Gerçeküstücülük Neden Önemlidir?
“Polizzotti, sürrealizmin sanat tarihi açısından değerini ve üretimini anlatmaktan ziyade 21. yüzyılın politik, ekonomik, cinsel açmazlarıyla boğuşan insanlara hâlâ yeni bir şeyler söyleyebilmesi ihtimaline bakıyor...”
Max Ernst, Ocak ve Ev Meleği, 1937 (ayrıntı)
“Pek çok ortak düşünce ve tutkuyu paylaşmalarına rağmen,” Arthur Rimbaud ile Comte de Lautréamont’nun tanışmamasının talihsizlik olduğunu söylüyor Enid Starkie.[1] 1869 yılında yazılan Poésies’teki estetik tutum ile Kâhin’in Mektupları’nın benzerlikler taşıdığını ancak Rimbaud’nun “kendi teorisini formüle etmeden önce” Comte de Lautréamont’u okumuş olmasının imkânsız olduğunu da ayrıca belirtiyor. Birbirlerini okumamış ve asla buluşmamış olsalar da, her iki şairi de Türkçeye kazandıran Özdemir İnce, “Gerçeküstücüler bu iki şairden doğmuştur,” diye yorumluyor.[2]
Mark Polizzotti
Gerçeküstücülük Neden Önemlidir?
çev. Güven Turan
Yapı Kredi Yayınları
Ekim 2025
160 s.
Sürrealizm akımı 1920’li yıllarda Fransa’da doğdu, bir bakıma Dadacı geleneğin devamı olarak görüldü. Sürrealizm, yani Gerçeküstücülük kavramını bundan çok daha önce ilk defa kullanan kişi, Marquis de Sade’ın o güne kadarki en kapsamlı seçkisini de yayımlayan Giullume Apollinaire. Hareketin kurucusu ve öncüsü André Breton, 1922 yılında “modern arayışların geleceğini tayin edecek” ve uluslararası olacak bir kongre çağrısı yaptı; 1924 yılında ise ilk manifestolarını yayımladılar. Akımın tanımlanması ve tanınması bu iki yıllık süreçle gerçekleşti. Sürrealistler hipnoz, kimi zaman uyuşturucu maddeler ve rüyalar aracılığıyla, “ruhsal otomatizm” etkilerini araştırdı. Gerçekliği doğrudan algılamadıkları esnada, “bir tür trans hâlindeyken” ürettikleri şiirlerin, resimlerin, nesnelerin anlamını bulmaya çalıştı. Breton ilk menifestoda, “Çağımın kötü zevklerinin ortasında, başkalarından ileriye gitmeye çalışıyorum,” diye yazdı. İleriye gidebilmek için “örnek” aldığı kişiler arasında öncelikli olarak Arthur Rimbaud’nun ismini verdi, çünkü onun da “aynı itkiyle hareket ettiğini” seziyordu.
Konuşmak, düşüncenin “şiirselliğini” azaltmakla beraber düşünceyi en kısa yoldan teşhir edebilmenin bir yoludur. Ancak Breton düşüncenin, “konuşma”dan daha hızlı olmadığı sonucuna varır ve düşünce ile kalem hızı arasındaki çelişkiyi gidermenin yöntemleri üzerine çalışmaya başlar. Bu yüzden Rimbaud gibi, düşünceyi en dolaysız yoldan aktarabilmek için “otomatizm” tekniğini kullanır.
Rimbaud’nun ben’i “öteki” olarak görmesi, estetik/yaratıcı eylemin kaynaklarını da yeniden düzenlemiştir.[3] Yaratıcılığın veya ilhamın, “bu dünyada olmayan (aşkın)” köklerini tersyüz ederek “deneyime dayalı (içkin)” hâle getirmiştir. Böylelikle, bu ifadede “ben” kelimesi bilinçdışını temsil etmiş olur. Dolayısıyla metinde/şiirde konuşan kişinin kimliği “başkalık” çatısı altında kalır ve kesin bir yaratıcı kişiye atfedilemez. Sürekli olarak “dilde ve dil aracılığıyla bölünen ben’in ortaya çıkışı” söz konusudur.[4] “Başkalık” bir kimliğe işaret eder fakat yaratıcı süreçle ortaya çıkan ifade ne bu kimliğe ne de deneyimi gerçekleştiren konuşmacıya atfedilir. Kâhin’in Mektupları’nda “ben”, başkası aracılığıyla düşünülür ve konuşturulur. Illuminations yazıldığında ise kendi ile öteki arasındaki çelişki bulanıklaşır ve ikisi arasındaki anlamlar ilişkisi çoksesli fakat tek bir anlatıcıya dönüşür.[5] Dilin nesnelleşmesi, böylece gerçekleşir.
