmasının Erbaş’ın yukarıdaki tespitini haklı çıkardığı kanısındayım. Bu noktada Pazar Günleri’nin arka kapak yazısındaki şu ifade de dikkate değer: “Dünyanın, Rus duyarlılığıyla yazan Fransız bir yazar olarak kabul ettiği Némirovsky.”
Böyle kabul ediliyor ama Némirovsky’nin “kimlik”, “yurttaşlık” bilgileriyle kısa hayat hikâyesi şöyle: 1903’te Ukrayna’da Yahudi kökenli bir ailede doğmuş ve ailesi Bolşevik Devrimi’nin ardından, Finlandiya ve İsveç üzerinden Fransa’ya göç etmiş. Ailenin Fransa’ya yerleştiği tarih 1918, ama 20 yıl sonra Némirovsky halen Fransız vatandaşlığı alamamış ve vatansız konumdaymış. Ebru Erbaş, “savaşın eşiğindeki Avrupa’da yükselen Yahudi düşmanlığının onun yaşamını etkilemeye başla[dığını]” belirtiyor. Yine Erbaş’ın ön sözünden 1939’da din değiştirdiğini ve Katolik olarak vaftiz edildiğini öğreniyoruz. Ne var ki bütün bunlar yetmeyecektir; Némirovsky, 1942 Temmuzu’nda tutuklanıp Auschwitz toplama kampına gönderilecek ve 17 Ağustos 1942’de orada ölecektir. İtlerle Kurtlar, Némirovsky’nin din değiştirip kızlarını daha güvende olacakları yerlere gönderdiği 1939’da tefrika edilmiş ve bir yıl sonra da kitap olarak yayımlanmış. Erbaş, Némirovsky’nin dosyayı yayıncısına gönderirken şu noktaya dikkat çektiğini belirtiyor.
“Bu roman Yahudileri anlatıyor. Fransız Yahudilerini değil, altını çizeyim; Doğu’dan, Ukrayna ya da Polonya’dan gelen Yahudileri. […] Bence bazı Yahudi karakterlerimde kendilerini bulacaklardır. Belki de kızacaklar bana. Ama ben hakikati dile getirdiğimi biliyorum.” (s. 17 – metinde italik.)
Nitekim roman Ukrayna’daki bir şehirdeki Yahudilerin içerdiği sınıf, tabaka farkının vurgulanmasıyla başlar.
Sinner ailesinin baba ocağı olan bu Ukrayna şehri, orada oturan Yahudilerin gözünde, eski tasvirlerde olduğu gibi, birbirinden farklı üç bölgeye ayrılırdı: Altta cehennemin alevleri ve karanlıklar arasında, lanetliler; ortada, soluk, durgun ışığın aydınlattığı faniler; üstte de seçkinlerin saltanatı… (s. 27)
Roman boyunca bu ayrıma birçok kez değinilmekle beraber, esas ayrımın Yahudilerle Yahudi olmayanlar arasında olduğu da açıktır. Romanın geçtiği şehirde (dünyada birçok başka şehirde olduğu gibi) Yahudilerin yaşayabilecekleri muhitler bellidir ve buraların dışında yaşamaları yasaktır; “bununla beraber bu yasak sadece fakirler içindi[r]”. Rüşvet bütün kapıları açmakta, yeterli para verilirse yasaklar kalkabilmektedir.
Para gerçi herkese lazımdı ama Yahudi için şarttı, zaruretti; hava gibi, su gibi bir şeydi. Nasıl yaşanırdı parasız? Rüşvetler nasıl verilirdi. Kotalar dolduktan sonra çocuklar mektebe nasıl yazdırılırdı? Şuraya buraya gidebilmek, şunu bunu satabilmek için nasıl izin alınırdı? Askerlikten kurtulmak nasıl mümkün olurdu? Ah, Allah’ım! Parasız nasıl yaşanırdı? (s. 42)
İtlerle Kurtlar’daki bu cümleler Némirovsky gibi Ukrayna doğumlu ünlü öykücü İzak Babel’in Çocukluğumdan[6] başlıklı seçkisindeki iki metni hatırlattı bana – yaşıt değillerse de aynı kuşaktan sayılabilirler: Babel 1894, Némirovsky 1903 doğumludur. Sözünü ettiğim iki metinde Babel çocukluğunda, 1905’te yaşanan pogromdan sahneleri öyküleştirmiştir. Pogromdan bir yıl önce, dokuz yaşındayken ortaokul hazırlık sınıfına giriş sınavlarına hazırlandığından söz ederek başlar. 40 kişilik sınıfta sadece iki Yahudi öğrenci okuyabiliyordur ve sınavda öğretmenler Yahudi çocuklara “düzenbazca” sorular sormaktadırlar. Buna rağmen sınavda Rusçadan ve matematikten en yüksek notları Babel alır. Ancak “Marsilya’ya buğday ihraç eden tahıl tüccarı Khariton Efrussi birinin eline rüşvet olarak beş yüz ruble sıkıştır[ır]” ve Babel’in notu “A’dan A altına indiril[ir].”
