• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

“Çünkü o oydu, çünkü ben bendim”

“Arkadaşlık Üzerine, özünde yalnızlık olduğu için belki, çok şey düşündürüyor insana; unuttuklarınız, sizi unutanlar, küs olduklarınız, kırdıklarınız, sizi kıranlar, uzak durduklarınız, uzaklaştırdıklarınız…”

ŞULE S. ÇİLTAŞ

@e-posta

DENEME

30 Ekim 2025

PAYLAŞ

Bir zamanlar, altında alışveriş merkezi, havuzu, spor salonu olan bir site-rezidansın “kahvecisinde” çalışan bir arkadaşım, burada yaşayan, şık giyimli, bakımlı-estetikli kadınların ve erkeklerin, sabah-akşam evlerine girip çıkarken birbirlerine selam vermez, burunları havada, başlarını çevirip geçip giderken, site girişinde kendilerine ait kabinde oturan güvenlik görevlileriyle epey yakın, hatta senli benli olduklarından bahsetmişti. O derece ki, gözlerinde gözlükler, halleri tavırlarıyla, bindikleri arabalarla birbirlerine poz kesen bu insanlar, “Bir gün karşılıklı içelim”, “Mangal yapalım”, “…’ya seni de götüreyim” teklifinde bulunuyorlarmış, başları önlerinde, bu ısrara, bu yakınlığa, bu tebelleşe bir anlam veremeyen güvenlikçilere… Pek çok açıdan yaklaşılabilir bu anekdota. Zamanın insanı yüz yüze bıraktığı yalnızlıktan, köksüzlükten tutun da, artan bireysellik ve dijital uygulamaların yaygınlaşması yüzünden gerçek dostluklar kurmak, varlık göstermek ihtiyacına varana kadar.

Arkadaşlık Üzerine
Hazırlayan: Feryal Saygılıgil
Katkılar: Seray Kumlu, Fatmagül Berktay, Ali Çakmak, Hatice Çoban Keneş, Lal Hitay, İlkay Özküralpli, Sibel Yardımcı, Tülin Ural, Aksu Bora, Gültan Kışanak, Sare Öztürk, Behçet Çelik, Gülüm Şener, Başak Tuğ, Başak Deniz Özdoğan, Delal Yatçi, R. Aslı Koyuncu, Lara Özlen, İlkan İpekçi, Rıdvan Akar
Sanat Kritik Yayınları
Eylül 2025
418 s.

Daha Arkadaşlık Üzerine kitabıyla ilgili bir fikir oluşmamışken kafamda, biri yapraklarını dökmüş, diğeri ip yumağına benzer iki ağaçtan oluşan kapağa bakarken, Fransız edebiyatındaki Dost, Dostluk, Yeniden Bulunmuş Dostluk adı altındaki bol örnekleri geçirirken içimden, başka bir kitap seslenmeye başladı kulağıma: Dostlukların Son Günü. Metnin K24’teki tadımlık bölümünde, çocukluğunun Kurtuluş semtindeki bir apartman dairesinde geçtiğinden bahseden Feryal Saygılıgil’in giriş yazısı da, Selim İleri’nin yağmurlu bir pazar sabahı çamurun, pisliğin taştığı “Kurtuluş”un dar, arka sokaklarından dostları Gülten ve Ali’nin evine giderken içinden geçirdiklerine kucak açtı: Kemal hiç çıkmak istemez, neredeyse dadanmıştır Gülten ve Ali’nin evine:

“Neydi bu eve beni çeken: Gülten’in insanlığı, içtenliği, Ali’nin kimseye değişilmeyecek dostluğu…”

O pazar sabahı da, annesinin “Pazar günü kimsenin evine gitme, bir gün kovulacaksın” uyarılarına ve kendi tereddütlerine rağmen yola düşer kahramanımız Kemal. Gülten’e bir buket çiçek almak niyetiyle girdiği çiçekçide bu dostluğu, kül tablasında yarım bırakılmış bir izmaritin, duvarda parmaklarının bıraktığı çocuksu bir izin kendisini hatırlatacağına, ya da bir önceki buluşmanın yadigârı, rafyaları çözülmemiş bir demet sümbülün solup atılacağı âna kadar kısa bir süre akılda kalacağına isyan edercesine Gülten ve Ali’yle ilişkisini geçirir durur içinden.Yaşadıklarıyla tükenmeye mahkûm dostluğu, onun getirdiği yalnızlığı, hem kendine kızarak hem ölesiye sevdiği dostlarının sözlerini anımsayarak:

