Haftanın vitrini – 50
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Afrika / Demiryolu ve Kent / İlhamın Kanatlandığı Anlar / Meryem’in Çiçekleri / Misafir Evinde Ölmek / Selçuk Baran-Günlükler / Sisli Gece / Sonsuzluğun Portresi / Su / Yeni Dünya: Sosyal Medya


Afrika
Toplu Şiirleri (2016-1988)
160. Kilometre
Aralık 2024
264 s.
Yaşar Kemal’in, Afrika kitabını “görkemli bir yeni şiire temel” olarak müjdelediği Levent Yılmaz uzun yıllardır şiirimizin önemli isimlerinden.
Levent Yılmaz’ın bugüne kadarki tüm şiir kitapları Afrika’da bir araya geliyor: Ada Değildir, Brunik Defteri, Afrika, Sonülke, Kaplan Zamanı ve Geçiş, Kayıp Ruhlar İsimsiz Adalar, Caravaggio, Hayâl ile Fırtına

Demiryolu ve Kent:
19. Yüzyılda Osmanlı Balkan Şehirlerinin Mekânsal Değişimi – İstanbul, Selanik, Edirne, Manastır, Karaağaç
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Aralık 2024
368 s., büyük boy
On dokuzuncu yüzyılda Babıali’nin Rumeli’ye ilişkin önceliklerinden biri liman şehirleri ile iç merkezleri birbirine bağlayacak ve bunları Dersaadet’e ulaştıracak bir demiryolu ağının kurulmasıydı. Demiryollarının Osmanlı şehirlerine varışı, Balkanlarda modernite deneyimini canlandırdığı gibi, bu şehirlerin ve şehirlilerin kendileri dışındaki dünyaya ekonomik ve sosyal ağlar üzerinden entegre olabilmelerini kolaylaştırdı. Demiryolları yalnızca şehirleri bağlamakla kalmadı, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasının sosyal, ekonomik ve mekânsal dokusunu da kökten değiştirdi.
Ahmet Erdem Tozoğlu’nun Demiryolu ve Kent adlı bu çalışması, okurlarını Osmanlı Balkan şehirlerinin iç içe geçmiş hikâyelerine ve İstanbul’dan başlayarak Balkanlara uzanan demiryolu ağının şehirler üzerindeki etkileyici serüvenine tanıklık etmeye çağırıyor. İstanbul’dan Selanik’e, Manastır’dan Edirne ve Dedeağaç’a kadar uzanan bu modernleşme ve dönüşüm yolculuğunda, arşiv belgeleri, edebi eserler ve göz alıcı görsellerle zenginleştirilmiş bir anlatı yer alıyor. Kitapta, Türkiye’de bugüne kadar daha çok ekonomik, siyasi ve askeri açılardan ele alınan demiryolları tarihine dair sosyal ve kültürel bir perspektif sunuluyor.

Günlükler (1948-1989)
Can Yayınları
Aralık 2024
632 s.
İkinci defterimi ve hayatımın bir safhasını kapattığım günden beri bende bir hayli değişiklikler oldu. Onları da yazmalıyım. Bazan geçmiş günlere dönmeyi arzu ettiğim ve bilhassa yaşlanıp artık yeni yeni heyecanlar duyma kabiliyetini ve imkânını kaybettiğim zaman hatıralarla avunmak maksadıyla okumak için yazmalıyım. Sonra çocuklarım ve torunlarım okusun diye yazmalıyım.
Ne tuhaf, artık çocuk sahibi olmayı istiyorum. Aşağı yukarı kendi yarattığım bir varlığa sahip olmak, manen ve maddeten kendimden ona bir şeyler verebilmek; bedeninin, ruhunun, kafasının benden aldıklarıyla şekillendiğini, inkişaf ettiğini görebilmek için.
Günlükler (1948-1989), Selçuk Baran’ın 15 yaşında başlayıp 56 yaşına kadar çeşitli aralıklarla yazmayı sürdürdüğü 12 defterden meydana geliyor. Kimi zaman yalnızlık ve umutsuzluk, kimi zaman büyük bir heyecan ve arzu, kimi zamansa dinginlikle dolu bu defterler, Baran’ın entelektüel bilincinin nasıl şekillendiğini gösterirken Türkiye’nin geçirdiği değişimlerin de izini sürüyor.

