Ne menem bir şeydir şu yazar tıkanıklığı?
Yazmak ya da yazamamak...
“Yazamamak bir 'mümkün olmama' halidir. Bir imkânsızlığın kapısında, umutsuz, eli kolu bağlanmış halde bitkin kalmak. Yazarın kızıl elması, hayal ettiği, tasarladığı yapıt orada, ufukta durur fakat kendini açık etmez. Bir sisin ardındaymış gibidir...”

Miller’s Crossing'in senaryosunu yazarken tıkandıklarında Coen kardeşlerin bulduğu çözüm, Barton Fink'i yazmak ve çekmekti. 1991.
Uzun bir süre yazı masasının başına oturamadığımda o bildik endişe gelip kapıya dayanıyor: Artık yazamayacak mıyım; sözcükler beni terk mi etti? Yoksa ben de mi “yazar tıkanıklığı” sendromuna yakalandım? Yazmak eyleminin bir trapezcinin ip üstünde yaşadığı çetin yürüyüşe benzetildiğini düşünürsek, her yazar ömrünün bir evresinde bu korkuyu ense kökünde az ya da çok duymuş olmalı. Endişeyle korkunun atbaşı gittiği bir yürüyüş yazı serüveni, daima tetikte olma hali.
Joyce Carol Oates yazma süreçlerini, başarı ve başarısızlık olgusunu irdelediği Bir Yazarın İnancı’nda, “Yazar kendisini yumurtalardan oluşan hassas bir piramidi taşıyormuş gibi taşır, çünkü kendisi de aslında böyledir; her an düşme ve zeminin üstünde parçalanıp rezil bir dağınıklık yaratma tehlikesi altındadır” diye yazmıştı.[1] Sırtında yumurta küfesi taşımanın dayanılmaz ağırlığı. Trapezde yürümek, bir dağın bağrını kazmak, ateşten denizleri mumdan kayıklarla geçmek… Yazar hiç de tamah edilecek bir yanı olmayan bu dikenli-mayınlı yollardan geçerken okurun olup bitenden haberi olmaz. Hem neden olsun ki… Bunlar okurun değil, yazı işçisinin baş etmesi gereken sorunlardır.
Bir yazar için “yazamamak” durumundan söz ederken, “Acaba yazar tıkanıklığı mı yaşıyor?” dışında başka sorular da sormamız gerektiğini düşünüyorum. Her suskunluk dönemi “tıkanma” olarak adlandırılabilir mi? Ne zaman ve hangi durumlarda “yazar tıkanıklığı”ndan söz edebiliriz? Yazar yazmıyor yahut yayımlamıyorsa, adlı adınca bir yazar tıkanıklığı mı yaşıyordur? Yazmıyor yahut yazamıyor olmanın başka başka nedenleri de olabilir pekâlâ. Bu nedenleri adlandıracak sözcükleri, kavramları düşünmemiz ve üretmemiz gerekir.
Yazar tıkanıklığı nedir, neye benzer?

“Yazamamak” durumu ya da yazar tıkanıklığı kavramının dış etkenlerden bütün bütün bağımsız ele alınması bana bir tür kolaycılık geliyor. Hem ne menem bir şeydir bu “tıkanıklık”? Hangi nedenlerden ötürü ortaya çıkar, nasıl aşılır; bir çaresi, çözümü yok mudur? 1940’larda Avusturyalı psikanalist Edmund Bergler’in bir dizi deneyden sonra ortaya attığı “writer’s block/yazar tıkanması” kavramı, tam bir donup kalma durumunu ifade ediyordu.[2] Yazarın yazmakta olduğu metni ilerletememesi ve yeni bir yazıya/yapıta başlayamaması. Yaklaşık otuz yıl sonra, Yale Üniversitesi’nden iki klinik psikolog, Jerome Singer ve Michael Barrios, Berglar’ın çalışmasını temel alarak onlarca yazar üzerinde yaptıkları deney, gözlem ve incelemeler sonunda “tıkanma”nın dört ana nedenini saptadılar: Aşırı derecede sert özeleştiri, diğer yazarlarla karşılaştırılma korkusu, dikkat ve övgü gibi dış motivasyon eksikliği ve iç motivasyon eksikliği. Kısaca, artık yazacak, anlatacak bir şeyi kalmadığına inanmak. Başına bu felaketlerden herhangi biri ya da birkaçı gelen yazarın yazma eylemine bir türlü başlayamadığı, yazma sürecinde tutulup kaldığı, metni ilerletemediği ya da kendisinde yeni bir yapıta başlama gücü bulamadığı anlaşılıyor. Oates’in dediği gibi yazar yumurta piramidiyle yürürken düşmüştür ve toparlanması pek kolay olmayacaktır.
Yazı serüveninde en hafif nitelemeyle bir “sendeleme” ya da türbülans diyebileceğimiz bu “sendrom”un en trajik nedeni “yetersizlik” duygusuna kapılmak olarak değerlendiriliyor. Doğrusu bu ya, yaşamını yazıya adamış, varoluşunu ancak onunla gerçekleştirebildiğini düşünen birinin eli kalem tutukça/klavyeye dokundukça, hatta dili döndükçe yazmayı bütün bütün bırakması düşünülemez.

Yazamamak bir “mümkün olmama” halidir. Bir imkânsızlığın kapısında, umutsuz, eli kolu bağlanmış halde bitkin kalmak. Yazarın kızıl elması, hayal ettiği, tasarladığı yapıt orada, ufukta durur fakat kendini açık etmez. Bir sisin ardındaymış gibi belli belirsiz kıpırdar. Yazar onun orada olduğunu, kendisine baktığını bilir; ufuklardan, dağlardan düze indirmek ister ama buna gücü yetmez. Kalkıp gidemez, onu alıp düze indiremez. İnip gelse de onun artık arzu ettiği, o görkemli bekleyişe uygun bir yapıt olmayacağının farkındadır. Öylece, bütün silahları elinden alınmış bir asker gibi kalakalır. Bir kavuşmazlık ve eylemsizlik durumudur bu. Geciken ve gitgide olanaksızlaşan buluşma, bekleyeni bezdirmiştir. Bir ince hastalığa tutulup gitmesi, bir kalp krizine, hatta kalp kanserine yakalanıp dünyadan göçüvermesi şaşırtıcı olmaz. Bir röportajda kendisinin hiç yazar tıkanıklığı yaşamadığını, her zaman işinin başında olduğu için “iyi yağlanmış bir yazı makinesi” gibi çalıştığını söyleyen Carlos Fuentes, Şilili arkadaşı, romancı José Donoso’nun yaşadığı yazar tıkanıklığı sonunda acı çekerek öldüğünü anlatır: “Öyle bir yazar tıkanıklığı yaşıyordu ki, sanırım sonunda onu öldürdü. Çok acı çekiyordu.”
Öyleyse, yazamamak ölümcül bir “hastalık”tır. Yazınsal ve biyolojik açıdan, sözcüğün her anlamıyla ölümcül.
Her yazamama hali yazar tıkanıklığı mıdır?
Gönlümüzü serin tutalım; yazmayan-yazamayan ve yayımlamayan her yazar elbette yazar tıkanıklığı yaşamaz. Örneğin susmak, beklemek, hevesi kaçmak, yazmak ama yayımlamamak, çekmece için yazmak… Belki yazmayı anlamsız bulmak, hatta yazmak eyleminin yerine daha anlamlı bir uğraş, bir ideal, bir değer, örneğin dinî ya da toplumsal bir inanç, aşk ya da yaşamanın ta kendisini koymak ve yazmaktan el etek çekmek bir tıkanma değil, bir terk etme ya da sıçrama hali olabilir. Beri yandan iç değil, dış etkenlerin neden olduğu bir yazamama hali de her zaman mümkündür. Susturulmak… Yazma koşullarının bütün bütün ortadan kalkması, toplumsal çürüme karşısında duyulan tiksinti ve yazmanın/söz söylemenin tümden anlamını yitirmesi. Nedeni ne olursa olsun, suskunluk dönemine girmiş, artık yazamaz olmuş ya da yazmayı reddetmiş bir yazar karşısında, okurlar onun seçimine saygı duymaktan ve eski bir dostu yitirmiş gibi kederlenmekten öte ne yapabilir?
Adına ister yazar tıkanması diyelim, ister başka sözcüklerle adlandıralım, bu kavram alttan alta “yazı” denen uğraşın, bir yazarın yazınsal serüveninin her haliyle belalı bir uğraş olduğunu hatırlatıyor. Marguerite Duras o küçük ama ünlü kitabı Yazmak’ta, yazının bir “bilinmeyen” olduğunda ısrarcıdır.[3] İnsanın yazmaya başlamadan önce ne yazacağı hakkında bir şey bilmediğini savunur Duras:
“Yazı, içindeki bilinmeyendir onun, kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen. Bir düşünce bile değildir yazmak, insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan.”
Sonra da aslında yazmanın bir öğrenme çabasından başka bir şey olmadığında karar kılar:
“Yazmak, insan yazsaydı ne yazardı, bunu öğrenme çabasıdır; –ancak yazdıktan sonra öğrenebiliriz bunu– öncesindeyse insanın kendi kendine sorabileceği en tehlikeli sorudur bu. Ama aynı zamanda da en çok sorulan.” (s. 48)
“Yazmak topallayarak ilerlemektir”
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat adlı kitabında, Babaya Mektup’tan hareketle Kafka ve çıkışsızlık üzerine kafa yorarken, “Yazmak,” demişti, “darboğazda yazmaktır. Çıkışı çıkışsızlıktan, ufuğu ufuksuzluktan, imkânı imkânsızlıktan yaratmaktır. Yazmak, topallayarak ilerlemektir”.[4]
Gürbilek bir sonraki kitabı Örme Biçimleri’nde ise Virginia Woolf’un günlüklerinde yazı metaforlarını nasıl zenginleştirdiğini dile getirir:
“Yazmayı, evet kadınsı performanslara, (‘tümce örme’, ‘motif işleme’, ‘ağ örme’, ‘teyelleme’, ‘ağır ağır pişirme’) hatta ‘uzun süren bir çocuk doğurma süreci’ne benzetir Woolf.”
Gürbilek ardından Woolf’un günlüklerinde yazıyı başka bin türlü zorlu eyleme benzettiğini aktarır:
“Tarla sürmeye, tünel kazmaya, buz kırmaya, petrol kuyusuna inmeye, gergin bir ipin üzerinde her an aşağıya yuvarlanma endişesiyle ip canbazlığına… Akıntıya karşı kürek çekmeye, yokuş tırmanmaya, yokuş aşağı koşmaya, bir meyvenin olgunlaşmasına, yelkenlerin şişmesine… Kanatlanmaya, dans etmeye, demirci ustasının çekici örse vurmasına…”[5]
Şavkar Altınel, Hotel Glasgow’un sonundaki, Delacroix’nın Yakup’un Melekle güreşini konu alan duvar resmini anımsattığı yazısında, “Her kitap bir melekle güreştir” demiş ve şöyle sürdürmüştü:
“Beni kutsamazsan seni bırakmam diyen Yakup gibi yazar da kutsanmak, dünyanın kargaşasından uzaklaşıp yazının duruluğuna ve aydınlığına kavuşmak için uğraşıp didinir. Ama amacına en yaklaştığı anlar çoğu defa bütün bu çabaya gerek olmadan, bir avuç uygun ve güzel kelimenin ansızın kendiliğinden kafasının içinde belirdiği anlardır. Başka bir deyişle, şafak sökerken güreş sona erdiğinde savaş meydanında kalan birkaç parça ganimet, yazar tarafından kazanıldığı için değil, hasmı tarafından bağışlandığı için kalır.”[6]
Tüm sanat yapıtları gibi, bir kitabı yaratmanın da yazarın kendisi, konusu ve malzemesiyle giriştiği bir savaş olduğundan kuşku yok. Öyleyse her iyi kitap da kazanılmış bir zaferin armağanı olmalı. Okurun yazardan beklediğine gelince; onun girdiği her savaştan başarıyla çıkması, kendisine hep zafer ganimetleriyle dönmesi… Peki, yazar bir şafak vakti hezimete uğradığında, üst üste kazandığı zaferlerin sarhoşluğu ya da yorgunluğuyla alıp başını gitmek istediğinde ne diyeceğiz; onun edebiyata ihanet ettiğini, okurunu aldattığını mı?

Yazmak bunca güçlükle baş etmeyi gerektiren bir eylemse, ara yollarda, dönemeçlerde yol kazalarına uğramak, yorulmak, tükenmek de o kadar doğal görülmeli. Oates yukarıda andığım kitabında yazmanın zorluklarını, düşüp kalkmaları, duraksamaları koşarak aştığını söyler. Koşarken yazdığı sayfalar zihninden birer birer geçit yapar. Fark edişler çoğalır, tıkanıklıklar aşılır. Çünkü imgelemi koşmaktan daha çok canlı tutan bir etkinlik yoktur ona göre.
“Koşarken zihin bedenle birlikte uçar; dilin esrarengiz bir biçimde çiçek açması, ayaklarımızla ve kollarımızla ve kollarımızın sallanışıyla uyum içinde, beyinde nabız gibi atar.”[7]
O halde tıkandığımız yerde masanın başından kalkıp koşmaya mı başlamalıyız? Belki de, “Koşmasaydım yazamazdım” diyen Haruki Murakami’ye uyup hem gövdemizi sağlam tutmanın hem de kaçan düşünce ve imgeleri toplamanın yoluna bakmalıyız.
Yazar tıkanmasının nasıl aşıldığı, aşılacağı üzerine bilinen pek çok çare sıralanıyor. Gerçek yazarlar internette bile maddeler halinde bulabileceğimiz bu “hap”lara itibar edilmeyeceğini, sorunun çözümünün yine kendisinde saklı olduğunu bilir. John Steinbeck bir dostuna yazdığı mektupta, “Gerçekten de yazı yazmadığım zaman kendimi bomboş bir gövde olarak görüyorum. Böyle zamanlarda düşkün, mutsuz bir insanım yalnızca” demişti.[8] Tüm güçlüğüne, törpüleyiciliğine, yaşattığı endişe ve korkulara karşın yazarı vazgeçirmeyen, düşe kalka yazının ipine sarılmaya mecbur bırakan duygu da bu olmalı: Yazamadığında kendisini bomboş bir gövde gibi hissedip düşkün ve mutsuz bir insana dönüşme korkusu. Mutsuzluğa uğramamanın yolu ise Philip Roth’un Paris Review (1984) röportajında söylediği gibi, “Devreleri açık tutmak”tan, olası bir tıkanıklığa meydan vermemek için yazıyla bağını koparmamaktan geçiyor olmalı.
Deneme ustamız Salah Birsel, Hacivat Günlüğü’nde yazma eyleminin sürekliliğini vurgularken, “Yazı işi bir eğitim işidir” demiş ve eklemişti. “Kişioğlu kendini birtakım kurallardan, zorluklardan geçirmeden, iyi yazının, dört başı bayındır yazının üstesinden gelemez. Flaubert olsun, Proust olsun, bütün büyük sanatçılar, sağlam ve oturaklı düzyazıya kendilerini bir sıkıya, bir düzene sokmakla varmışlardır. Flaubert her gün penceresinin önüne oturur, gördüklerini yazarmış. Balzac da öyle. Balzac’ın Tanrı’nın günü iki bin sözcük yazmadan masasından kalktığını işiten olmamış.[9]
Sözün özü, “yazar tıkanıklığı” gibi bir “hastalığı” fazlaca dilimize dolamamak, o çok maddeli reçetelere itibar etmemek gerek. Yazamamanın çaresi yine yazmakta aranmalı; her şeye karşın yazmak, ipin ucunu bırakmamak ve devreleri açık tutmak. Yazının kendisi bizzatihi sağaltıcı bir güce sahiptir. Yazarken arınır ve iyileşiriz. Mario Vargas Llosa, Neden Edebiyat? adlı denemesinde şöyle demişti:
“Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları yaşamdan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar, hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır.”[10]
Yazınsal yaratı boyun eğenlerin değil, karşı duranların sanatıdır; hem yazar hem de okur için. İşte bu yüzden çağın tüm ayartmalarına karşı okumak ve yazmak gerekir. Llosa’nın deyişiyle, “… yönetenlerin yönlendiremeyeceği, sürekli bir ruhsal devingenlik ve canlı bir düşgücüyle donatılmış, eleştirici, bağımsız yurttaşlar oluşturmanın”[11] iyi edebiyattan daha iyi bir yolu olmadığı için. Zor zamanlarda yazmak; susmak zorunda bırakıldığımız zamanlarda, “söz bitti” denen zamanlarda yazmak. Marguerite Duras’ın söylediği gibi, “Umutsuzluğa karşı yine de yazmak. Umutsuzluk içinde yazmak…”
NOTLAR
[1] Joyce Carol Oates, Bir Yazarın İnancı-Yaşam, Zanaat, Sanat, çev. Elif Erten, Kavis Kitap, İstanbul, 2011, s. 72.
[2] Edmund Bergler, “Does ‘Writer’s Block’ Exist?”, American Imago, Vol. 7, No. 1, Mart 1950, s. 43-54. Maria Konnikova, “How to Beat Writer’s Block”, The New Yorker, 11 Mart 2016.
[3] Marguerite Duras, Yazmak, çev. Aykut Derman, Can Yayınları, İstanbul, 1997.
[4] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 74.
[5] Nurdan Gürbilek, Örme Biçimleri, Metis Yayınları, İstanbul, 2023, s. 26.
[6] Şavkar Altınel, Hotel Glasgow, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2014, s.105.
[7] Joyce Carol Oates, Bir Yazarın İnancı-Yaşam, Zanaat, Sanat, çev. Elif Erten, Kavis Kitap, İstanbul, 2011, s. 43.
[8] John Steinbeck, Mektuplarda Bir Yaşam, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 37.
[9] Salâh Birsel, Hacivat Günlüğü, Ada Yayınları, İstanbul, 1982, s. 32.
[10] Mario Vargas Llosa-Carlos Fuentes, Edebiyata Övgü, Notos Kitap, İstanbul, 2014, s. 26.
[11] a.g.e., s. 27.