Unutulması mümkün olmayan geçmiş
Torkomyan'ın kitabının ilginç yönlerinden biri, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı toplumuna ve cemaatlere, cemaatler arasındaki ilişkilere dair okura doğrudan bilgiler vermesi...

Vahram Torkomyan. Fotoğraf: Aras Yayıncılık arşivi
1.
1915’te yaşanan trajedinin acıları henüz çok tazeyken, genç Ermenistan Cumhuriyeti’nden bir heyetin İstanbul’a gelerek Talat Paşa’nın başbakanlığındaki Osmanlı yönetimiyle görüştüğünü bilmiyordum doğrusu. O Talat Paşa ki, Enver ve Cemal paşalarla birlikte tehcir kararını alıp uygulayan ve yüz binlerce Ermeni’nin katledilmesine yol açan isimler olarak hafızalardaki yerini koruyordu hâlâ. Buna rağmen, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından kurulan Ermenistan Cumhuriyeti’nin temsilcileri, İstanbul’a gelip yaşanan büyük acının mimar ve mühendisleriyle görüşmekte bir sakınca görmemişlerdi demek ki. Muhtemelen, yeni bir devletin düşmandan ziyade dosta ihtiyaç duyduğu netameli günlerden geçtikleri için böyleydi bu. Netice itibariyle Türkiye Cumhuriyeti de ilk dostluk antlaşmalarını, başta Sovyetler Birliği olmak üzere eski düşmanlarıyla imzalamamış mıydı?

Unutulan Geçmiş:
İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu
çev. Alev Er
Aras Yayıncılık
Kasım 2024
488 s., büyük boy
Vahram Torkomyan’ın, Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan, Unutulan Geçmiş-İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu isimli kitabını okumasaydım, bu önemli gerçekten haberim olmayacaktı.[1] Dr. Vahram Torkomyan’ın torunu Simone Denis-Torkomian, orijinal ismi Antsungı Mortsug olan elyazmalarını Ermeniceden Fransızcaya tercüme etmese, dünyanın da haberi olmayacaktı büyük ihtimalle. Dr. Torkomyan tarafından Paris’teki Nubaryan Kütüphanesi’ne bağışlanan arşiv, Kütüphane Müdürü Aram Andonyan vasıtasıyla 1947 yılında Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti’ne gönderiliyor çünkü. Simone Denis-Torkomian, Erivan Edebiyat ve Sanat Müzesi Müdürü Henrik Bakhtchinyan’ın özel izniyle elyazmalarının bir kopyasına ulaşabiliyor yıllar sonra. Bu kitap işte o çabaların somut karşılığı.[2]
Buna mukabil, kitapta en azından bana tuhaf gelen bir tür kafa karışıklığı mevcut sanki. Bu karışıklık doğrudan orijinal metinden mi kaynaklanıyor, yoksa Simone Denis-Torkomian’ın tercihi mi, bilmek zor. Mesele şu: Dr. Torkomyan tarafından esas itibariyle günlük formatında düzenlenen metinlerin bir anlamda otobiyografiye dönüştürülmesi, yıllar içindeki yeniden yazımların bir sonucudur belki de. Bu durumda da, kitaba “Ekler” başlığıyla iliştirilen *Günlüğümden Seçmeler (Haziran 1918-Ekim 1919)” bölümü bambaşka bir mahiyet kazanıyor. Gerçi Simone Denis-Torkomian, dipnotunda, “Bu ve devamındaki metinler Dr. V. Torkomyan’ın 1936, 1937 ve 1938’de Vem dergisinin 10-24. sayılarına verdiği, ‘Günlüğümden Seçmeler’ başlıklı makalelerin çevirisidir” diyor, ancak hem söz konusu metinler makale değil hem de bütün metnin orijinal karakteri hakkındaki soru işaretlerini kaldırmıyor ortadan.[3] Orijinal metinden bazı sayfalar karşılıklı olarak basılsa bir çözüm olabilir miydi acaba; onu da ancak Ermenice bilen arkadaşlarımız anlayabilirdi herhalde.
