Hiç Kötülük Görmemiş Gibi:
Zamanın loşluğuna övgü
“Hiç Kötülük Görmemiş Gibi, hayatın düpedüz nafileliğini saygıyla kabul etmiş, ama tam da bu nedenle onun içindeki parıltı ve umut kırıntılarını da gören bir kalemden ortaya saçılmış öykülerin bir toplamı... Nasıl ki gündelik yaşamı oya gibi işlemişse, dilini de özenle kuran, oya gibi işleyen bir metin.”
Zümrüt Alp (Fotoğraf: Alper Güçlü)
Hayat, gündelik hayat her nasılsa öylece akıyor Hiç Kötülük Görmemiş Gibi içinden. Kendi ağır, ama hem de aksak ritmi içinde; bütün kusurluluğu, pejmürdeliğiyle. Fakat bir yandan da sürprizi, olmayacak yerlerden çıkan umut kıvılcımları, daha iyi anlar için taşıdığı minnacık vaatler ve aşırı küçük, yine de hayatı pırıltılarla dolduran, ancak kadınların var edebildiği konfor ve şefkat parçacıklarıyla da… arz-ı endam ediyor gündelik hayat. Öyle sıradan anları, öyle sıradan insanları anlatıyor ki, okurunu “bunu ben de yazabilirdim” hissi ile dolduruyor (bence iyi edebiyatı ayırt edebilmek için pekâlâ sağlam bir kriter bu). Fakat bir yandan da tüm bu olağan hikâyeler içindeki, gündelik yaşamın içindeki olağanüstüye ayık bir kafayla kaleme alınmış bir kitap (ki bence bu da yazar kumaşını ayırt edebilmek için gayet sağlam bir kriter). Ve olağanüstü bir dille.
Nasıl ki gündelik yaşamı oya gibi işlemişse, dilini de özenle kuran, oya gibi işleyen bir metin bu. İnsanın içini tatlı bir kıskançlıkla dolduracak kadar, okurunda “hadi ben de oturup bir kitap yazayım ve bu kadar güzel olsun” hevesi, o dili taklit etme arzusu uyandıracak kadar incelikle kurulmuş bir dil yani (bir buluşu fazla uzatmak pahasına, kendimi alamadığım için yazmak zorundayım: Bence sağlam bir kitabı ayırt etmek için eşsiz bir kriter işte). Velhasıl bu öyküler, incecik ve berrak bir bakıştan süzülmüş zarif cümlelerle bezeli. Şöyle muazzam betimlemelere rastlayabileceğiniz bir metin:
Bu sofrada iki kadın, biri fotoğraflar olmasa birinin vehminden ibaret sanılacak kadar belirsiz, öbürü bir kere görenin bir daha unutamayacağı kadar belirgin iki kadın, karşılıklı oturdular ve birbirlerine sevgiyle, anlayışla baktılar. (s. 14)
Hiç Kötülük Görmemiş Gibi
Aylak Adam Yayıncılık
Kasım 2022
112 s.
Ama ne kurgusunda ne dilinde hiçbir stilistik numaraya ve garantici formüle tenezzül de etmeyen bir kitapla karşı karşıyayız hem de; çünkü en gündelik, en sıradan halinde bile, hatta bilhassa bu halinde, hayatın kendi stilinin ve numaralarının edebiyata yeteceğinin farkında... Az önce alıntıladığımız şu betimlemede dahi, bir karşıtlığı anlatırken, onu en keskin hali içinde iken anlatırken dahi, yine de sonunda havada bırakan bir duyguyla, bir irtibatla bağlamasından da hemen fark edilmiş olmalı bu. Zira başından sonuna dek kesinliklerden ve kalıplardan uzak kalmayı beceren, belirsizliği kaldırabilen bir metin bu. Behçet Çelik de kitap üzerine değerlendirmesinde şu sözlerle vurguluyor bunu:
Hislerden yakınlıklara, yardımlardan ufak tefek kumpaslara, kişinin kendisiyle ya da başkasıyla girdiği ilişkide, iletişimde neyin asıl neyin suret olduğunun birbirinden ayrılamadığı bir dünyadan hikâyeler anlatıyor Zümrüt Alp. Üstelik çok zaman bilinçli olarak, hesabını kitabını yaparak kuşanılmış sahte suretler değil bunlar; iradi seçimlerle mi yoksa mecbur kalarak, başka türlüsünü yapma imkânı olmadığı, verilmediği için mi başkalarına karşı nahoş tavırlar almış öykü kişileri, küçüklü büyüklü çelmeler takmışlar, kendilerine ya da onlara adı konmamış esaretler inşa etmişler; bunlar da çok belirgin değil. Çok zaman haklılık haksızlık çetelesi tutmanın büsbütün gereksizleştiği çatışmalarla sürüp gitmiş hayatlar, handiyse varlıklarının belirsizleştiğini sezen, bundan telaşa düşmeyip de bazen dinginlik devşiren, “Aman canım, zaman geçsin de nasıl geçerse geçsin” dediklerini hissedebileceğimiz insanlar.[1]
Olduğu halde hayat demiştik, bildik formüllerin uzağında olmak ve kendi reçetesini ‘kadınca’ ince bir dille bağlamak… O zaman insanın hemen şu geliyor aklına: Hiç mi iddiası, kendine has bir sözü yok bu kitabın? Tuhaflık da burada işte, bana kalırsa gayet iddialı bir kitapla karşı karşıyayız: Ancak öfkeli değil, dilini öfkesine kaptırmamış, dilin güzelliğini öfkeye feda etmeye kıyamamış ve iddiaları da bilinen kalıpların bir hayli dışında.
‘Beyaz yakalı’ ‘tabir edilen’lerin, özen partikülleriyle bezeli ezbere yaşamının yapmacıklığı karşısında tüyleri diken diken oluyor mesela:
Kardeşi bir mimarla evlenmişti. O da bir web tasarım şirketinde çalışıyordu. Şimdilik buradaydılar ama Berlin’e yerleşme planları yapıyorlardı. Arkadaşım okuldan arkadaşlarıyla sık sık bir araya geliyordu. Yazları yine okuldan bir arkadaşının yelkenlisiyle güneye iniyorlardı. Erkek arkadaşıyla da bu gezilerden birinde tanışmıştı. Yakında evlenme planları yapıyorlardı fakat Türkiye’deki sıkıcı düğünlerden birini yapmaya hiç niyetleri yoktu, bir Yunan adasında küçük bir manastırın ağaçlar arasındaki patika yolunda az bir kalabalıkla hep bir ağızdan söylenen şarkılar eşliğinde evlenmek istiyorlardı. Ne kadar güzel bir hayaldi! (s. 50)
Çünkü tüm bu hesaplanmış itina, olduğu haliyle hayatı kabul edememekten, gündelik olanın içini boşaltan nafile bir mükemmeliyetçilikten, hayatın (yazarımıza göre onu anlamlı da kılan) saygıdeğer kusurluluğundan kaçma çabasından başka bir şey değil esasen. Evet, görünen ve olan arasındaki devasa mesafeye vurgusu ile, hayatın kusurluluğunu teslim etmek, hayatı yapanın o kusurluluk olduğuna ayık olmak, bizatihi o kusurluluğa bilhassa saygı göstermek, Zümrüt Alp’in bakışını ve öykülerle kurduğu dünyayı kuran esas maya bana kalırsa.
Tüm o pırıltılı gösteriye rağmen bu beyaz hayatlarda (kaldı ki zaten külliyen hayatta) öyle pamuk ipliğine bağlı ki her şey, hiçbir mükemmelliği kaldıramıyor zaten: Tasarımcı bir çiftin ‘şahane’ hayatlarının yanı başında büyümeye terk ettikleri evlatları, derindeki manası havada askıda kalarak hem de, bir anda bir mülteci kampına sürüklenebiliyor mesela (ya da bebeğe, ona en çok emek vermiş olan kavuşuyor da diyebiliriz). İlla böyle umulmadık sonlara da ihtiyaç yok üstelik. Hayatı hiçbir kalıba sığdırmadan ve olağan akışı ile anlatmak iddiasındaki tüm bu öykülerde, onun kırılganlığına ilişkin çarpıcı bir içgörü de hep geride işliyor. Gündelik olanın rastgele pejmürdeliği yanında hep süregiden bir tedirginlik, her an gelebilecek kötü bir sona ilişkin bir duygu da tüm metinler boyunca çalışıyor.[2]
İşte tam da bu nedenledir ki, her öykünün sonunda bu öykülerin meseline dair ‘ne diyebileceğimizi’ bilemediğimiz bir hal, daha doğrusu aynı anda birçok şeyi aynı içten samimiyetle söyleyebilmemizin yarattığı bir “havada asılı kalma” hali kalıyor geriye. Tam da bu hal Zümrüt Alp’in bakışındaki prizmatik açıyı gösteriyor. Öyle ki, bebeği mülteci kampında öylece bırakan öyküde dahi, hem annenin düştüğü boşluğu hem de Asurlu bakıcının içindeki uçurumu aynı anda duyabiliyor insan ve hem de bebeğin hiçbir şeyin farkında olmamaktan gelen kutsal aldırmazlığını. Sonunda kimsenin kimseden hesap soramayacağı bir duygu ile bitiyor metin: Ne tatmin var ne de adalet…
