Hasta yığınakları,
bir ayrı düşürülüş hikâyesi
“Sanatoryumun asıl kahraman olduğu Büyülü Dağ’da kimse iyileşmez. O dönemin en değerli kurbanlarından biri olan Kafka bir 'çeyrek yaşam'dan söz etmiştir; Mann’ın romanından sızan öksürük seslerinin taşıyıcısıydı Praglı.”

Thomas Mann, Büyülü Dağ romanındaki Liegehalle Schatzalp Sanatoryumu, Davos. (kolaj)
Bazı yapılarınki derin ve uzun hikâyelerdendir. Venedik Lido’daki Grand Hôtel des Bains, 5 Temmuz 1900 günü açılmış, 1926’da yangın geçirmiş, 1929’da Rus balelerinin beyni Diaghilev bir odasında ölmüş, 1934’te Mussolini’yle buluşmaya gelen Hitler’i ağırlamış. Ama asıl ününü Thomas Mann’a borçlu: 1911’de otelde kalan romancı Venedik’te Ölüm’ü oraya oturtmuş, 1971’de Visconti romanı sinemaya uyarlarken otelden uzaklaşmamıştı.
Mekân seçimi Thomas Mann’da hemen hep ağırlığını duyuran özelliktir. Büyülü Dağ’ın[1] sanatoryumu romanın asıl kahramanıdır. Davos’taki yapıyı eşi Katia hastalanıp sanatoryumda kaldığı dönemde tanımıştı yazar; sonradan otele dönüştürülen yapının siyah-beyaz görüntüleri fır dönüyor internet sitelerinde.
Thomas Mann’ın “ölüm” düşüncesine, olgusuna, imgesine tutkun olduğu yorumu yaygındır. Bir başına Venedik’te Ölüm bu saptamayı doğrulamaya yeter. Visconti’nin, filmiyle benzer bir kilitlenişe katkı yaptığı söylenmeli.
Thomas Mann’ın Büyülü Dağ’ını da sinemaya uyarlamak istiyordu İtalyan yönetmen, sağlığı buna elvermedi. Sanatoryumu gidip görmüş müydü? Yapabilseydi, çekimi orada mı gerçekleştirmeyi düşünmüştü?