2.
Vahram Torkomyan 1858 yılında Üsküdar’da selamlıyor gökyüzünü. Yazdıklarından anlaşıldığı kadarıyla, o yıllarda Üsküdar’da berberiyle, kasabıyla, cerrahıyla, kilisesiyle, eğitim kurumlarıyla hayli geniş bir Ermeni cemaati mevcut, ki tek başına Bağlarbaşı’ndaki mezarlık bile göstergesi bunun. (Günümüz Üsküdarı’nda o güzelim okul ve kilise kalıntıları arasında gezinebilecek neredeyse bir tek Ermeninin bile bulunmaması, Türkleştirme politikalarındaki kabiliyetin ve ustalığın somut bir sonucu!) Torkomyan biraz yaramaz olduğu için erken yaşlarda kiliseyle, “Göklerdeki Babamız”la ve çocukların yemek tepsilerinden beğendiklerini kendine ayıran başrahibenin hoyratlıklarıyla tanışıyor:
Çocukların onları geliştirip büyütecek küçücük bir tebessümden mahrum bırakıldığı, her çeşit aptallık ve saçmalığın üremesine elverişli bir ortam. Sebep olduğu öteki abuklukları, kötü alışkanlıkları saymıyorum bile. (s. 24)
Torkomyan’dan birkaç yıl sonra doğan Ahmet Rasim’in (1864-1932) benzer bir dönemi ele alan Falaka ve Gecelerim’de anlattıklarıyla örtüşen şikâyetler ve tespitler, kanaatimce, imparatorluktaki farklı cemaatlerin yaşanan erozyondan eşit miktarda etkilendiğini apaçık seriyor gözler önüne.
Küçük Vahram bu ortama daha fazla dayanamıyor ve sık sık kaçmaya başlıyor teslim edildiği ilk yuvadan. Bunun üzerine babası onu alıp Çamlıca’da Madam Sofig yönetiminde faaliyet gösteren ve Psigents ismini taşıyan bir başkasına götürüyor. Vahram Torkomyan’a göre, kilise bünyesindeki bir önceki çocuk yuvasıyla yenisi arasındaki temel fark, “Madam Sofig’in tatlı dili, yüzünden eksilmeyen gülümsemesi, neşeli sohbeti”ydi: “Psigents çocuk yuvasına epey bir süre ve keyif alarak devam ettim, hiç kaçmaya yeltenmedim” sözleri de bunun neticesi zaten. (s. 26) Ancak asıl dikkat çekici olan, yıllar sonra genç bir doktor sıfatıyla gelip aynı mekânı ziyaret etmesidir:
1883’te Paris’ten dönüp Üsküdar’da doktorluğa başladığımda Madam Sofig Psigents’in hâlâ hayatta olduğunu öğrenmiştim. ‘Elma’ lakaplı Hovannes diye biriyle evlenmiş ama çocuğu olmamış. Bir gün ziyaretine gittim, hâlâ aynı evde yaşıyordu; yaşlanmış buldum onu ama eskisi gibi sürekli gülümsüyordu. Küçükken alfabe öğrendiğim odaya da girdim. Çocukluğumu hatırlayıp uzun süre kaldım o odada.[4]

Vahram Torkomyan yaşadığı semtle ilgili çarpıcı bilgiler de veriyor zaman zaman. Bu bilgiler ışığında, bugünkü Bağlarbaşı isminin “Manastır Bağı’ndan geldiğini, Rumlarla Ermeniler arasında dönem dönem kanlı çatışmalar yaşandığını, Selamsız’da Ermeni zenginlerin konaklarının bulunduğunu, 1865 yılındaki büyük kolera salgınının İstanbul’dan başlayarak Alemdağ’dan Üsküdar’a ve Boğaz köylerindeki ücra köşelere kadar yayıldığını,[5] salgının sona ermesi için Türklerle birlikte Rumların ve Ermenilerin de duaların kurtarıcılığına sığındığını, büyükbabasının Kırım Savaşı’nda gösterdiği faaliyetler dolayısıyla gümüş madalyayla ödüllendirildiğini ve hatta kılıçla tüfek taşımasına müsaade edildiğini öğreniyoruz. Büyükbaba tarafından yaptırılan yeni evin yaz döneminde, sonradan tiyatro tarihine “Güllü Agop” ismiyle kaydedilecek Agop Vartovyan’ın önemli oyuncularından Karakaşyan Kardeşler’e kiralandığı da Torkomyan’ın verdiği bilgiler arasında… (s. 51)
3.

Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi
Selimiye’deki Surp Haç’ta okurken, akşam okuldan çıkıp da babasının kıraathanesine gitmeden önce, dayısının yol üstünde bulunan eczanesine uğruyor Torkomyan o yıllarda. Doğal olarak doktorlar da belli başlı konukları arasında eczanenin ve konuşulan konuların mühim bir kısmı da tıpla ilgili. “Onları dikkatle dinlerken” diyor Torkomyan, “kalbimde tıp sanatına dair belli belirsiz bir sevgi oluşmaya başlamıştı”. Tıp kadar edebiyata da düşkün olan, hatta şiirler yazan genç Torkomyan çareyi şair dostu Khaçadur Misakyan’a akıl danışmakta bulur.[6] Misakyan’ın cevabı bu genç insanın kendi yolunu çizmesinde ve sonuna kadar ona sadık kalmasında belirleyici olacaktır:
Doktor olabilirsin, tıp öğrenimi senin için çok iyidir ama tek şartla: Klasik Ermeni edebiyatını sümenaltı etmek yok; çünkü sen edebiyatçısın, edebiyatçı kumaşı var sende. (s. 149-150)

Fakat Tıbbiye yılları için biraz daha beklemesi gerekecektir Torkomyan’ın. Zira babasının ısrarı üzerine Mekteb-i Sultani bünyesinde kurulan Turuk ve Maabir Mektebi’nde (Yollar ve Köprüler Okulu, daha sonra Mühendis Mektebi) başlayacaktır yüksek tahsiline. Okul müdürlüğüne bir süre sonra Ali Suavi’nin getirilmesi ise neresinden bakarsanız bakın tuhaf bir tesadüftür hakikaten. Ancak daha çarpıcı olan, Ali Suavi’nin Çırağan baskını esnasında öldürülmesi değil, Londra’ya kaçan İngiliz eşinin, bir süre sonra elmas ticaretiyle ünlü İran Ermenisi Totvanyan’ın oğluyla tanışıp evlenmesidir:
Ali Suavi’den sonra okulun başına kimin geçtiğini hatırlamıyorum bile. Kendimi artık iyice Surp Haç Okulu’na, Misakyan’ın derslerine vermiştim; Turuk ve Maabir Mektebi’ne pek seyrek, âdet yerini bulsun diye gidiyor, öyle günlerde bile can sıkıntısından patlıyordum. (s. 165)
1877’de başlayan Osmanlı-Rus savaşı Torkomyan’ın mektep çilesine son verecektir bir anlamda. Zira okul kapanmıştır ve ne zaman açılacağı da meçhuldür. 17 yaşındaki edebiyat âşığı şair Torkomyan için beklediği fırsattır bu. Daha önce tıp okumasını tavsiye eden ve Tıbbiye Mektebi’nin kimya laboratuvarında görev yapan dayısı da elinden tutup Ahırkapı’daki okula götürecektir delikanlıyı. Nihayet Tıbbiye Mektebi’nin koridorlarındadır Torkomyan. Ne var ki, Tıbbiye koridorlarında tıp bilimiyle pek de bağdaşmayan milliyetçilik rüzgârları esmektedir bir taraftan da. İmparatorluğun Müslüman unsurları kadar Müslüman olmayan unsurlarını da sarıp sarmalayan milliyetçilik cereyanı, Tıbbiye yıllarında Torkomyan’ı da etkilemekte gecikmeyecektir. Söz gelişi, Rus ordularının doğuda Kars ve Erzurum’u ele geçirmesi, batıda Ayestefenos’a (Yeşilköy) gelip dayanmaları belirgin bir sevince yol açacaktır genç doktor adayında:
Rus ordusu düşmanı yok ederek batı cephesinde de ilerliyor; Sırplar, Bulgarlar, Romenler gibi ezilen halkları Türklerin kanlı boyunduruğundan tümüyle kurtarıyordu. (s. 194)
4.