Neyse ki her şey sona ermemiştir Babel için; ertesi yıl birinci sınıftakiler için yapılacak sınava “aile[sinin] çektiği sıkıntının bilincinde olarak”, kitapları satır satır ezberleyerek hazırlanır. Bu kez kazanır sınavı (o sene kimse rüşvet vermemiştir anlaşılan!), ne var ki okul açıldıktan sonra babasının ona sınav hediyesi olarak vaat ettiği güvercinleri almak için hayvan pazarına gittiği gün pogrom yaşanır. Şehirdeki yağmaya sakat olduğu için istediğince katılamayan sakat bir adam Babel’in satın aldığı güvercinleri öldürür ve onu acımasızca döver. On yaşındaki çocuk daha sonra bir işçinin babasını kovaladığına tanık olur. İşçi, “Yahudiler her işin köşebaşlarını tutsunlar diye istemiyoruz biz özgürlüğü” diye bağırıyordur. Az ilerideyse babasının dükkânı yağmalanıyor, tahrip ediliyordur.
İtlerle Kurtlar’a dönersek, romanın kimi yönleriyle Némirovsky’nin yaşamöyküsüyle paralellik içerdiği vurgulanmalı. Romanda hikâyeleri anlatılan Yahudi aile de Ukrayna’dan Fransa’ya göç ediyor, ancak bir zaman farkı var. Romanda bu göç 1914’te gerçekleşiyor; Némirovsky ailesiyle 1918’de Fransa’ya yerleşmiş. Bir fark da ailenin sınıfsal konumunda. Némirovsky’nin ailesi varlıklıdır, romanın başkişisi Ada Sinner’in ailesiyse “ortada, soluk, durgun ışığın aydınlattığı faniler[dendir]”. Némirovsky romanında Yahudileri anlattığını yazmış yayıncısına ama roman Ada Sinner’in büyüme hikâyesi aynı zamanda. Onu romanın başında, beş yaşındayken tanıyoruz ve yıllar içerisinde çocukluğuna, genç kızlığına ve yetişkinliğine tanık oluyoruz. Romandaki öbür kişiler daha çok aile fertleri, babası, yengesi, kuzenleri. Yetişkinliğinde uzak (ve çok zengin) akrabası Harry Sinner ve Harry’nin eşi de giriyor devreye, ama bence İtlerle Kurtlar’ın önemli bir kişisi de Ada’nın hayal gücü – yanı başında, ona güç veren bir karakter adeta.
Romanın başlarında ölen amcasının çocukları ve yengesi Ada ve babasıyla beraber yaşamaya başlarlar. Ada’nın hayal gücüyle ilk kez yaşıtı olan amca oğlu Ben’le bir oyun icat ettikleri gün karşılaşırız. Hastadırlar, evde sıkıldıkları için icat ettikleri oyunda “şehirdeki bütün çocuklar” Ada ile Ben’in “idaresinde toplanıp bilmedikleri bir ülkeye” doğru yola çıkıyorlardır. Bu hayali çeşitlendirdikleri sırada altı ay önce rastlantı eseri çok kısa süre gördüğü, akranları, uzak ve zengin akrabası Harry Sinner’i hatırlar. Tuhaf bir hayranlık duymuştur Harry’yi gördüğü gün, ama kimseye ondan söz etmemiştir. Oyun oynarlarken Harry’yi anmasıyla bu zengin akraba çocuk odalarına “getirilmiş” olur. Adını anmakla “somut” bir varlık kazanmış gibidir – en azından hayallerinde yer vardır artık Harry’ye.
Ada alnını, yanaklarını yastığa gömüp gözlerini kapattı. Kapanan göz kapaklarının önünde, karanlık sıcak bir yaz gecesinin içinde uzayan bir yol görünüyordu. O yolda Harry ile beraber ilerliyordu. […] Oyun yavaş yavaş rüyaya benziyordu; hayal hakikat gibi idi. Ama sabahın ilk dakikalarının soluk kül rengi ışığına benzeyen bir ışıkta, yıkanmış bir hakikat. (s. 55)
Hayal de bir hakikattir Ada için ve hayallerin zaman geçirme uğraşından yahut çocukça oyunlardan öte işlevleri olduğunu görürüz romanda. Bir önemli işlevi de “alttaki” mahallelerden (Yahudi gettolarından) başlayarak şehre yayılan pogrom sırasında ortaya çıkar. Pogromun ilk günlerinde yaşananlar küfür ve camların kırılmasından ibaret olduğu halde, Ada ve Ben’in evden çıkmalarına izin verilmez. Onlar da daha önce icat ettikleri hayal oyununu oynamayı, oyunu çeşitlendirmeyi sürdürürler. “Bu oyun onları heyecan içinde, ateş içinde bırakıyor[dur]; ağızları kuruyor, gözleri mor halkalarla çevreleniyordu[r].” Ne var ki, günler ilerledikçe pogromcular ilk günlerdeki gibi kalmazlar.
Nihayet bir gün, gerçek dünya hayal dünyasından baskın çıktı. Ada ile Ben kendilerini o denli hayale kaptırmışlardı ki birbirlerinin söylediklerini işitmez olmuşlardı. İkisi de ayaklarını sedirin tahtalarına vura vura, aynı zamanda, boğuk sesle konuşuyorlardı. Birdenbire bir gürültü duyarak sustular. Bu, öyle mırıltı, uğultu cinsinden falan bir şey değildi. Vahşi, insan sesine benzemeyen bir velvele idi. (s. 63-64)
Bu “velvele”nin çok yaklaştığı, neredeyse evlerinden içeri girdiği sırada Ada’nın babası çocukları hızla evden çıkarır ve onları ite kaka bir tavan arasına götürüp bırakır. Orada yalnız başlarına bekleyeceklerdir. Dışarıda ne olup bittiğini bilemiyorlardır, acıkmışlardır, şaşkınlık ve korku içindedirler. Bunların had safhaya çıktığı sırada Ada birdenbire sakinleşir ve neşeyle oyun oynamayı önerir. Tavan arasında buldukları sandık bir gemidir, dalgalar kabarıyordur. Oyuna başlamalarıyla beraber hakikatle hayal yer değiştirir.
Sallanan döşemelerin gıcırtısı, bu pılı pırtı, hatta içlerini kazıyan açlık artık gerçek değildi de bir roman, bir macera, bir rüya idi. Dışarıdan gelen bu haykırışmalar, bu imdada çağırmalar, bu hay huy, eski sokaktaki bu kıyamet, sanki dalgaların yahut fırtınanın gürültüsüydü. Yangın çanlarının insana hüzün veren sesine, uzaktan uzağa duyulan dualara hazla kulak kabartıyorlardı. Bu sesler sanki uzak bir sahilden geliyordu. (s. 67)
Iréne
Némirovsky,
1938.
Ada ve Ben aynı günün ilerleyen saatlerinde sokaklarda yaşanan dehşete doğrudan tanık olurlar. Yanlarından dörtnala geçen Kazaklardan korkarak kaçar ve kendilerini şehrin zengin muhitinde bulurlar. Orada Harry’yi bir kez daha görür Ada; bu onun hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Yıllar boyunca hayalinde sürecek bir aşka düşer bu karşılaşmayla. Sonraki yıllarda da karşılaşacaklardır; iki yıl sonra henüz Ukrayna’dan ayrılmamışlarken ve yılların ardından Fransa’da… (Uzunca bir süre bu hayalle yaşar Ada, demek bir tür hakikattir onun için!)