Rimbaud’nun bunu haşhaş ve absent ile sağladığına dair iddialar bulunmaktadır, Sürrealistler de benzer şekilde hipnoz ve zaman zaman uyuşturucudan yararlanır. Bilinç denetiminin kaybedildiği bu sürede, bilinçlerini “mümkün olan en pasif duruma sokup” her türlü yardım ve yetenekten yoksun bırakılmışçasına yazı yazarlar. Böylelikle kalem hızının düşünce hızına yaklaşması amaçlanır. Ressam ise, aynı şekilde, fırçasını “kendi kontrolü dışında” kullanır. Sonuç olarak, ortaya çıkan şey günün değerlerinin denetimini ya da baskısını taşımamış olur. Aynı şekilde, rüyalardan da beslenerek, insan arzularının ve korkularının kökenlerini öğrenmeyi amaçlamışlar; psikanalizde bir tedavi yöntemi olan “serbest çağrışım”dan faydalanmışlardır.
Breton, 1940'larda.
Breton’un aslında tıp eğitimi aldığı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında sahada görev yaptığı, bunu izleyen yıllarda Sigmund Freud’un teorileriyle ilgilendiği biliniyor. Dolayısıyla Sürrealistler için ilk ve asli alan bilinç, dolaylı olarak da psikanaliz. Bunun yanında beslendikleri ikinci kaynak ise politika. Tıpkı Dadacılar gibi hem sanatın geleneksel biçimlerine hem de burjuva değer yargılarına karşı dururlar ve bu anlamda politikadan kopuk değildirler. “Görünen gerçekliğin ötesine” geçmek istemeleri de günün kültürünün, toplumunun, sanatının yozlaştığını düşünmeleriyle ilgilidir; bu istek gerçeklikten kaçma olarak değil, söz konusu yozlaşmışlığın sınırlarını aşma olarak değerlendirilmeli.
Breton, birinci manifestoda Sürrealizm’i “son kez” şöyle tanımlıyor:
SÜRREALİZM, isim. Kişinin, sözlü, yazılı veya başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ifade etmeyi denediği, en saf halindeki psişik otomatizm. Aklın her türlü denetiminden uzak, ahlakî ya da estetik her türlü kaygıdan muaf olarak, sadece düşüncenin dikte ettiği.[6]
Breton’a göre, bir kişinin sürrealist olabilmesi için sesi veya sözü bir kez duymuş olması yeterlidir. Örneğin Marquis de Sade’ın sadizmde, Baudelaire’in ahlakta, Rimbaud’nun “hayatta ve başka şeylerde” sürrealist olduğunu yazdı. Fakat bu isimler her zaman sürrealist olmak için fazla “gururlu”dur çünkü bir düşünce taşırlar ve o düşünceye sadık kalırlar. Dolayısıyla, üretim/yaratım sürecinde olmasa da “tavırda” sürrealist olmak mümkündür.
Mark Polizzotti’nin çeşitli konferans konuşmalarıyla makalelerinden derlenen ve Yale University Press’in Why… Matters serisinden 2024 yılında çıkan Why Surrealism Matters? tam da bu “tavır” meselesine odaklanıyor.
Sürrealizm, neden şimdi?
Güven Turan’ın Türkçeleştirdiği ve geçen günlerde Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitap, “Gerçeküstücülük önemli midir?” sorusuyla başlayıp neden önemli olduğunu tartışarak bitiyor. Akımın sanat tarihi açısından değerini ve üretimini anlatmaktan ziyade 21. yüzyılın politik, ekonomik, cinsel açmazlarıyla boğuşan insanlara hâlâ yeni bir şeyler söyleyebilmesi ihtimaline bakıyor:
Gerçeküstücülüğün ana iticilerinden biri de, Avrupa toplumunun üzerinde yaratmaya çalıştığı baskıyı reddetmekti. Politik varlıklar olarak 1914-1918 savaşında çığlık çığlığa ortaya çıkan savaş çığırtkanlığını tiksintiyle karşıladılar ve sadece savaşın kendisine değil, aynı zamanda onu besleyen toplumsal statükoya olduğu kadar ekonomik eşitsizliğe, utanmaz ırkçılığa ve onunla kafa kafaya giden entelektüel yavanlığa da tiksinti duydular. Yazar ve sanatçılar olarak –en azından teoride– edebiyat ve sanatın altını çizen, hem yaratıcılıkta durgunluğa hem de parçalanmakta olan toplumsal sözleşmenin zımni olarak ya da açıkça onaylanmasına sebep olan kariyerizme ve kayıtsızlığa boyun eğmeyi reddettiler. Doğaları gereği Gerçeküstücü işler, ister politik ister toplumsal ya da estetik olsun, hüküm süren, resmen kabul görmüş bütün düşüncelerden kesin bir kopuşla hayat bulur. (s. 11)
Pasif nihilizme kurban giden bir reddediş değil elbette bu. Var olan paradigmayı reddetme, yerine yeni bir form bulma çağrısı. Yakın geçmişe göz attığımız zaman tek seferde sıralayabileceğimiz Covid-19 pandemisi, George Floyd’un öldürülmesinden sonra polis şiddetine karşı dalgalar halinde büyüyen ayaklanmalar, Ukrayna-Rusya savaşı, Suriye’den kaçmaya çalışırken canından olan insanlar, gözümüzün önündeki soykırım, dünyanın her yerinde güç kazanan sağcı eğilimler yazarın deyişiyle “tedirgin edici biçimde” Gerçeküstücülüğü doğuran atmosferi anımsatmaktadır (Türkiye’de neler olup bittiğini yazmaya korktum, sevgili okur, ve en çok Cemile Çağırga’yı düşündüm). Çağrı şunu söylüyor, “Dünyayı tepetaklak et, yaşamı değiştir, insanın kavrayışını tepeden tırnağa yeniden şekillendir.” Bunun katıksız ön şartı ise yapıcı bir öfke:
Burada anahtar sözcük tutkudur, Penelope Rosemont’un altını çizdiği “akut farkındalık”tır. Gerçeküstücülük usun ve aynı zamanda duyguların başkaldırmasıdır. Yoğun duygusal durumlar, ister uyku translarıyla ister rastlantısal keşiflerle, buluntu nesnelerle ya da cinselliğin kendinden geçmeleriyle dürtülmüş olsunlar, yıkıcı bir güçtürler ve yıkıcılık yeni formlara ya da eski formların yeni bir form almasına ihtiyaç duyar – görsel, sözel, eylemsel, dilin bütün hallerinde şiirle bütünleşir. Yeni bir form dünyayı deneyimlemenin yeni bir yolunu gösterir. Tutkuları alımlamak ve olağanüstüye açık olmak birleşik kaplardır, varlığımızın yollarını sonsuzca yeniden canlandırma yeteneğiyle bizi çevreleyen aklı öldüren gerçekliklere direnmemizde yardımcı olurlar ama aynı zamanda da bu gerçeklikleri çok daha iyi bir şeye dönüştürürler. Tıpkı Jacques Hérold’un Paris’in “gri sokaklarında” dolaşırken olağanüstünün içeriden ve dışarıdan fışkırması gibi. Gerçeküstücüler “tüy gibi yel”i uyuşturucu kullanmadan tribe girmeye ya da teoloji olmadan dinsel duruma benzetirler – zamanımızın Öte’sine. Yeter ki nereye bakacağımızı değil, nasıl bakacağımızı bilelim. (s. 61)
Polizzotti
The Metropolitan Museum of Arts’ın kurumsal yayınlarının yayın yönetmeni Polizzotti, Nadja başta olmak üzere Sürrealizm denince aklımıza gelen pek çok eserin İngilizce çevirmeni ve André Breton’un biyografi yazarlarından biri. Sıkı bir hayranı aynı zamanda. Ancak bu hayranlık onun eleştirel gözlüklerini takmasına asla engel olmamış. Burada bir ayrım yapmanın imkânsızlığından söz açıyor önce: Sürrealizm demek, André Breton demek. Birini, diğeri olmadan anlamak ve eleştirmek mümkün değil. En azından Paris merkezli Sürrealizmi konuşuyorsak. O nedenle Breton’un homofobikliğini, kolonyalist bakışını, iktidarını farklı boyutlarıyla tartışmaya açıyor. Bedenlerinin sürrealistler için başat imge olmasına karşın topluluk içinde yalnızca erkeğin arzusu ölçüsünde varlık gösteren kadınları da.
Bugün kendi aklımızı sınamaya nereden başlayabiliriz bilemiyorum, yazarın da buna bir yanıtı yok. Mesele, aklın varlığına rağmen günbegün katmerlenen bir vahşetin içinde yaşamamız. Bunlar bizden büyük felaketler değil yalnızca, basbayağı gündelik hayatta da uzantısını bulmuş, kimi zaman bizim de katılmak zorunda bırakıldığımız bini bir olay. Olayların tümü de dilde başlıyor. Kitapta böyle bir analoji bulunmasa da yeniden dil’e dönüyorum…
Rimbaud, güncel resmi ve şiiri “gülünç” bulduğu için geçmişe döndüğünü söylemişti.[7] Söz konusu geçmiş merakı, masallara veya simyaya yönelmesi naif bir ilgi olarak nitelenemez. Tersine, ulaşabileceği kaynakların tümünü tükettiğini düşündüğü yerde şiiri ve şairi “insanüstü ya da üstüninsan” olarak varsaydı, onlara doğaüstü ve gizemli bir yer öngördü.[8] Sıradan insanların görmekte zorlandığı bilinmez’e önce şair ulaşmalıydı. “Şair, ateş hırsızıdır,” diyerek Prometheus’a varması ise, bu bağlamda, kâhin gözüyle gören şairin keşfettiklerini diğer “insanlarla ve hayvanlarla” paylaşması gerekliliğini ifade eder. Bilir, ve yazar: Nesnel dilin zamanı geldiğinde, sanat ve hayat ikiliği ortadan kalkacak ve sanat-hayat birliği gerçekleşecektir. Dil, kişiye ruh verecek ve “herkes tarafından sindirilen ölçüsüzlük” yeni ölçü olacaktır. Şair, ilerlemenin çocuğu ve çoğaltanı olacaktır. Gelmekte olan bu zaman, materyalist olacak fakat içinde Yunan şiiri de barınacaktır. Şiir artık eyleme uymaya çalışmayacak, eylemin önünde koşacaktır. Kadının sonsuz köleliği sona erecektir ve böylece kadın da şair olacaktır.[9] Biri, tekrar söyler: “Var oluş başka yerde.”[10]
Var oluş başka yerde.
NOTLAR
[1] Enid Starkie, Arthur Rimbaud, A New Directions Book, New York, 1961, s. 154.
[2] Özdemir İnce, “Kâhin Rimbaud: Abdo Rambo”, Varlık, Eylül 1991, sayı 1008, s. 27-30.
[3] Adrianna M. Paliyenko, Mis-Reading the Creative Impulse: The Poetic Subject in Rimbaud and Claudel, Restaged, USA, Southern Illinois University Press, 1997, s. 41.
[4] Adrianna M. Paliyenko, Mis-Reading the Creative Impulse: The Poetic Subject in Rimbaud and Claudel, Restaged, USA, Southern Illinois University Press, 1997, s. 41.
[5] Adrianna M. Paliyenko, Mis-Reading the Creative Impulse: The Poetic Subject in Rimbaud and Claudel, Restaged, USA, Southern Illinois University Press, 1997, s. 41.
[6] Türkçesi Kaya Özsezgin, Sanat Manifestoları, Avangard Sanat ve Direniş, editör Ali Artun, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 203.
[7] Graham Robb, Rimbaud, çev. Süha Sertabiboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s. 55.
[8] Modern French Poetry: A Bilingual Anthology, (der.) Patricia Terry ve Serge Gavronsky, Columbia University Press, New York ve Londra, 1975, s. 93.
[9] Bu ifadeler de Mektuplar’dan ancak bire bir alıntılanmadı. Aslı için bak. “Kâhin’in Mektupları”, Arthur Rimbaud: Cehennemde Bir Mevsim, Illuminations, haz. ve çev. Özdemir İnce, Can Yayınları, 1991, s. 51-52.
[10] “L’existence est ailleurs.” André Breton, Manifestes du Surréalisme, France, Gallimard, 1963, s. 64 .