… Gecelerce oturduğum koltuklar. ‘Evlendiğimizde hiç burada oturmazdık. Şimdiyse burada oturuyoruz her gece’ diyor Ali. Her gece. Her gece sen buraya bizi rahatsız ettiğine aldırmadan geliyorsun. Arkadaşlığın da bir sınırı var… Oturma odasının hiç yaşanmadığı bir ev. Ufacık bir apartman katı. Üçüncü kişi olmanın, bu evdeki yersizliğimin acılarını duyuyorum her gelişimde. Gene geliyorum ama. Yürek burkucu yalnızlıklarımdan. ‘Bıktık senin burjuva yalnızlıklarından’ demişti Ali sonraları. Çok sonraları. Başlangıçların güzel tedirginliği azalınca, geçince. (s. 134)

Girişte anlattığım kıssadaki rezidans sakinlerinin “insan açlığının” epey uzağında duran, Dostlukların Son Günü’nde Ali’nin dalgasını geçtiği “burjuva yalnızlıkları”, Maurice Blanchot’nun dostluğa dair daha derinlikli ve her zaman olduğu gibi derin düşüncenin burgacından geçmiş saptamasında ifadesini bulur.

Dostluk, bağımlı olmayan, hayatın bütün sadeliğinin içine girdiği, bölümlere ayrılmayan bu ilişki, ortak yabancılığın tanınmasından geçer. Bu yabancılık dostlarımızdan söz etmeyi değil, onlarla konuşmayı mümkün kılar; dahası, konuşurken, birbirimize ne kadar aşina olursak olalım, o sonsuz mesafe, onlarla bizi ayıran şeyin aslında ilişkiye dönüştüğü bu temel ayrım, birbirini anlama eylemi haline gelir. Biz onları ‘bilinmeyenle’ olan ilişkimizde karşılarız, onlar da bizi kendi uzaklığımızda kabul eder.

“Burjuva yalnızlıklarının” bir öznesi olarak damgalanıp “mesafe alınsa” da, dostlarının evini kastederek, “Gene geliyorum ama” diyor İleri. 1933’te Nazi Almanyası’ndan kaçıp Çekoslovakya ve İsviçre’ye, ardından Alman mülteciler için bir “tuzak” haline gelen Fransa’ya ve sayısız geçici odayı belgesiz dolaştıktan sonra, 1942’de New York’a ulaşan Hannah Arendt, İnsanlık Durumu’nda, eylemle ilgili bölümün sonunda, politik dostluğun fenomenolojik boyutunu tarif ederken, tıpkı Blanchot gibi, mesafeyi almaz mı odağına? Alman halkının büyük kısmının desteğini alan Hitler’in iktidara gelmesi kötü ama politik bir sonuçtur. Bu saatten sonra “göç” kişisel bir alınyazısı demektir ve mesele düşmanların değil, dostların ne yaptıklarıdır. Gleichschaltung (hizaya getirme) dalgasında kişinin etrafında tabiri caizse bir boşluk oluş-turul-ur. Arendt, “Entelektüel bir çevrede yaşıyordum ama başka insanları da tanıyordum. Ve entelektüeller arasında, deyim yerindeyse, Gleichschaltung kuraldı. Ama diğerleri arasında değildi… Karısını ya da çocuğunu korumak için hizaya girenleri asla suçlamadık. En kötüsü, bazılarının Nazizm’e gerçekten inanmalarıydı”[1] diyecektir. “Kabilenin” kaçabilen neredeyse tek üyeleri kocası ve kendisidir. Walter Benjamin ölmüştür, Fritz Fränkel’den haber yoktur, Chanan Klenbort ve Erich Cohn-Bendit, Montauban’da mahsur kalmıştır, Anne Weil ve kız kardeşi hâlâ saklanmaktadır. Böyle bir ortama rağmen “kabilenin” geri kalan kısmıyla, yani vatan ve politik aile yetimleriyle örülmüş bağların özellikle güçlü olduğu anlaşılır; aralıksız yapılan yolculuklar sırasında geçiş noktaları mekânlar değil, dostlar, dostluklardır. Arendt, nerede olurlarsa olsunlar mektuplar aracılığıyla hep onlara geri döner. 1926’da, yirmi yaşındayken başlayan ve Arendt’in “göçleri” nedeniyle sık sık kesintiye uğrasa da devam eden Karl Jaspers’le olan mektuplaşmaları, arkadaşlığın, Jaspers kadar onun için de zaman, mekân, dil, kültür fark etmeksizin buluştukları ve birbirlerini gerçekten dinledikleri bir alan olduğunun göstergesidir: “Başkalarıyla birlikte düşünebildiğim için kendimle de konuşabiliyorum, yani düşünebiliyorum.” Bu mektuplar, dostluğun “coğrafi mesafelere” direnen boyutuna verilecek en güzel örneklerden oluşur; Arkadaşlık Üzerine’de Fatmagül Berktay’ın “Bir Kere Bile Selamlaşmamışların Dostluğu: Hannah Arendt-Simone Weil” yazısıyla düşündükleriyse, hayatlarında hiçbir zaman karşılaşmayan, hiç tanışmayan, sohbet etmeyenlerin “benzemezlikleri” ya da az çok benzerlikleriyle “açılan mesafenin” izinde sürdürülen dostluğun diğer boyutudur.