Pogrom günü Harry’nin evindeki kadınların kapılarına gelen yoksul iki Yahudi çocuğun (üstelik uzaktan akrabadırlar, soy isimleri aynıdır) karşısında aldıkları olumsuz tutumun ardındaki ruh halini Ada çocuk olmasına rağmen sezer. Bu kadınlar Ada’yla Ben’in karşılarına çıkmasını bir tür “asıllarını hatırlatma gibi” gördüklerini anlar. “Bir zamanlarki hallerinin, hatta bir zamanlar yine olabilecekleri bir halin, kötü, utandırıcı bir hatırası idiler.”
Bu motif romanda daha sonraları birkaç kez çıkar karşımıza. Harry’de yahut onun zengin başka yakınlarında. Némirovsky’nin bu romanı yayıncısına gönderirken, “Bu roman Yahudileri anlatıyor… belki kızacaklar” derken özellikle dikkat çektiği nokta bu olsa gerektir. Bu bahiste romandaki bir paragrafın çok benzerinin Pazar Günleri’ndeki bir öyküde de, “Kardeşlik”te geçmesi bu meseleyi Némirovsky’nin ne denli önemsediğinin de bir göstergesi. Bu iki paragrafı aktarıyorum. İlkinde Harry’nin bir halidir tasvir edilen.
Arabada çok sakin ve dimdik duruyordu ama yavaş yavaş kolları sarktı, alnı eğildi, omuzları düştü. Zayıf, ince, soğuk güzel elleri birbirine kenetlenmiş, karanlıkta usulca sallanıyordu; tıpkı kendisinden önce tezgâhlarının başında nice sarrafın, kitaplara eğilmiş nice hahamın, gemilerin güvertesinde nice göçmenin yaptığı gibi; ve onlar gibi o da kendini yabancı, kayıp ve yalnız hissediyordu. (s. 217)
Aşağıdakiyse “Kardeşlik” öyküsündeki varlıklı Yahudi. Bu adam tesadüf eseri kendisiyle aynı soy ismini taşıyan yoksul bir adamla karşılaşıp sohbet ettikten sonra trenle zengin arkadaşlarının yanına dönmektedir.
Farkında değildi ama hayallerine gömülmüş halde, ağır ve garip bir hareketle koltuğun üzerinde bir öne bir arkaya, vagonun ritmiyle yavaşça sallanıyordu; böylece bedeni, yorgun ya da rahatsız olduğu zamanlarda, kendisinden önce Kutsal Kitap’ın üzerine eğilmiş haham, altın paraların yazılarının üzerine eğilmiş sarraf, tezgâhlarının üzerine eğilmiş terzi nesillerini beşiğinde sallamış olan yalpayla buluşturuyordu. (s. 85)
La Vie de Tchekhov (Çehov’un Hayatı), Iréne Némirovsky, Yayıncı: Albin Michel, 1946.
Bu iki sahnede de aynı soydan gelenlerin yazgı ortaklığına dikkat çekiyor Némirovsky. Hiç de ortak değilmiş gibi görünen yazgılarının aynılaşması an meselesi değilse bile, birtakım gelişmeler yaşandığında, misal savaş çıktığında yahut bir skandal patlak verdiğinde çok çabuk birbirinin aynısı sonlara varılabilmektedir. Böyle olduğu halde varlıklı olanların bu gibi olası gelişmeler konusundaki kayıtsızlıkları anlaşılan Némirovsky’nin zihnini çok meşgul etmiş.
Pazar Günleri’ndeki iki öyküde de benzer bir motif var, ancak “Seyirci” ve “Mösyö Rose” başlıklı bu öykülerdeki adamların yazgılarına kayıtsız kaldıkları insanlar onların soyundan değil, başkaları; başka milletten, başka sınıftan... Bu öykülerdeki adamlar, başlarına kötü şeyler gelenlerle aralarında esaslı bir bağ bulunmadığına inandıkları için yaşananların, olan bitenlerin dışında kalacaklarını zannettikleri sırada, bir-iki gün içinde kendilerini olayların ortasında bulurlar. “Seyirci”deki Hugo Grayer’in hali şöyledir.