Yazarın ve yönetmenin Mahler’de buluşmaları estetik düzlemde güçlü bir katman eklemiştir “ölüm” temasına: Bestecinin Adagietto’su ele eldiven gibi uyar koleranın kol gezdiği Venedik’in dekadan atmosferine.
Tuberculosis – 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyıl başlarına, Avrupa’ya çöken iki kara beladan biri olmuştu verem, sifilisle birlikte. Sanatoryumlar farklı toplumsal sınıflar için farklı coğrafyalarda kurulan hastanelerdi, gene de ortak noktaları atmosfer ölçüleriydi; hava kalitesinden beklenen yükseklik derecesine göre ormanlara, temiz havanın egemen olduğu dağlara inşa ediliyorlardı.
Sanatoryum yaşantı açısından çeşitli hastalıklardan mustarip insanları geçici süreliğine bünyesinde barındıran hastanelerden ayrılıyordu: Verem hastası genelde uzun bir zaman dilimi için yatırılıyordu oraya, öteki hastalarla aynı yatakhaneyi ve yemekhaneyi paylaşarak ayrıksı bir sivil yaşam modelinin parçası oluyordu. Öyle ki, refakatçiler ve ziyaretçiler de yavaş yavaş düzene katılarak çevreye dahil ediliyorlardı. Kaldı ki sanatoryum yetkilileri özel odada ağırlanan ayrıcalıklı hastaların da yemeklerde öteki hastalarla buluşmalarını şart koşuyor, “izole” olarak depresyona teslim olmalarını engellemek için uğraşıyorlardı.
Sanatoryumlarda haftalarını, aylarını geçirmek durumunda kalan verem hastaları dış dünyayla ilişkilerini sürdürmek, olup bitenleri olabildiğince izlemek için çaba gösteriyorlardı. Thomas Mann, Büyülü Dağ’da kuşattığı ortamda, dışarıdaki dünyanın soyut bir topografiye dönüşmediğini gösterir. Romanın merkez kahramanı Hans Castorp, yeğenini ziyarete geldiği Davos’taki Berghof Sanatoryumu’ndan kopamayacak, romandaki Balzac’ın İnsanlık Komedyası şahsiyet albümünü çağrıştıran birbirinden zorlu karakterlerin girdabına kapılırken, her biriyle 20. yüzyılın ve asri zamanların kilit sorunlarını yansıtan Avrupa uygarlığının sancılarına sorgulayıcı ama yenik bakışını fırlatacaktır.
Büyülü Dağ’ın okur önüne çıktığı 1924 yılında, verem hastalığının çaresi bulunmuş, BCG aşısı hastalığın ölümcül özelliğini geniş ölçüde bertaraf edecek süreci başlatmıştı. Gelgelelim, yerini başka bir ‘salgın illet’ almakta gecikmeyecekti: Bir yüzyıl sonra, bugün kanser türleri en yaygın ve ölümcül hastalıklar kategorisinde ön sırada.
Kanserin edebiyat ve düşün alanında çok sayıda yapıt doğurduğunu biliyoruz: Fritz (Angst) Zorn’un Mars’ından Susan Sontag’ın ve Kojin Karata’nın metinlerine geniş listedir. Mars’ın romanına bu bağlamda yankılı biçimde karşılık veren yapıt ise Aleksandr Soljenitsin’in SSCB’de 1966’da samizdat olarak yayımlanan ve hemen yasaklanan Kanser Koğuşu.[2]
Kanserin tıpkı verem gibi, en azından hastalığın ilk yayıldığı dönemde kargışlı bela olarak alımlandığı, hastaların yakınları tarafından bile terk edildiği örneklere rastlandığı, adını anmaktan kaçınıldığı bugün şaşırtabilir, gerçekti. Çok değil, 1978’de yayımladı Susan Sontag, Bir Metafor olarak Hastalık kitabını.[3] Toplumsal düzlemde hastaya ve başa çıkılamayan hastalığa gökten inmiş bir kötülük, “karşı çıkılamayan yıkıcı” illet olarak bakılmasını eleştiren yazar önemli bir karşılaştırma yapar:
Enfarktüsü olan biri de, kanserli biri nasıl kısa zamanda kanserden ölebilecekse, birkaç yıl içinde gelecek bir başka kalp kriziyle ölebilir. Oysa kimse gerçeği kalp hastasından gizlemeyi düşünmez; kalp krizinin utanılacak bir yanı yoktur. Kanser hastalarına yalan sadece hastalıkları bir ölüm hükmü olduğu için (ya da öyle olduğu düşünüldüğü için) söylenmez; kanserin müstehcen bir şey olduğu hissedilir – sözcüğün özgün anlamıyla: Uğursuz, iğrenç, duygulara karşı bir şey. Kalp hastalığı düzeneksel bir zayıflığı, sıkıntıyı, yıkımı getirir, kor; vaktiyle veremin pençesine düşenleri, şimdi de kanser hastalarını saran itibarsızlık, yasaklanmışlık yoktur kalp hastalığında. Verem ve kansere iliştirilen metaforlar, özellikleri kulak tırmalayıcı ve tiksindirici olan yaşam süreçlerini ima ederler.

Soljenitsin
Avrupa’da ve Amerika’da yarım yüzyıl öncesinde böyle algılanan kanser, 1950’lerde kanser hastalığı geçiren Soljenitsin’in yaşadığı SSCB’de daha da sert koşullarda hüküm sürmüştür. Veremli hastaların, verem bulaşıcı olduğu için özel hastanelere, bölümlere yerleştirilmesi geçerli nedendi şüphesiz. Buna karşılık, hastalık bulaşıcı olmadığı halde kanserlilerin öbür hastalardan uzak tutulacakları, kanserinin türü ve derecesi fark etmeksizin birbirleriyle buluşturulacakları “koğuş”lara sürülmeleri esastı. (Bugün de, kullanılan ilaçların sağlıklı kişiler üzerinde olumsuz etkilere yol açabilme olasılıkları nedeniyle hastane düzenlemelerinde konuya dikkat edilmekte.)