İlhamın Kanatlandığı Anlar:
Makamlar ve Şâheserleri
Vakıfbank Kültür Yayınları
Kasım 2024
424 s.
İlhamın Kanatlandığı Anlar, Türk musikisine meraklı tüm okurlar için eşsiz bir başvuru kaynağı. Fikret Karakaya’nın musikiye olan derin tutkusunun ve vukufunun yansıdığı bu eser, Türk musikisinin başlıca makamlarını ve onların en parlak örneklerini özel bir dikkatle ele alıyor. Her bölümde bir makamın tarihi ve müzikal yapısı, büyük bestekârların büyük eserleri üzerinden anlatılıyor. Karakaya, eserlerin yaratılış sürecini yalnızca bir sanat eseri olarak değil, nazarî bir perspektifle de ele alarak okuyucuya sunuyor. Her bölümde, makamların bileşimi ve gelişimi detaylandırılırken, bestekârların ilham dolu anlarına ve bu ilhamla şekillenen eserlerin nasıl büyük sanat eserlerine dönüştüğüne dair kapsamlı bir analiz yapılıyor. Türk musikisinin yüzyıllara yayılmış serüvenini, bu sanatın “şâheserleri” üzerinden değerlendirmeyi hedefleyen bu kitap, yalnızca nota bilenlere değil, musikiyi özellikle dinleyerek ve hissederek anlayanlara da rehberlik edecek. Türk musikisi üzerine düşünmek ve derinleşmek isteyen herkes için vazgeçilmez bir kaynak olan İlhamın Kanatlandığı Anlar, geleneksel musikimizin ruhunu ve inceliklerini olanca derinliğiyle kavramak isteyenler için bir başucu kitabıdır. VakıfBank Kültür Yayınları, yalnız icracıları, akademisyenleri ve musiki tutkunlarını değil, bütün entelektüelleri kendine çekecek olan bu eseri okurlarına sunmakla bahtiyardır.

Meryem'in Çiçekleri
Everest Yayınları
Aralık 2024
424 s.
“Bu dünya yalan zaten; başı kim bilir nerede olan bir ipin ucunu tutmuş, günlerin peşinden koşuyoruz.”
Yıl 1914. Genç hâkim Sinan için İstanbul’dan Diyarbekir’e atandığı yıldır bu. Sırtında onu yetiştiren İttihatçılara gönül borcu yüküyle geldiği bu şehirde bambaşka bir dünyanın ve mücadelenin içinde bulur kendini: Halka korku saçan aşiretler, basılan köyler, şehirlere, köylere, dağlara çöreklenen, yaklaşan tehcirin emareleri. Sinan’ın gözünden planlayıcılar, köyü baskına uğrayınca intikam yemini eden Adis’in suretinde halkların yaşadıkları, ölmenin ve öldürmenin olağanlaşarak önemini kaybedişi… Meryem’in Çiçekleri bu karanlık dönemi, ama en çok da yer yer yırtılan bulutların arasından kendini gösteren ışığı hikâye ediyor: Hiç kimsenin olduğu yerde, olduğu gibi kalamadığı, iyiliğin ve kötülüğün kimliklere hapsolamadığı bir dünya bu.
Abdullah Ataşçı, gerek üslubu gerekse yer verdiği karakterlerle, Bırîndar, Attilâ İlhan Roman Ödülü kazanan Yara Bende ve Heder Ağacı’nın açtığı yolda, sürekli daha ileriye gidiyor. Ona göre pek çok kapısı vardı geleceğin ve bu kapılardan doğruyu, güzel olanı seçmek insana kalmıştı. Ancak insan, tabiattaki en kusurlu canlıydı. Üstüne üstlük kusursuz olduğunu sanacak kadar büyük bir kusura sahipti.

Misafir Evinde Ölmek
Varlık Yayınları
Kasım 2024
104 s.
2024 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen Zelal Dicle Baz, sert gerçekçi, ironik bir yazar. Herkesin duyguları yücelttiği, “bayıldığı”, “uçtuğu” çağımızda hiçbir rüzgâra kapılmadan varoluşun karanlık tarafına odaklanıyor, dünyaya ait olmanın utancıyla giderek hissizleşen insanı anlatıyor.
Misafir Evinde Ölmek’teki öykülerde “işlerin ne kadar çirkinleşebileceğini görmek” için sabırla bekleyen bir anlatıcı var. “Biyolojik olarak insan olmanın ortaya koyduğu çirkinliğin kültürel çirkinlikle acılaşmış o kusmuğumsu halini” merak ediyor. Tüm ailesini, dünyayı zehirlemek isterken bile sakin. Annesinin onu beğenmemesini veya ihaneti kolayca sindirebilecek kadar serinkanlı. İyimser hiçbir düşünceye sığınmadan okura işin aslını, yüzleşmekten kaçtığımız o çıplak gerçeği gösteriyor.
Özne ile eylemi arasındaki mesafeyi artıran her şeye kalemini doğrultan genç bir yazardan insanın içini üşüten öyküler.
Misafir evinde ölmek. Sana inananların seni kucakta taşımaları. Arabanın penceresinden cenneti ve cehennemi görmek belli belirsiz. Sonra müritlerinin ya da Allah Baba’nın ocağında dirilmek üzere derin bir uykuya dalmak. Yaşadığım olayların tekrar edeceğine inanmışımdır her zaman. O misafir evlerinde ne vardı? Ne uyutuyordu beni? Hatırlamak isterim. Bugünlerde veya seneye veya belki beş sene sonra neden öleceğimi anlamak için.

Sisli Gece
Oğlak Yayınları
Kasım 2024
140 s.
İçinde bulunduğumuz çağın karanlığı iyi, güzel olanları unutturuyor. Acımasız ve öfkeli dünya bizi de yoruyor, kendine benzetiyor. Şairin de dediği gibi ince şeyleri hatırlamaya zaman bulamıyoruz. Bizim zaman bulamadığımızı bize hatırlatan edebiyat var neyse ki... Adil İzci’nin metinleri her zaman işte o unuttuğumuz ince şeylerden oluşur.
Sisli Gece adlı bu öykü kitabında da Adil İzci yine bize dostluğu, doğayı, incelikleri ama en önemlisi her şeye karşın iyi olan yüzümüzü anlatıyor, hatırlatıyor. Kimileyin bir anının izinden, kimileyin bir öykünün arayışında... Karanlık bir günde perdeye vuran bir günışığı gibi ferahlatıcı bu öyküler.

Sonsuzluğun Portresi: Spinoza ve 17. Yüzyıl Hollanda Resmi
Zoe Kitap
Eylül 2024
144 s.
Bu kitap ne yalnızca Spinoza ne de yalnızca resim sanatı hakkındadır. Ama ikisinin ortasında bir yerlerde bir gezgin-ozan uçarılığıyla dolaşarak, felsefenin resmini konuşturur ve resmin felsefesini çizer. Spinoza bize fikirlerin dilsiz suretler değil, sonsuz bütünün tüketilemez gücünün ve bilgisinin aktif ifadeleri olduğunu söylemişti. Peki ya resim sanatı nedir? Onun sonsuzla bağı nereden yakalanabilir, öznesiz bir içkinlik düşüncesiyle yakınlığı nasıl kavranabilir? Spinoza’nın soluduğu havanın renklerine, yani 17. yüzyıl Hollanda resmine odaklanarak Akal’ın peşine düştüğü sorular bunlardır. Burada artık Yüce’nin, Güzel’in, Aşkın’ın bir hükmü kalmaz. Dönemin Hollanda resminin vazgeçilmez teması olan gündelik yaşamın sıradanlığı türlü görünümleriyle, çocukların kafalarından ayıklanan bitlerle, ortalıkta dolaşan kedi ve köpeklerle, dikiş dikenlerle, uyuklayan nöbetçilerle, deşilen kadavralarla, sırıtan ayyaşlarla, diş ağrısından kıvrananlarla, üzüm satanlarla arzı endam eder. Yazar, geçit törenlerinin tek sırasından bihaber bu tekillikler cümbüşüne yalnızca Rembrandt ve Vermeer’ı değil 17. yüzyıl Hollanda resminin kadın ressamlarını da, Spinoza portrelerinin Calvino ve Borges öykülerini hatırlatan serüvenini de, De Stijl okulundan romantiklere ve gerçeküstücülere uzanan türlü Spinozacı sanatçıyı da katarak anlatılmaya değer tek şeyi, yani yaşamı anlatır. Akal’ın sözcükleriyle: Bu metin felsefe ve resim sanatı üzerine değil, bir şimşek anı kadar kısa bir süre içinde kalırken içimize çektiğimiz ve ne olduğunu sezmeye çalıştığımız hayata ve çoğunlukla onun hasmı olan Yasa’ya ilişkindir.

Elementler - 1: Su
çev. Mehmet Doğruer
Delidolu Yayınları
Kasım 2024
128 s.
Geçmişten kaçmak, suya resim yapmak gibidir...
John Boyne'un imza projelerinden ''Elementler'' serisinin ilk halkası Su, geçmişin karanlık izlerinden sıyrılıp yaşadığı ve yaşayacağı yeni hayatla yüzleşmek zorunda kalan bir kadının arınma yolculuğu.
Suyun hem mucizevi hem de lanetli yüzünü göstererek insan ruhunun derinlerine inen roman, iç içe geçmiş kaderler üstünden bambaşka kimliklerin bitmemiş hikâyelerini anlatıyor.
Yaşamın ve ölümün varoluşsal sınırında yeşerttiği umut kırıntılarıyla yürekleri sağaltan kitap; okurları su, toprak, ateş ve havanın uyumsuz bir buluşma noktasında asude bir olgunluğa taşıyor.
"Su benim felaketim oldu. Ailemin felaketi oldu. Rahimde suyun içinde yüzeriz. İçimiz suyla kaplıdır. İçeriz suyu. Hayatımız boyunca çekiliriz ona, dağlardan, çöllerden, kanyonlardan daha çok ona. Ama berbat bir şeydir su. Öldürür insanı."
İsmini değiştirmek, geçmişinden kurtulmaya yeter mi?
Vanessa Carvin, travmatik geçmişinden kaçıp özüne dönmeyi, Willow Hale olmayı kafasına koyunca İrlanda açıklarında ufacık bir adaya sığınır. Bu kararında haksız da değildir üstelik, çünkü eski kocasının insanlıkdışı davranışları onu da bataklığa çekmektedir. Ama şimdi adada kendisinden başka hiçbir şey yoktur; ne internet, ne televizyon, ne de radyo... Sadece kendisi ve elbette, birbirinden tuhaf ve özel hikâyeleriyle ada sakinleri vardır. Ve her şeyden önemlisi, puslu geçmişinden arınıp hayatında yeni bir sayfa açabilmek için, eski defterleri birer birer kapatmak zorundadır.
İnanılmaz bir skandalın mağdurlarını ve müsebbiplerini bir araya getirerek çarpıcı bir metne imza atan John Boyne bu kitabıyla, suya çizilmiş bir geleceğin geçmişin yansımalarından kurtulamayacağını gözler önüne seriyor.
Elementler –su, toprak, ateş, hava– bizim en büyük dostlarımızdır. Canlandırırlar bizi. Beslerler, ısıtırlar, hayat verirler. Fakat her fırsatta, öldürmeyi de planlarlar.

Yeni Dünya: Sosyal Medya
İletişim Yayınları
Kasım 2024
296 s.
“Gündelik hayatın monotonluğundan bıkıp Sosyal Medya’nın cazibesine koştuk. Şimdi de oradaki zorbalıklar, linçler, veri güvenliği, gözetleme gibi yığınla problem bir tarafa, Sosyal Meyda’nın kendisi başlı başına bir mesele haline gelmişe benziyor: Akıllı cihazlarına bakmadan duramayanlar, kaybolmakta olan yüz yüze, samimi ilişkiler, hakikatteki aşınmalar…”
Mert Karbay, gerçekten bir yeni dünya olan, adeta yeni dünyanın kendisi haline gelen sosyal medyayı, hem olanakları hem sorunlarıyla tartışıyor bu kitapta. Sosyal medyanın, çağımızın “halk yazısı” olduğuna dikkat çekiyor; herkesin yazabileceği; herkese hitap eden yazı… Bu bakımdan, bir demokratikleştirme potansiyeli taşıyor.
Ama kamusal iletişimdeki geleneksel “kapı bekçilerinin” yerini alan “algoritma” da, “akla zarar” başka problemler getiriyor. Kamusal entelektüelin yerini alan trol, influencer, oyunbaz, küratör gibi sosyal tipler; “bağımlı insan-bağımsız sosyal medya” paradoksuna aracılık ediyor. Sosyal medyanın yaygınlaştırdığı “sosyal dikkat dağınıklığı” ve “sonsuz dikkat dağınıklığı”, bu mecradan yayılan yalanlarla mücadelenin nafileliği gibi olgular, “aksak” bir kamusallığa, politikanın ketlenmesine giden bir yolu döşüyor.
Yeni Dünya: Sosyal Medya, sosyal medyanın, çoğalttığı “Mutsuzum ama keyfim yerinde!” duygusunun derinindeki sorunları tahlil ediyor. Ve evet, yine de, olanaklarıyla birlikte…
Önceki Yazı

Bir popüler kültür nesnesi: Oğuz Atay
“Oğuz Atay’a dair üretilen içeriklerin çok büyük bir çoğunluğunda özgün bir yoruma rastlamak mümkün değildir maalesef. Daima bir yanı üzerinde durulur, yalnız ve bunalımlı bir yazar portresi çizilirken onun asıl derdi hep görmezden gelinmiş ya da anlaşılamamıştır.”
Sonraki Yazı

Sivil toplum Haydarpaşa gar olarak kalmalı diyor; ya kültür ve sanat aktörleri?
“Bakanlık tarafından Haydarpaşa’ya kültür ve sanat getirilmeden önce, kültür dünyasının aktörlerinin 'Haydarpaşa gar olarak kalmalı' diyen sivil toplumun taleplerini duyması, garın merdivenlerinde devam eden kamusal sorgulama ve düşünme faaliyetlerini bugünden itibaren genişletmek, yaygınlaştırmak için uğraşması beklenir.”