Ama bir yandan şu da var: Kitapta karşımıza çıkan evladını yitirmiş iki anneden diğerinin, oğlunu kaybetmiş, (sonradan olsa dahi) köye karışmış bir kadının acısını çok daha derinden, kalbinin uçları sızlarcasına duyabiliyor insan. Evet, adalet yok, ama iki annelik hali de aynı değil. Fakat Zümrüt Alp’ten kalıplarla anlatılabilecek hiçbir karakter beklenemeyeceği gibi, bu “köylü” kadından da bildik bir ‘garip anam’ tiplemesi beklememeli. Kızını sevmesine fırsat verilmemiş, bir katile (bilge bir katile) sevdalanmış, kırmızı rujuna ve cigarasına sonuna dek sahip çıkan, ev işlerini boşlamış, “ruhu kendi kendine yetmeyen, taşmak isteyen, taşıp dağlara savrulmak isteyen” (s. 61) ve yine ‘tasarımcı’ bir kadın bu: “Güzelim dünya desen desendi öyle bakınca… Zamandan kurtardığında kendini minik anlarda hakikatle buluşur insan. Elindeki işin minicik bir detayında sen Tanrı’ya dokunursun. Dış dünyadan kurtulursun, lahza lahza saf huzuru yaşarsın.” (s. 57) Tüm klişelerin, ezbere kalıpların aksine, yaratıcılığın, yaratmaktan gelen hakiki huzurun, isyanın, acının ve uyuma tenezzül etmeyen, içine sığmayan ruhların nerelerden çıkacağı belli olmuyor demek ki…

Nasıl ki bu iki karakter iki ayrı annelik halini temsil ediyorsa, “Eksik Parça”nın Nefise ve Lamia hanımları da yaş almış kadınlığın iki ayrı kipini, “İp”teki ya da “Bir Eve Tutsak Olmak”taki anneler de büyük ailelerin mütehakkim kadınlarını gösteriyor bize… Aile içindeki konumlara nazaran geliştirdikleri mahir siyasette, aile içi karmaşık ilişkilerin entrikalarında ustalaşmış kadınlar bunlar. (Bu siyasetin, bu ilişkilerin girdisine çıktısına ve bunlarla bağlanan ağır duygu yüküne hâkimiyeti ile de bir kadın metni olduğunu belli ediyor Hiç Kötülük Bilmemiş Gibi – Çünkü her kadın hem de ev içi ilişkilerde uzmanlaşmış birer etnolog değil midir biraz da?)
Şöyle satırlarla dökülen bir hâkimiyet bu:
Annem de belki bunu umardı ama yine de annem için bu kadın bir tehditti. Bu kadın sadece duruşuyla tüm aile siyasetini altüst edebilir, hatta ailemizi yıkıma sürükleyebilirdi. Engellenmeliydi. İşte annemin tavrı böyle bir hamleydi. Annem tartışan biri hiç olmadı ama tavır alırdı. Abimin karısı annemden hiçbir zaman ters bir söz işitmedi ama annem onu ince bir alaycılıkla her düşüncesinden şüpheye düşürüyordu, onun içten gelen doğallığını, o doğallığın arkasındaki huzuru yavaş yavaş kırarak gelinini avucunun içine alıyordu. Abimin karısı annemle her görüşmesinden biraz daha şaşırmış, biraz daha sarsılmış ayrılıyordu ama bunu ona kimin yaptığını tam olarak kestiremiyordu. Sonunda vazgeçecekti, teslim olacaktı elbet.
Anneme göre gelini uyum sağlamayı öğrenmek zorundaydı. Bu da eğitim meselesiydi. Annem mesela babamın yüksek tahsiline rağmen bilgisizliğini, parasına rağmen cimriliğini hayal kırıklığı değil, uyumla karşılamıştı. Eksik olan her şey, her bir delik akılla doldurulmuştu. (s. 93)
Ve bir de tüm bu karakterlerin yanında, “Vezni Kaybetmeyin”deki Müjgan öğretmen var mesela; hayatını divan şiiri üzerine kuran, onu kendi istediği gibi yaşayan, dünyadan dahi yine kendi istediği gibi çekilen zarif bir hanımefendi. Öyleyse tüm kesinlikten, belirlilikten uzak tavrına rağmen, zıt karakterlerle bezeli; fakat başlarken de değindiğimiz üzere bu karakterleri muhakkak karşı karşıya koymayan bir metin Hiç Kötülük Görmemiş Gibi: Hayatını sanatın incelikleri ya da aile entrikaları üzerinden kuranlar; kusursuzluk peşinde olanlar ve insanların, dünyanın kusurlarını zarif bir saygıyla karşılayanlar; kaderleri, nadir rastlanan bir haslet olarak dürüstlüğün lanetiyle mühürlenmiş uyumsuzlar ve toplumsal oyunun ve yalanın maharetli aktörleri;[3] gündelik hayatın hayhuyuna batmış giderken kendi orta sınıf hayatından hoşnut olanlar ve onların görmediği, fark edilmeyen, köşede unutuluşa terk edilmiş isimsiz küçük kızlar (“Ne Güzeldir Unutmak”); gücün çağrısına kapılmamayı başarmış, sakin, şefkatli kadınlar ve ondan bir alacağı varmışçasına hayatla kavgalı muhterisler; hayatı günbegün var eden uyumlu kadınlar ve kendi ‘yüksek mertebeli’ işlerini her şeyin üzerinde belleyip bu büyük emeği değil takdir etmek, fark dahi etmeyen entelektüel kocalar (“Avutulmak İstedim”); bilge ya da huysuz, ancak her koşulda hakiki bir tecrübenin halesiyle sarıp sarmalanmış, bu yüzdendir ki hayatın manasızlığını, zamanın amaçsızlığını derinden ve için için hisseden ihtiyar kadınlar ve erkekler.
Hülasa Hiç Kötülük Görmemiş Gibi, hayatın düpedüz nafileliğini saygıyla kabul etmiş, ama tam da bu nedenle onun içindeki parıltı ve umut kırıntılarını da gören bir kalemden ortaya saçılmış öykülerin bir toplamı esasen. Zamanın en loş ânında, bir akşamüstü, içindeki tüm ufak tefek malzemeyle kazara yere dağılmış bir dikiş kutusunu andırıyor adeta: Çok bildik nesnelerden ibaretmiş gibi görünürken, bakmasını bilen için şaşırtıcı sürprizlerle, zarif dantela kırpıkları ve parlak düğmeler gibi güzelliklerle dolu, ama tüm bunları zevkle karıştırırken parmağınıza bir iğne battığında hiç ummadığınız bir anda canınızı derinden acıtabilen bir hazine yani.[4]
NOTLAR:
[1] Behçet Çelik, “Zümrüt Alp’in Öyküleri: Veznini Kaybedenler”, K24.
[2] “Yollara Dökülmeden Önce” bu kötü son ihtimalinin doruk noktasına çıktığı öykü. Hem de kitabın son öyküsü. Tüm kitabı da bu ihtimalle kapatıyor yani Zümrüt Alp.
[3] “O güne dek kimsenin beklemediği bir şeyi bekliyordu bizden; dürüstlük.” (s. 66)
[4] Kitaba çok yakışan şahane kapağını da bu son sözlerle anarak bitirelim o zaman biz de.
Önceki Yazı
SAE ve teatrallik üzerine yazımı gecikmiş düşünceler:
“Saatleri Ayarlama Enstitüsü rolünü yapmıştı...”
“Romanda farklı tarihsel dönemler, sosyal yapılar, kültürel değerler, zihniyetler, farklı teatrallik biçimleriyle temsil edilir. Karakterler, topluluklar, mekânlar ve kurumsal organizasyonlar aracılığıyla, toplumun modernleşme öncesi ve sonrasına dair deneyiminin hakikat-yanılsama ekseninde tartışılması, bu unsurların barındırdığı farklı teatrallik biçimlerinin sergilenmesiyle mümkün olur.”
Sonraki Yazı
“Başka Kayda Rastlanmadı”:
Reşad Ekrem Koçu ve İstanbul etnografisi
“Muazzam içerik zenginliği, geniş kapsamı ve hatta yarım kalmış olması bile İstanbul Ansiklopedisi’ne ayrı bir çekicilik katar. Bu yarım kalıştan ilham alarak her dönemin kendi estetik ve entelektüel imkânlarıyla ve farklı öznelliklerde İstanbul etnografileri üretmek mümkündür.”