Soljenitsin’in üzerinde Thomas Mann’ın romanının etkisi olmuş muydu, bilmiyorum, araştırmadım. Can alıcı ortaklıkları toplumsal ortama ilişkin sorgulamalarının öne çıkan bir boyut olmasıdır. Nasıl Mann’ın romanı kilit kahramanı Castorp’u odak noktasından hareketle açılım halkaları oluşturuyorsa, benzeri rolü Soljenitsin’in romanında Kostoglotof üstlenir. Kanser Koğuşu varoluş bedbahtlarıyla Gulag’ınkileri çakıştıran bir epik kalkışımdır. Burada karşı-kahraman yazar figürü, Sovyet rejiminin savunucusu Rusanof’la tahterevallinin yönünü ustalıkla değiştirir. Acılar içinde kıvranarak hayatın hiçliğine toslamak mı daha ağır sonuçtur, zalim düzenin kurbanı olmak mı — Hamlet’in tekinsiz ikileminin bir türevi bu soru.

Büyülü Dağ’da kimse iyileşmez. O dönemin en değerli kurbanlarından biri olan Kafka bir “çeyrek yaşam”dan söz etmiştir; Mann’ın romanından sızan öksürük seslerinin taşıyıcısıydı Praglı. Jeffrey Meyers, The New Criterion dergisinde (vol. 35 sayı 6) yayımladığı incelemesinde aktarır Kafka’nın “en kötüsü geceler” diye başlayan tanıklığını: “Öksürük yırtıyor sanki içimi ve bir anlığına sulha yer bırakmıyor.” Oysa veremli benzerlerinin yakınmalarına diklenmiştir. Paradoks bu ya, onlarla birlikte sanatoryum bahçesinde fotoğraf çektirdiğinde yüzü mutlu bir ifadeyle doludur.
Mann ile Kafka’nın bir başka buluştukları nokta hekimlerin boyunduruğu hakkındaki olumsuz görüşleridir. Kafka tedavinin hastalıktan beter olduğunu dile getirmiş, sanatoryumların münhasıran ciğerler için yapılmış bir hapishaneyi andırdığını söylemişti.
Benzeri duyguyu, şüphesiz dışarıdan ve uzaktan, Igor Vasilevski’nin Yalta’da inşa ettiği Druzhba Sanatoryumu’nun panoptik kütlesi karşısında taşıdım.
Heybeliada Sanatoryumu’nun yıkıntılı dönemini tanıdığım günlere savrularak.
Hastalık: Cehennem.
NOTLAR
[1] Thomas Mann, Büyülü Dağ, çev. İris Kantemir, Can Yayınları, İstanbul, 1998.
[2] Aleksandr Soljenitsin, Kanser Koğuşu, çev. Gönül Suveren, Altın Kitaplar, 1970.
[3] Susan Sontag, Bir Metafor olarak Hastalık, çev. Osman Akınhay-İsmail Murat, BFS 1988.
Önceki Yazı

Unutulması mümkün olmayan geçmiş
Torkomyan'ın kitabının ilginç yönlerinden biri, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı toplumuna ve cemaatlere, cemaatler arasındaki ilişkilere dair okura doğrudan bilgiler vermesi...
Sonraki Yazı

Ne menem bir şeydir şu yazar tıkanıklığı?
Yazmak ya da yazamamak...
“Yazamamak bir 'mümkün olmama' halidir. Bir imkânsızlığın kapısında, umutsuz, eli kolu bağlanmış halde bitkin kalmak. Yazarın kızıl elması, hayal ettiği, tasarladığı yapıt orada, ufukta durur fakat kendini açık etmez. Bir sisin ardındaymış gibidir...”