Korkunçtu bu, haksızlıktı! Annelerinin, kız kardeşlerinin boğazlanışına aldırış etmeyen ve günü geldiğinde onları da güçlü ve sert bir ele teslim edecek olanın bu pasiflik, bu kabulleniş olduğunu anlamadan gıdaklamaya ve yemlerini gagalamaya devam eden kümes hayvanlarına benziyordu bu kalabalıklar. O, Hugo ise, daima şiddetin nefret edilesi olduğunu ve kötülüğe karşı durmak gerektiğini ilan etmişti, böyle düşündü. Bunu söylememiş miydi? Söyleyecek vakti olmamıştı belki de, ama bir şey kesindi: bunu her zaman düşünmüş, buna iman etmiş, inanmıştı! (s. 332)
“Mösyö Rose”un başkişisi de Hugo’yu andırır. Bu kendisinden başkasını düşünmeyen adamın huzuru 1939’da II. Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla kaçmıştır aslında. “Bu oynak, istikrarsız dünyada eskiden olduğu gibi emin adımlarla ilerlemenin” mümkün olmadığının farkındadır, “bunlara üzülüyordu[r] ama onları ne kendi yolundan ne de başkalarının yolundan uzak tutabileceği için, makul olan tek bir kaygıyı taşıyordu[r] yüreğinde: kendisi, kendi iyiliği, serveti.”
Belki Çehov’a yakıştırdığı “sayısız bağ” meselesiyle de ilgilidir Némirovsky’nin zihnini ve metinlerini meşgul eden bu durum. Başkalarının başlarına gelen felaketler karşısında kayıtsız kalmanın “bir insandan ötekine, bir varlıktan başka bir varlığa, bir kederden bir sevince giden sayısız bağlar[ın]” farkında olunmaması anlamına geldiğini düşünemez miyiz? Nitekim, Mösyö Rose, öykünün sonunda kendisiyle başkaları arasındaki “sayısız bağdan” birinin farkına varacaktır.
İtlerle Kurtlar, değindiğim meselelerin yanında bir iç âlem romanı olarak da okunabilir; Ada’nın büyümesinin romanı, kendisini tanımasının, farkına varmasının – belki iç âlemindeki sayısız bağın ve bağların dolaşıklığının! Çevresindeki insanlardan çok farklı olduğunu, mesela hırsları olmadığını, kalender biri olduğunu zannederken kendindeki bu halin dış âlemle de bağı olduğunu fark eder; yahut ummadığı bir yerde yaptığı fedakârlığın altında yatan itkinin aşk değil gurur olduğunu.
Némirovsky iç âlemleri uzun uzadıya tahliller yaparak ya da iç konuşmalarla ifade etmiyor; kişilerin başkalarıyla ilişkilerindeki düğümlerde, çatışmalarda (bunlar da “bağ” değil midir?) siluetler halinde beliriyor içerideki saikler, dinamikler. Üstelik sadece Ada’nın değil, Ben’le Harry’nin yahut romanın daha arka plandaki karakterlerinin iç âlemleri için de geçerli bu. Bunları ifade ederken yine de Çehov gibi sezdirmekle yetinmediğini, çok bastırarak olmasa da kimi hallerin, durumların altını çizdiğini eklemeliyim. Beri yandan çizdiği bazı sahnelerin tonunda, o sahnelerdeki kişilerin ruh hallerinde Çehov’un öykülerini andıran yanlar az değil. Özellikle romanın en sonunda anlatıcının Ada’nın iç sesini yankılayan saptamasında belirginleşen ruh hali vurgulanmalı. Bir hakikatin eşiğindeymiş hissini yaratan duygu ve düşünceler içindedir. Bunu ona esinleyen izlenim kaba bir bakışla “hayal” diye tanımlanmaya çok müsait olsa da, roman boyunca hayalin bazı ışıkların altında yıkanmış hakikat olduğunu iyi kötü öğrendiğimiz için Ada’nın içinden geçirdiklerini yadırgamaz ve kabul ederiz. Bu sahnedeki ışığın Çehov’dan aşina olduğumuz ışıklara çok yakın olduğunu da eklemeliyim.
Yazı boyunca “bağlardan” söz ettim. Bazı bağları da yazar tahayyül eder, yakıştırır; aslında yaptığı bir hakikati belirli bir ışığın altında tutmak. Némirovsky, Çehov’un Hayatı’nın en etkileyici yerinde böyle bir şey yapıyor ve Çehov’un hayat hikâyesiyle yazı serüveni arasında bir bağ olduğuna vehmediyor.
Yazarın bütün hayatı ‘Çehovvari’ tanzim edilmişti. Şahıs itibariyle, zengin olan çocukluk ve ilk gençlik, her çeşit tecrübelerle ve sahnelerle dolu bir hayat, sonra gençlik, başarıları ve başarısızlıkları birbirine karıştıran kaderin acelesi, bin bir çalışma, hastalık, seyahatler, matemler, bitirmek aşkı. Hayatı uzun ve bereketli bir şekilde devam edecekti, ama her şey Çehov’un sık sık işittiği şu cümleyi birisi söylemiş gibi çabuk geçti: ‘Eser şu tarihe hazır olmalıdır.’ Sayfanın üstüne hemen şu kelime çizildi: Son. (s. 97)
Némirovsky’nin hayatı da uzun ve bereketli bir şekilde devam edecekti, ama Naziler Fransa’yı işgal etti, yirmi yıl yaşadığı ülkede vatandaşlık alamamıştı, Yahudi’ydi, Auschwitz’e gönderildi.
NOTLAR
[1] Iréne Némirovsky, İtlerle Kurtlar, çev. Orhan Veli, Selahattin Hilav, Ebru Erbaş, Tetes Kitap, Mayıs 2025, 236 s.
[2] Iréne Némirovsky, Pazar Günleri, çev. Ebru Erbaş, Can Yayınları, 2013, 353 s.
[3] Iréne Némirovsky, Çehov’un Hayatı, çev. Oktay Akbal, Milli Eğitim Basımevi, 1950, 160 s. Bu kitabın ikinci baskısı Bir Yazarın Romanı-Anton Çehov’un Yaşam Öyküsü, Cem Yayınları, 166 s. İkinci baskıda Oktay Akbal’ın çeviriyi yeniden gözden geçirdiği, dil, anlatım açısından düzeltmeler yaptığı belirtiliyor. Oktay Akbal’ın tercümesinin son baskısıysa Çehov-Bir Yazarın Romanı başlığını taşıyor. Telgrafhane Yayınları, 2022, 160 s. Alıntılarda esas olarak ilk tercümeyi esas aldım ama ufak müdahalelerim oldu.
[4] Oktay Akbal’ın yaptığı çevirinin iki versiyonunda da bu öykünün adı “Arkadaşlar” olarak geçiyor, ancak Fransızca özgün metinde öykünün adı “Les Comméres”; İngilizce çevirisinde de “Gossips” olarak anılıyor. Bu öykü, Türkçeye “Köylü Kadınlar” başlığıyla çevrilmiş. (Düello-Öyküler Cilt: 6, çev. Mehmet Özgül, İletişim Yayınları, 2020, s. 71-86) Rusça adı “Бабы” yani “Kadınlar”. Öykü, 1927’de Fransızcaya Denis Roche tarafından “Dedikodular” başlığıyla çevrilmiş ve Anton Çehov’un Bütün Eserleri’nin on ikinci cildi içinde yayımlanmış.
[5] Iréne Némirovsky, Çehov’un Hayatı, çev. Oktay Akbal, Milli Eğitim Basımevi, 1950, 160 s.
[6] İzak Babel, Çocukluğumdan, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, 1981, 152 s.
[*] EK NOT: Yazıda “belirtilmemiş” demişim, ama İtlerle Kurtlar’ın ve Pazar Günleri’nin çevirmeni Ebru Erbaş sosyal medya üzerinden uyarınca fark ettim, kitapta “İçindekiler” sayfasında romanın hangi sayfalarını kimin tercüme ettiği belirtilmiş. Romanın 25-111 sayfalar arası Orhan Veli, 112-194 sayfalar arası Selahattin Hilav, 194-236 sayfalar arası da Ebru Erbaş tarafından tercüme edilmiş. [15.08.2025]
Önceki Yazı
Alia Trabucco Zerán ile söyleşi:
Edebiyatın cezalandırıcı gücü
“Bana kalırsa yazmak, bir insanın kendi vücudundaki bir yara yüzünden çektiği acıdan farklı olarak, doğrudan yaşanmamış, yarası belli olmayan ve elle tutulması çok güç, belli belirsiz bu acıyı keşfetmek için bir yol...”