Tıbbiye’deki eğitimin kalitesinden pek de memnun kalmayan Torkomyan, derslerini ihmal etmeden Fransa’ya gitmenin yollarını aramaya başlıyor. Bilindiği gibi, o devirde Osmanlı okumuş yazmışları için Paris bir tür Mekke gibiydi ve fırsatını bulan, padişah baskısından bunalan soluğu bu güzelim kentte alıyordu. Torkomyan içinse hiç de kolay olmayacaktır bu. Belçika Konsolosluğu’ndaki bir tanıdığı vasıtasıyla edindiği tavsiye mektubunu ve Fransa’da okuma arzusunu dile getiren dilekçesini, arkadaşı Sarkis Semerciyan ile birlikte Tarabya’daki Fransız sefaretine vermesi önemli bir adımdır gene de. Derken, 12 Eylül 1878’de Fransız sefaretinden doğrudan Vahram Torkomyan adına gönderilen Sefir M. Fournier imzalı bir mektup gelip çalar kapısını:
“Dilekler, özlemler, arzular hep en beklenmedik, artık umudun iyice kesildiği bir anda gerçekleşir ya; Türk Tıbbiye Mektebi’ne adım attığı günden beri Paris düşü gören, her Allah’ın günü ‘Paris’ sayıklayan ben, peş peşe gelişen olayların bana Paris yolunu böyle bir anda açıvereceğine değil inanmak, bunu düşünemezdim bile (...) 12 Eylül 1878 benim için doğum tarihimden bile önemli.”[7]

İyi ama nasıl gidilecektir Paris’e? Evet, Fransız Maarif Vekâleti tıbbiye derslerine ücret ödemeden girebileceklerini söylemiştir, ancak burs söz konusu değildir. Ailelerin maddi durumu da ortada olduğu için Semerciyan ile birlikte ilim irfan gibi meseleleri ciddiye alan bir hayırsever arayışına girişmelerinde şaşırtıcı bir taraf yoktur. Şaşırtıcı olan, Ermeni Katolik Patriği’nin, gençlerin Ortodoks olmasını yani mezhep farkını gerekçe göstererek reddetmesidir bu talebi. Sadece Ermeni cemaatinin değil, o devrin İstanbulu’nun en zenginlerinden biri olan Apraham Yeremyan Paşa ile görüşemezler bile. Rus sefareti, Osmanlı (metinde Türk diye geçiyor) vatandaşı oldukları gerekçesiyle geri çevirir dilekçelerini. Sırada Garabed Yeremyan vardır. Ne yazık ki, ona da ulaşamazlar bir türlü: “Paris’te öğrenim konusu tam bir işkenceye dönüşmüş, en zorundan bir sürü engele çarpmıştı, oysa çekeceğim ıstırabın henüz en başındaydım!” (s. 237)
Alemdağ’da Surp Asdvadzadzin Yortusu sırasında karşılaştığı Garabed Çalıkyan, Ermeni din adamlarından da, Ermeni zenginlerden de çok daha fazla yardımcı olur Torkomyan’a. 1867’de Sultan Aziz tarafından Avrupa’ya gönderilen öğrenciler arasında yer alan Garabed Çalıkyan, gayet net bir biçimde, günlük masrafların ailesi tarafından karşılanması durumunda, kendisini evlat edinen eski patronu Eugene Collinot’un evinde kalmasını sağlayabileceğini söyler.[8] Gerisini Torkomyan’dan dinliyoruz: “Alemdağ köyü onca çabamın ‘başlangıç noktası’ haline böyle geldi. Paris’teki öğrencilik hayatımın tohumları orada atıldı; hocam Khaçadur Misakyan’ın bir şiirinde Ermenice Aşkharhaleam [‘Dünyanın Dağı’] adını verip başka bir şeye dönüştürdüğü Alemdağ’da.”[9]

Ermeni Etibba Cemiyeti kurucularından Vahram Torkomyan, babası Harutyun, kardeşi Kevork ve iki oğlu ile…Fotoğraf: Ermeni Etibba Cemiyeti (1912 – 1922): Osmanlı’da Tıptan Siyasete Bir Kurum, Arsen Yarman, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2021.