Sırtımızı yine Arendt’e dayayıp kaba taslak ifade edersek; bu, dünyanın uzamının aramıza koyduğu uzaklık üzerinden kurulan kişiye yönelik ilgidir ve bu ilgi hayranlık duyabileceğimiz niteliklere ya da saygı uyandıracak eserlere bağlı değildir. Diyalog ve ortak eylemin bir nesnesi olarak dünya, insan ilişkileri ağı, aktörler arasında bir mesafe yaratır. Bu mesafe, insanlar ortak dünyalarında birlikte hareket ettiklerinde ayrımları da ortaya çıkarır. Her bireyde tüm insanlığı ya da belirli bir insan tipini tanıyabileceğimiz benzerliklere, bu benzerliklerden kaynaklanan ortak ihtiyaç ve çıkarlara rağmen dünyaya kendi özgün bakış açısıyla müdahale eden kişi, kendine özgü bir kimlik kazanır. Fatmagül Berktay’ın yardımıyla açarsak:

… Hannah Arendt ve Simon Weil… Gene de ‘ortak dünyaya’ bazen çok benzer, bazen de çok farklı biçimde bakan ve onun için kaygılanan iki dost ve gerçek bir topluluğun üyesi olduklarını söylemek mümkün. Gerçek topluluk, önceden verilmiş aynılıkların (ırk, din, cinsiyet, milliyet, vb.) kendiliğinden oluşturduğu ‘doğal bir birlik’ değil, dostluğun –farklılıklara rağmen ve onlar sayesinde– yol açtığı, başardığı bir şeydir. Dostluk, varlıkları ne olduklarına değil, neyi paylaştıklarına bağlı olan insanlar arasındaki mesafeye ve ayrılığa saygı gösterdiği için dünyasaldır ve şairin dediği gibi, önemli olan dostların birbirlerine ne kadar yakın oldukları, ne sıklıkta ‘selamlaştıkları’ değil, ortak amaçlara sahip olup onlar için mücadele edip etmedikleridir. (s. 36-37)

Feryal Saygılıgil

Hem Berktay’ı hem Arendt’i haklı çıkaracak başka bir örnek, ‘68 olayları sırasında Sorbonne’un avlusunda –bir kez hariç– Michel Foucault’yu hayatında hiç görmemiş, onunla konuşmamış olan, yine Maurice Blanchot’nun yazdığı Hayalimdeki Michel Foucault adlı metnidir ve hiç tanışılmayan biriyle kurulan hayalî yakınlıkta daha fazla nesnellik, daha fazla gerçeklik bulabileceğimizden hareketle, dosttan çok dostluğun anlamına yoğunlaşır. Dostluk, birbirimizi görmediğimizde, tanışmadığımızda ve konuşmadığımızda bile devam eden, sonsuz bir diyalogdur.

Kendisine “okullardan daha iyi yetişmiş olağanüstü arkadaşlar” verdiği için Tanrı’ya şükreden Max Jacob gibi, o meşhur Montaigne ile Etienne de La Boétie dostluk-aşkına değinmeden olmaz; ki Arkadaşlık Üzerine’de, Tülin Ural’ın “Arkadaşlığın Faydası” yazısı, kitabı ilk gördüğümde zihnimden geçirdiğim dostluk örneklerinden biri olduğu için bana da, “Hah işte!” dedirtti. Modernliğin yeni bir arkadaşlık biçimini nasıl tetiklediğini küçük tarihsel duraklarıyla serimleyen Ural, şu sorularla Montaigne ile Etienne de La Boétie’nin arkadaşlığına geliyor:

… bireyselleşme ile beraber, yani modernlik oluşurken, saf arkadaşlığa ne olmuştur aslında? Hesaptan arınmış, sadece kendi için anlam bulan arkadaşlık ya da hakiki bir dayanışma bağına dayandığı için kuvvetli olan yoldaşlık sönüp girmiş midir? Geçmişin tüm ömür boyu süren bağlarının yerini alan, çabukça kurulan ve hızlıca yıkılabilen, sıklıkla değişen bu yeni bağa ‘arkadaşlık’ diyebilir miyiz gerçekten? Yoksa insanlar aileden uzaklaşıp kendi benliklerini inşa ettikçe, zaten geniş ya da çekirdek aile gibi bilinen formlar dönüşürken ve hatta gerilerken, daha da güçlenmiş midir arkadaşlık fikri? Ve dahi hakiki bir bağın ancak özerk iki birey arasında var olabileceğini kabul edersek, arkadaşlığın ancak modernlik koşullarında mümkün olabileceğini söyleyebilir miyiz? (s. 194)

“Böyle bir şans üç yüz yılda bir zor yakalanır” diye ifade eder Montaigne, La Boétie’yle ilişkisini; aşka özgü olabilecek sihirli bir tesadüfe dayanır, rekabetten arınmıştır, baba-oğul ve kardeşler arasındaki zorunlu bağdan ve aşktaki tensel yakınlıktan ayrışır. Ama aşktaki gibi sebepsiz bir sevgidir. Montaigne’in ağzından: “Bu dostluğun, kendinden başka hiçbir ideal modeli olmadığı gibi, kendinden başka başvuracak yeri de yoktur.” İki ruh derinden kaynaşmış, derin bir sevgiyle birbirine tutulmuştur; La Boétie’ye ait olan Montaigne’e aittir ve dostunu neden sevdiğini sorduklarında, “Çünkü o oydu, çünkü ben bendim” diye karşılık verir.

Demek ki beden ve ruh ayrımında oyunu ruhtan yana koyan ve ruhu çıkarların dünyasından ayrıştıran bir yerden konuşmaktadır Montaigne. Tam da arkadaşlığın modern çağda anlaşıldığı haline, her zaman böyle yaşanmasa dahi böyle idealleştirilmiş haline (ve bu nedenle de arkadaşlığın modern çağdaki başka tanımlarından, yani birlikte eğlenmekten ya da çıkar birliğinden ayrılan haline) götürür bizi. (s. 195)

Ama bu ayrım da tartışılır. Montaigne, dostluk yolunda, modern dünyada kendimizi kaybolmuş hissetmememiz için gereken araçları, manevi eğitimimizle kullanabileceğimiz dayanakları işaret etse de, bu durum herkes için aynı koşullar, berraklık ve irade gücü içinde şekillenmeyebilir:

Duygusal uyum ve paylaşıma dayanan ‘modern’ saf arkadaşlık ile bunu bulandırdığını düşündüğümüz hesapçılık arasında bir karşıtlık kurduğumuzda, duyguları ve samimi ilişkileri hesaptan tamamen arınmış bir alan sayma (dolayısıyla da hesabı da sadece maddi ödüllere indirgeme) gibi bir varsayımdan hareket ediyoruz demektir… Esasen duygusal yaşantımızda da (maddi ve maddi olmayan) ödüller ve faydalardan maliyetler çıkaran, bunlara göre farklı ilişkileri kıyaslayan, duygusal yatırımları planlayan, demek ki pekala hesaplar yapıp duran, adeta iktisadi bir makine geride işliyor olabilir. (s. 196)

Ne fena! İyisi mi, biz Montaigne ile La Boétie’nin dostluğu bahsini, Gérard Defaux’nun, Montaigne et le travail de l’amitié. Du lit de mort d’Etienne de La Boétie aux Essais de 1595 adlı kitabında geçen bir sahne ve Montaigne’in gözündeki ulvi haliyle bitirelim: 18 Ağustos 1563’te, ölüm döşeğinde acılar içinde kıvranan Etienne de La Boétie anlaşılmaz sözler söylemektedir. Son bir güç bulup yatağında döndüğü bir ara, başucunda bekleyen Montaigne, La Boétie’nin ağzından, bir duayı hatırlamış gibi: “Dostum, dostum, bana bir yer vermiyor musun?” sözlerini işitir. Metin, Montaigne’in görünüşte hiçbir anlam ifade etmeyen bu son sözlerin niyetini hayatı boyunca çözmeye çalışmasının öyküsünü anlatır. Montaigne kendisini rahatsız eden bu sahneye sürekli geri döner, üzerinde düşünür ve mekân neresi olursa olsun, zihninde evirip çevirir. Neredeyse kendini dostunun öldüğü gün doğmuş biri sayar.