5.
Tuhaf ve hatta garip bir biçimde, Paris yıllarına kadar yani 281 sayfa boyunca, Vahram Torkomyan’ın hatıralarında ve hayatında, padişahlar ve Fransız sefaretindeki Müslümanlaştırılmış Ermeni kavas Hasan Ağa dışında hiçbir Türkçe isim yer almıyor. Ermeni cemaatinin o yıllarda kilise, okul, aile ve mahalleden oluşan son derece kapalı bir hayat yaşamadığını biliyoruz oysa. Sadece Türkçe değil, Rumca, Aramice, Arapça ya da Kürtçe bir isim de yok Torkomyan’ın hayatında. (En azından Türk ve Türkçe kısmı muhtemelen bilinçli bir tercihin sonucu ve sebebini tahmin edip hak vermemek de çok zor değil.) Paris yıllarında da satırların arasına dahil edilmiyor herhangi bir Türkçe isim. Paris’te hiçbir Türk, Rum yahut Yahudi talebeyle karşılaşıp arkadaşlık etmediğine inanmak biraz zor geliyor bana doğrusu.[10]
Sadece bir keresinde, arkadaşları Diranyan ve Papazyan ile birlikte öğle ve akşam yemekleri yedikleri Güzel Sanatlar Mektebi’nin bulunduğu sokaktaki bir lokantada, Osmanlı-Rus savaşı esnasında İstanbul’da askerî doktor olarak görev yapan bir Korsikalı ile karşılaşınca, belirgin bir aidiyet duygusu sarıp sarmalıyor sanki Torkomyan’ı. Zira Korsikalı, bir gün önce Paris’te işlenen bir cinayetten yola çıkarak son derece kaba bir biçimde, “Neden bu kadar şaşırıyorsunuz ki beyler? Gidin İstanbul’a, daha beter cinayetleri her gün kendi gözünüzle görür, kulağınızla duyarsınız. Öyle değil mi beyler, siz İstanbullular, söylediklerim doğru değil mi?” diye sorunca Torkomyan dayanamayıp, İstanbul’un neresinde kaldığını soruyor Korsikalı doktora ilkin. “Galata” cevabını alınca da, “Galata çoğunlukla Avrupalıların oturduğu bir yerdir” diyerek noktalıyor tartışmayı.
Ne var ki, ertesi gün de devam edecektir bu lüzumsuz münakaşa, üstelik medeni zeminin dışına çıkacak ve Korsikalı doktorun saldırısıyla bambaşka bir çehreye bürünecektir.
[Korsikalı doktor] sol şakağıma sert bir yumruk, mideme de tekme geçirdi; ardından da masanın üzerindeki dolu su şişesini kaptığı gibi Diranyan’ın gözünü patlattı. Bunlar olurken nasıl olduysa hergelenin koca sakalına yapışıp var gücümle asılmaya başladım ama ortalığı karıştıran o kötü niyetli köstebek, Papazyan araya girdi bu kez, bizi ayırdı.
Kavganın daha da büyümesi, o sırada lokantada bulunanların gayretleriyle önlenir ve Torkomyan, Diranyan ve Papazyan tarafından evine taşınır. O anda aklına gelen cümlede yer alan “sefaret” kelimesini, “sefaretimiz” şeklinde sahiplenerek kullanması, oraya kadar takındığı tutuma aykırı bir tavır gibi göründü bana. Eğer tercümedeki bir tercihten kaynaklanmıyorsa, hakikaten şaşırtıcı bir cümle çünkü bu: “Bir an önce sefaretimize gitmek, azman doktorun kabalığını protesto etmek için polise başvurmak istedim ama arkadaşlar engel oldu.”[11]
6.
1884’te mezun olan Torkomyan bir süre Marsilya’da doktorluk yapsa da, ailesinin ısrarı üzerine gemiye binip İstanbul’a dönerek mesleğini Üsküdar’da icra etmeye başlıyor. Çok geçmeden de devrin önemli doktorları arasında yerini alıyor ve çok da seviliyor. Başarısının somut göstergesini hayli zarif bir biçimde şöyle iliştiriyor günlüğüne:
“Bir zamanlar Üsküdar’ın tek ‘Vahram’ı ben iken, bu adı taşıyanların sayısı hızla artmıştı; doğumunda bulunduğum erkek çocuklar Vahram, kızlar Vahramhi ya da Vahramanuş diye vaftiz edilir olmuştu.” (s. 343)

1915'te tutuklanan, sürülen ve sonunda öldürülen Ermeni aydınlardan bazıları. İlk sıra: Kirkor Zöhrap, Taniel Varujan, Rupen Zartaryan, Ardaşes Harutünyan ve Siamanto. İkinci sıra: Rupen Sevag, Dikran Çöğüryan, Diran Kelekyan, Tlgadintsi ve Yeruhan…
Ancak bu topraklarda yaşayanların gayet iyi bildiği gibi, karanlık günler çok da uzakta değildir ve sabırla beklemektedir sırasını:

“11/24 Nisan 1915’te öteki iki yüz elli Ermeni entelektüeliyle birlikte acı tehcir şerbetini ben de içtim ve ünlü müzikçi Gomidas Vartabed’le aynı zamanda, kıl payı kurtuldum ama hayatta kalmamı ve serbestçe doktorluk yapmamı mümkün kılan bu kurtuluş bana epey bir meblağa mal oldu.[12] Bu da yetmedi: Tam rahat nefes alacakken 1922’de aniden evimi, İstanbul’u terk etmek, onca sevdiğim aziz erkek kardeşim ve kız kardeşlerimden ayrılıp Paris’e gitmek zorunda kaldım; ama acıların en büyüğü, ıstırapların en zalimanesi, kederlerin en katmerlisi, daha önce de söz ettiğim üzere iki oğlumun, iki en kıymetlimin, Aram’ın ve Suren’imin erken yaşta ölümüyle beni orada bekliyordu.” (s. 377)

Vahram Torkomyan’ın da aralarında bulunduğu Ermeni aydınların mezarları, Paris Bagneux Mezarlığı.
İstanbul’a dönebilme umudunu gene de bir yana bırakmıyor Torkomyan. Torunu Simone Denis-Torkomian’ın ifadesiyle, “1923’te ‘dönüş’ umudunu tümüyle yitirmiş biri olarak Paris’e yerleştiğinde, mükemmel Fransızcası ve tıp fakültesi diplomasını o topraklarda almış olması hayatını her ne kadar kolaylaştırmış olsa da, sonuç olarak bir mültecidir”. (s. 19)
11 Ağustos 1942’de, 84 yaşında yani İkinci Dünya Savaşı’nın en çetrefilli günlerinde Paris’te yeryüzüyle vedalaştığında, erken yaşta kaybettiği iki oğlu Aram ve Suren kadar doğduğu toprakları da bütün yüreğiyle özleyen bir insandı Vahram Torkomyan.
Anayurtları olan bu topraklardan zorla koparılıp dünyanın dört bir tarafına nar taneleri gibi dağılmak mecburiyetinde kalan Ermenilerin ilki değildi hiç şüphesiz ki, muhtemelen sonuncusu da olmayacaktı…
NOTLAR
[1] Vahram Torkomyan, Unutulan Geçmiş-İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu, çev. Alev Er, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024.
[2] “Fransızcaya çevirdiğimiz bu yapıt daha önce yayımlanmamıştı. Ermenice elyazmaları bugün Erivan’da Edebiyat ve Sanat Müzesi’nde korunuyor. Yazarın kendi eliyle tek tek, titizlikle numaraladığı 489 sayfadan oluşan bir metin bu. 83. doğum günü olan 20 Nisan 1941 ile ölümünden altı ay öncesi, 25 Şubat 1942 arasında üç kez gözden geçirdiğini bu elyazmalarının son sayfasında bizzat kayda geçirip sonra da imzalamasından anlıyoruz ki gözden geçirilip düzenlenmiş, yazımı tamamlanmış bir kitap bu.” (s. 13) [Bu ağır hasarlı cümleyi Türkçe konusundaki titizliğine yakından tanık olduğum Alev Er’e hiç mi hiç yakıştıramadım. Eminim ki kendisi de hak verecektir bana!]
[3] Vahram Torkomyan, Unutulan Geçmiş-İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu, çev. Alev Er, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024, s. 381.
[4] Üsküdar’ı hep büyük bir hasretle hatırlar Torkomyan ve orada yaşadıklarını asla unutmaz: “O zamanlar ne parıltılı, ne hoş bir yerdi Üsküdar! (...) Sarayın bütün üst yöneticileri yazlık saray ve köşklerini orada yaptırırdı; Sultan Aziz’in en iyi dönemiydi. Büyük Çamlıca’ya çıkan yolda, geniş bir düzlüğe çok büyük, harikulade bir bahçe yapılmıştı; her cuma ve pazar kadınlı erkekli Avrupa orkestraları gelir, gece yarılarına kadar en kaliteli müzikallerden parçalar çalarlardı. Bahçe tıklım tıklım dolduğu gibi harem kadınlarının doldurduğu arabalar çevrede aralıksız tur atar, içeri girmek isteyen yayalar geçecek yer bulamazdı neredeyse. Gençliğimizin en neşeli döneminden ne hoş ve unutulmaz anılarımız var!” (s. 228)
[5] “Korku ve dehşet her yerde kol geziyordu; koleranın zehrini ya da kolera taşıyan havayı kovacağı inancıyla pek çok sokakta geceli gündüzlü aralıksız dev selvi ağacı dalları yakıldığını hiç unutmam. Birçok yerde evlerin duvarı fırçalanıp yıkanıyor, sonra da katranla sıvanıyordu; bunların isli kara izleri yıllar sonra bile duvarlardan silinmedi.” (s. 30)
[6] Torkomyan’ın anlattıkları arasında bambaşka bir sebeple ilgimi çeken, aynı zamanda hocası olan şair Khaçadur Misakyan ile ilgili bölümlerdi. Sebebi de, bilhassa son bentiyle Attilâ İlhan’ın o güzelim Maria Missakian şiiri. Herhangi bir araştırma yapamadım ama sezgilerim beni yanıltmıyorsa, İstanbul’daki Misakyan ile Paris’teki Missakian’ın akraba olmaları büyük ihtimal:
yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam
(...)
yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris’te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam
[7] Fransız sefaretinin kapısında kendilerine yakınlık gösteren pos bıyıklı kavasın Müslümanlaştırılmış Ermenilerden Hasan Ağa olduğunu öğrenmek ise şaşkına çevirecektir genç Torkomyan’ı. (s. 225)
[8] Boulogne Ormanı’na cepheden bakan bu kırk odalı Maison Persane’de (Pers Evi) on beş gün kalır Vahram Torkomyan. Ancak bir süre sonra, Tıp Fakültesi’ne hayli uzak olduğu için, geçici de olsa M. Le Prince Sokağı’ndaki 21 numaraya taşınmak zorunda kalacaktır.
[9] Vahram Torkomyan, Unutulan Geçmiş-İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu, çev. Alev Er, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024, s. 265. Ne var ki, birlikte yola koyduğu yakın arkadaşı Sarkis Semerciyan, ailesine bakma mecburiyeti yüzünden vazgeçmek zorunda kalıyor. Bu nedenle, 17/29 Ekim 1879 Çarşamba günü Fransız denizcilik şirketi Messageries Maritimes’in Cambodge vapurunun ikinci mevkiine Garabet Çalıkyan’la birlikte adım atacaktır. Vapur Marsilya’ya kadar gidecek, oradan da trenle Paris’e ulaşacaklardır. Hatırlanacağı gibi, bu şirket Osmanlı münevver tabakasının önemli isimlerini Paris’e taşımasıyla ünlüydü. Gemiye o dönemde Fransız sömürgesi olan Cambodge/Kamboçya isminin verilmesi ise muazzam bir kibir göstergesi olarak yorumlanabilir ancak. (s. 273) (Bir de yola çıkmadan önce annesi arkasından su döküyor Torkomyan’ın. Bugün bile Anadolu’da yaşayan bu gelenek, hiç değilse bazı konularda imparatorluk mensuplarının ortak bir tahayyül geliştirebildiklerini koyuyor ortaya. (s. 277)
[10] Kitabın 296. sayfasında, Torkomyan tıp okuyan arkadaşları Kavafyan ve Esmeryan’la buluşuyor. Birlikte yedikleri yemekte uzun uzun konuşup Kavafyan’ın üroloji, Esmeryan’ın da göz hastalıkları uzmanı olmasına karar veriyorlar. Arkasından da Torkomyan, Esmeryan’ı alıp Quinze-Vingt Göz Hastalıkları Hastanesi’ne götürüyor. Burası, Cemil Meriç’in yıllar sonra göz ameliyatı olmak için geleceği hastanenin ta kendisidir.
[11] Vahram Torkomyan, Unutulan Geçmiş-İstanbullu Bir Doktorun Üsküdar’dan Paris’e Yolculuğu, çev. Alev Er, Aras Yayıncılık, İstanbul, 2024, s. 301-302. (Kitabın 328. sayfasında ‘Türk’ olarak geçen bir eczacı söz konusu. Torkomyan, ismini telaffuz etmek yerine Türk demekle yetiniyor. Sadece bir yerde “Türk dostumuz” ifadesini kullanıyor.)

[12] Kitaba, “Dr. Vahram Torkomyan: Döneminin tanığı ve mimarı, tarih âşığı bir doktor” başlıklı bir takdim yazan Raymond H. Kévorkian, 24 Nisan’daki tutuklamalardan söz ederken, Torkomyan’ın yirmi yıl boyunca Abdülmecid Efendi’nin özel doktorluğunu yaptığını hatırlatıp şunları söylüyor: “24 Nisan 1915’te önde gelen birçok Osmanlı Ermenisiyle birlikte tutuklanıp Ankara yakınlarına, Çankırı’ya sürülür. Kırk gün sonra (Gomidas’la aynı günlerde) Şehzade Abdülmecid’in bizzat müdahale etmesiyle ve kendi ifadesiyle ‘muazzam bir kefalet’ ödeyerek mucize eseri kurtulur buradan.” (s. 9) (Benim bilgilerime göre Gomidas’ın kurtulmasında Halide Edip’in çabaları etkili olmuştu.)
Önceki Yazı

Askerî darbe döneminde
Türkiyeli Ermeniler
“12 Eylül Döneminde Ermeniler okunduğunda Ermenilerin başlarına gelenlerin solculukla, sağcılıkla, terörle, anarşiyle ilgisi olmadığı, salt Ermeni oldukları için büyük tedirginlikler yaşadıkları, bazılarının hayatlarının altüst olduğu anlaşılıyor.”