Arkadaşlık Üzerine, özünde yalnızlık olduğu için belki, çok şey düşündürüyor insana; unuttuklarınız, sizi unutanlar, küs olduklarınız, kırdıklarınız, sizi kıranlar, uzak durduklarınız, uzaklaştırdıklarınız… Dostlukların Son Günü’yle başlamıştık, Selim İleri’nin ilk kitabından başlayarak bir yazarın yayın dünyasında ayakta kalma çabasını, uğradığı haksızlıkları, vefasızlıkları, unutuluşu, hiç beklemediklerinden gördüğü desteği ya da engeli, hatta ister sırtını dönen ister bağrına basan okuru içine aldığı için, kitabın sonuna Rüzgârla Gitti başlığıyla eklediği kısmın da ironik bir biçimde dostluğun metaforuna hizmet ettiğini ekleyelim.[2]

 

NOTLAR

[1] Hannah Arendt, 28 Ekim 1964’te, Humanité et Terreur başlığıyla Payot Yayınları’ndan çıkan, ayrıca Batı Almanya televizyonunda yayınlanan, gazeteci Günter Gaus’la söyleşisinde bu bağların nasıl aşka evrildiğini, bu “parya halkların sıcaklığı”nı yalnızca dünya tarafından tümüyle dışlanmış olanların deneyimleyebileceğini anlatır: “Hayatım boyunca bir halkı ya da, ister Alman, ister Fransız, ister Amerikalı, ister işçi sınıfı olsun, sevmedim. Sadece arkadaşlarımı seviyorum ve bildiğim tek sevgi türü bu… Adına aşk diyebileceğimiz doğrudan kişisel ilişki, elbette her şeyden önce gerçek aşkta mevcuttur ve bir dereceye kadar arkadaşlıkta da var olabilir. Bu tür ilişkilerde, dünyayla ilişkisi ne olursa olsun, bir kişiye doğrudan hitap edilir.” (s. 28)

[2] Yazıyı fazla uzatmayı göze alabilseydim, Arendt’in, 1930’da, henüz 23 yaşındayken yazdığı, 1771-1833 yılları arasında yaşasa da “en iyi arkadaşım” diye nitelendirdiği, Rahel Varnhagen: La vie d’une juive allemande à l’époque du romantisme adlı eserden bahsetmeyi çok isterdim. Ve yine bir dostun ölümü üzerine kaleme alınmış, Daniel Bourrion’un Le Pays dont tu as marché la terre adlı eserinden.

 

KİTAPLAR

  • Arkadaşlık Üzerine, haz. Feryal Saygılıgil, Sanat Kritik Yayınları, İstanbul, 2025
  • Dostlukların Son Günü, Selim İleri, Everest Yayınları, İstanbul, 2019
  • Hayalimdeki Michel Foucault, Maurice Blanchot, çev. Ayşe Meral, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2005
  • Montaigne et le travail de l’amitié. Du lit de mort d’Etienne de La Boétie aux Essais de 1595, Gérard Defaux, Paradigme Yayınları
Yazarın Tüm Yazıları
  • Arkadaşlık Üzerine
  • Feryal Saygılıgil

Önceki Yazı

DENEME

Gerçeküstücülük Neden Önemlidir?

“Polizzotti, sürrealizmin sanat tarihi açısından değerini ve üretimini anlatmaktan ziyade 21. yüzyılın politik, ekonomik, cinsel açmazlarıyla boğuşan insanlara hâlâ yeni bir şeyler söyleyebilmesi ihtimaline bakıyor...”

EZGİ ALKAN

Sonraki Yazı

EVVEL ZAMAN

32 kısım tekmili birden:

Kin, nefret, ihtiras…

KKTC Cumhurbaşkanı seçilen Tufan Erhürman’ın, yeni baskısı İthaki yayınları tarafından bu yaz aylarında yapılmış Mehmet Yaşın’ın Sarı Kehribar adlı romanının ilk basımı için 2014 yılında kaleme aldığı yazıyı yayımlıyoruz. 

TUFAN ERHÜRMAN
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist