Nurhan Avcı ile Jan Švankmajer’e dair:
Siyahın Sonsuz Yolculuğu
“Švankmajer sineması, günümüz endüstriyel dünyasında ve yapay zekâ ile gerçeklik algısının iyice kaygan bir zemine oturduğu tam da bu zamanlarda, analog bir sinema diliyle bu kesişimleri gerçekleştiriyor.”
Jan Švankmajer, Unnatural Histories sergisinden, 2023.
Sinema, resim, sürrealizm, nesne ilişkileri, duyular ve imajlar zihnimizi daima sonsuz bir iştahla kuşatan, besleyip tetikleyen kaynaklar olmuştur. Bu yüzden Nurhan Avcı’nın Siyahın Sonsuz Yolculuğu: Jan Švankmajer Filmlerinin Çoklu Anlatımı adlı kitabını büyük bir heyecanla okudum. Kitap, sanatçının 2016’da Altınbaş Üniversitesi Plastik Sanatlar Bölümü’nde tamamladığı yüksek lisans tezine dayanıyor. Švankmajer sinemada nesnelerin ve malzemenin belleğini araştıran; çamuru, kuklayı, taşı, maskeyi canlandırarak onları bilinçdışının temsilcilerine dönüştüren bir usta. Stop-motion tekniğini varoluşun yeniden kurgulanabileceği bir araç olarak kullanıyor. Gerçekle hayalin, rüya ile politik olanın birbirine karıştığı bu filmler günümüzün yapay ve dijital imaj dünyasında neredeyse etik bir direniş niteliğinde.
Nurhan Avcı’nın çalışması bu özgün sinema dilini “çoklu anlatım” olanakları etrafında inceliyor ve Švankmajer’in dünyasına disiplinlerarası, dokunsal bir duyarlıkla yaklaşarak önemli bir okuma önerisi sunuyor.
Kitabın “Sonuç” bölümde şöyle bir pasaj var:
Günümüzde saniyede milyonlarca yazılı ve görsel bilgi akışının içinden ‘etki’yi normatifleşmiş olarak akarken izlemek, Foucault Sarkacı’nı izleyip ömür boyu hipnoz altında yaşamanın korkunç bir film olma olasılığının da mevcudiyet fikri, kuşkusuz tüyler ürperticidir. Bu ürpertinin üstesinden gelebilmek için sürreel sinemanın, daha doğrusu sürreel oluşumun geçmişten miras getirdikleriyle şimdinin ruhunun ortaya koyacağı formlara ihtiyacı olduğu çok açık. Sürrealizmin yazınla doğup etki alanının sinema ve plastik sanatlarda çok daha belirgin olarak varlık kazanması, bu iki alanı birbirine bağlayan, birbirlerinin içine girmesini sağlayan, kuşkusuz geçmişteki biraradalık ruhu ve zamanın kendi tinidir.
Avcı
Günümüzde insanın görüntülerle hipnoz edilmesi döngüsünü kırmak; yaşamla, imgeyle, politik olanla bağımızı yeniden kurmak bağlamında duyusal, dokunsal, plastik sanatla entegre olanın önemine vurgu yapan bu pasaj sanatsal ve politik bir çağrı niteliğinde. Yazar bu çalışmasında izlediği yöntemin ve bir araya getirip uyarladığı teorik çerçevelerin plastik değerlerin kullanımı açısından Germaine Dulac, Man Ray, Jean Cocteau, Mara Deren, Tim Burton, Peter Greenaway, Brothers Quay, Marcel Duchamp, Henri Chomette, René Clair, Jiří Trnka gibi yönetmen ve deneyselcileri okurken de işlevsel olacağını söylüyor.
Kitabı okurken, Švankmajer filmlerini seyretmek/yeniden seyretmek gerek. Bunu yaptığım şu son günlerde aklımda beliren soruları hem kendim hem sanat ve sinema ilgilileri için yönelttim Nurhan Avcı’ya..
Merhaba Sevgili Nurhan, sizi bu yoğun ve katmanlı çalışmanızdan dolayı kutlarım. Elimizde bu denli çok malzeme olunca insan konuyu nereden nereye doğru örmesi gerektiğine karar vermekte zorlanıyor ama şöyle bir yerden başlayalım: Švankmajer filmleri, sinema ve plastik sanatların kesişimleri bağlamında nasıl konumlandırılabilir? Bir inceleme konusu olarak ilginizi çekmesinin nedenleri nelerdi?
Švankmajer sineması, günümüz endüstriyel dünyasında ve yapay zekâ ile gerçeklik algısının iyice kaygan bir zemine oturduğu, rasyonel ve irrasyonelin belirsizleştiği tam da bu zamanlarda, analog bir sinema diliyle bu kesişimleri gerçekleştiriyor. İlgimi çeken bu aradalığın, bulanık zeminin üzerine kurulu gizli özneye işaret eden nesneler dünyası oldu. Aslında film dilinin kaotik bir anlatımı da var. Buna disiplinlerarası demekten çekindiğim için çoklu anlatım dedim. Çünkü onun filmlerini kavrama indirgemek beni huzursuz edecekti ve retoriğe sadık kalmak istedim. Roland Barthes’in Camera Lucida’da fotoğrafa atfettiği özelliklerden biri olan “punctum” kavramıyla özetlersem, “ruhumu delip geçen bir töz hissettim”.
Çocukluk yıllarımda çamurdan yaptığım heykelcikleri ve elime geçen malzemelerle yaptığım asamblajlarla kendime küçük dünyalar inşa ettiğimi hatırlıyorum. TRT’nin karıncalı ekranında ilk filmlerimi seyrettim. Görüntü yoktu, ekran yoğun bir cızırtıdan ve piksellerden oluşuyordu; o ekrana bakarak filmler hayal ediyordum, görsel dünyam sanırım o dönemde gelişti. Lise yıllarından itibaren sanat eğitimi aldım ve plastikle olan ilişkim iyice pekişti. İçimde doğuştan gelen bir huzursuzluk hali, bir konumlanamama durumu vardı. Sürrealizmle ilk tanışmam 2001 yılında René Passeron kitabıyla oldu. Akabinde bir dostumun bana izlettiği, hemen hemen herkesin aşina olduğu Dimensions of Dialogue’daki çamurdan yapılmış çiftin kuramadığı diyalogla birbirlerini yok etmeleri beni çok etkiledi ve bu bileşenler beni aslında Švankmajer filmlerini incelemeye götürdü. O anda işte tüm duyularım harekete geçti ve hikâye böyle başladı.
Švankmajer de sahne sanatları eğitimi almış; aynı zamanda eşi Eva Svankmajerova seramik sanatçısı ve ressam olarak filmlerde emeği olan bir sanatçı. Bu iki gücün birleşmesidir bana kalırsa Švankmajer sineması; plastiğin dokunsal olanla kurduğu ilişki, aynı zamanda hareket olgusunun kesiştiği koca bir evren.
Švankmajer sürrealizmi nasıl kullanıyor? Sürrealizme özgün katkıları var mı? Gerçeküstücülük günümüzün sanatında nasıl bir yol izliyor? Sizin resimleriniz, tekniğiniz bağlamında önemi nedir?
Sürreel sinema denilince genelde akla ilk gelen Luis Buñuel’in Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği) filmidir. Bu film göz sinemasının değil, aslında zihin sinemasının yolunu açan filmlerden biri. Bunu filmdeki referanslardan anlayabiliyoruz. İşte bu noktada Švankmajer sineması da bir zihin sineması, aynı zamanda duyu sinemasıdır. Filmlerini seyrederken tadını alabiliyor, koklayabiliyor ve dokunabiliyorsunuz. O sürreel sinemaya çamur ve stop-motion tekniğini kazandırmış avangard bir sanatçı olmanın yanında, geleneksel yöntemleri de oldukça iyi harmanlayan, kolaj tekniğini sinemaya başarıyla uyarlamış biridir. Özellikle 1974’te dokunma ve görme ilişkisi üzerine deneyler yapmıştır, dokunsal objeler üretmiştir ve bunu sinemasına eklemlemeyi başarmıştır.
Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde bu oluşumu hâlâ geleneksel, muhafazakâr bir şekilde devam ettiren gruplar var. Özellikle takip ettiğim Çekya grubunun Analogon dergisi var. Sürrealizm öğeleri çağdaş sanatta sıkça karşımıza pop sürrealizm olarak çıkmakta; günümüz sinemasında da etkileri yadsınamaz. Aklıma gelen Coldplay klipleri mesela, oldukça fazla referans barındırıyor. Resimde Dilka ve Ray Caesar örneğin.
Petrol ziftiyle stor perdeye çalıştığım bir seri var. Petrol, milyonlarca yıl boyunca denizlerdeki küçük canlıların, örneğin plankton ve alglerin birikerek tortul kayaçların altına gömülmesi ve zamanla kimyasal ve fiziksel süreçler sonucu dönüşmesiyle oluşuyor, biliyorsunuz. Bu dönüşüm süreci, fosillerden oluşan bu döngünün animist yanı beni çok etkiledi. Ziftin çeşitli karışımlarla oluşturulan sepya rengi de birçok ara ton elde etmemi sağladı. Aslında beni bu sürece sürükleyen, bir dönem gördüğüm kâbuslar oldu. Tekrar eden imge ve motifler bu meselenin üzerine gitmemi, korkularımı resmetmemi sağladı. Sürrealizmle teorik olarak ilk kez 2001 yılında, René Passeron kitabıyla tanışmıştım. Ve kendimi yakın hissettiğim bir hareket oldu diyebilirim, ve hâlâ üzerinde çalıştığım deneysel bir alan.
1960’ların ortasından neredeyse günümüze kadar kısa ve uzun metrajlı filmler üretmiş bir yönetmenin filmlerinde “çoklu anlatım” konusunu inceliyorsunuz ve nesneler incelemenizde merkezî bir konumda. Sinemada ya da plastik sanatlarda nesnelerin anlamını, yükünü incelemek nasıl bir çalışma gerektiriyor? Marksizmden, psikanalizden, nesne ilişkileri gibi yaklaşımlardan bakıldığında, nesneler bize yaşam koşullarımız ve kendimiz hakkında nasıl bir farkındalık yaratma gücüne sahip?
Karşılaştırmalı bir araştırmanın öncesinde, kişisel belleğimizde varolan kollektif bilinçle elde ettiğimiz verileri önemseyerek katmanlı bir yol izlemek gerekir. Nesne ilişkilerimizi arkaik düzlemde düşündüğümüzde, müthiş bir bellek ve titreşim gücüne sahipler. Nesneleri tasvir aracı olarak kullanmayıp ezoterik yönden kendi hafızalarıyla ele aldığımızda, kozmosa ve sanatın her alanına derinlik kattığı apaçık. Bu bağlamda nesneyi özneden bağımsız ele almak mümkün görünmüyor.
Bu çalışmayı yaparken sizdeki etkisi daha güçlü olan filmler, sahneler hangileriydi? Felsefi ve teknik anlamda onları etkili yapan nedir?
O kadar çok ki… Örneğin; Little Otik filminde Bozena’nın ağaç kökünü sahiplenip onu bebeği gibi emzirdiği, bebek arabasıyla sokakta gezdirdiği sahne oldukça etkilidir. Eşi Karel’in bu durumu kabullenişi ve bir gerçeklik inşa etmeleri sonucu buluntu bir nesnenin dönüşümü, psikanalitik açıdan bir açığı doyurması müthiş bir kurgu. Guntrip, içsel nesneler dünyasının yaşamdaki tüm deneyimlerimizin saklandığı ruhlar olduğunu söyler. Bu bağlamda, evin bahçesindeki bir ağacın kökünün hafızası animistik-infantil düzleminde okunurken, Bozena’nın ve Karel’in köklenme dürtülerini de açığa çıkarır. Kozmik bir bütünleşme olasılığı söz konusuyken, Bozena’nın bebeği yani ağaç kökü, dindirilemez bir açlıkla doyumsuz bir yaratığa dönüşür.
Mesela Conspirators of Pleasure filmindeki Pivoine’nin şemsiyeden yaptığı kanatlarla uçmaya çabalaması, Magritte’in Hegel’s Holiday resminin farklı bir anlatım biçimidir. Magritte’te su “düşünce”, şemsiye “varlık” göstergeleriyken, Hegel’e bir gönderme yapar. Švankmajer’de ise fallus’u imleyen kanatlara dönüşür. Lautreamont’un, “bir dikiş makinesiyle şemsiyenin aynı masada tesadüfen karşılaşması kadar güzel” sözlerinden ilham alan bu sahne ancak Sürrealizmin kendisi olabilir.
Çocukluk, yönetmenin özellikle irdelediği, yıkıp yıkıp yeniden kurduğu bir izlek. Söz konusu etkilerin, imgelemin ve nesne dünyasının çocuklukla bağını kurarken Švankmajer sineması bize ne söylüyor?
Faust filminde kullanılan iki kukla.
Çocukluk Švankmajer’in çok fazla önemsediği bir meseledir. İştahsız bir çocukluk geçmişinin öcünü alır gibi, filmlerinde oral dönem izlekleri yoğun bir şekilde yer almaktadır. İlk nesneden (meme) yoksun beden, çeşitli nesneler üzerinden bu açlığı doyurmaya çalıştığında kusma eyleminin gerçekleştiğine tanık oluruz. Gelişim evrelerini psikanalitik boyutla ele alır. Sürekli bir tüketim söz konusudur. Kendisinin de söylediği gibi, obsesyonlardan beslenir. Bunların bereketli, yaratıcı bir unsur olduğunu söyler.
Yönetmenin, kuklaları, cansız nesneleri canlandırmak üzere stop-motion kullanmak, oyuncularla çekilen sahneleri animasyonla birleştirmek, nesneleri karakter gibi kullanmak, kolajlar yapmak gibi daha pek çok kendine özgü tekniği var. Beni en çok çarpansa, heykel çamurunun, boyanın, üç boyutlu sanat materyalinin animasyonla hareket ettirilmesi; filmin içinde sanat yapıtlarının anlam değiştirerek, farklı mesajları yüklenip bırakıp yenilerini yüklenerek ilerlemesi. Filmlerdeki bu tarz sekanslar, güzel sanatlar alanı tarafından nasıl değerlendirilmiş? Mesela bunu ekolojik sanatın bir çeşidi olarak yorumlayan var mı, ya da yorumlanabilir mi?
Teşekkürler, güzel bir soru. Güzel sanatların tüm dallarının incelikle işlendiği Švankmajer filmlerinde ciddi bir resim okuması var. Her form-biçim birbiriyle entegreyken bir o kadar da ayrıksıdır. Malzemenin boyutlandırılmasından tutun, simyaya kadar varan bir yapı mevcut. Kristoffer Noheden, Švankmajer filmleriyle ilgili bir makalesinde Timothy Morton’un “karanlık ekoloji” kavramından bahseder. Švankmajer filmlerinin de bu bağlamda bu kavramı çağrıştırdığını ileri sürer. Antroposen çağın tam da kendisi olan onun bu kaotik anlatım dili ve nesnelerin sürekli değişimi ve yeni anlamlara ve kimliklere bürünmesi, evrende yığılması açısından bir eleştiri okuması yapılabilir.
Alice (1988), Faust (1994) gibi filmlerde stop-motion ile oyunculu çekimler bir arada. Alice bir uyarlama, Faust ise Goethe ve Marlowe’un Faust adlı yapıtlarından yola çıkılarak çekilmiş daha farklı bir uyarlama tarzını yansıtıyor. Romanlarla Švankmajer’in uyarlamaları arasında karşılıklı bir okuma yaptıysanız, yönetmenin edebiyat uyarlaması meselesindeki özgünlüğünü neler belirliyor? Böyle bir okuma yapmadıysanız, Alice’te çocukluk, büyüme; Faust’ta ahlak, kibir, düşüş, ruhunu şeytana satma temalarını nasıl anlatıyor?
Evet, her iki eseri de tekrar kapsamlı okudum araştırma esnasında; diyebilirim ki, Švankmajer’in Faust’u soğuk savaş sonrası Avrupa’sına uygun bir biçimde güncel olarak anlatılmaktadır. Kafka’vari bir atmosferde geleneksel Çek motiflerinin hâkim olduğu bir anlatımdır. Golem, Yahudi folklorunda kilden yaratılmış, ruhu olmayan bir varlıktır. Simya ve olağanüstü çılgın gerçeküstücü karanlık bir atmosferde geçen filmde gördüğümüz golem bir otomata benzer. Alice yine aynı şekilde Çek halk hikâye motifleriyle bezenmiş, 1989 öncesi Çekoslovakya dönemi politikalarının bir eleştirisidir. Alice mürekkep içerek büyür veya küçülür; müthiş bir imgelemdir bu.
Švankmajer filmlerinde sahne, dekor, kukla ve protez kullanımı gibi unsurlar onları tiyatroyla da bağlantılı hale getiriyor, değil mi? Bu türler ve sanatlar-arasılığı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eski Çekoslovakya kukla tiyatrosu geleneğinin çok köklü olduğu bir yer. Kuklayı aslında politik yanı çok güçlü olan bir imge olarak düşündüğümüzde, bir oynatıcıya ihtiyacı var ve oynatan kişinin elleri olmadan varlık gösteremez. Filmlerde ellerin yerini stop-motion tekniğinin alması önemli bir metafor.
Edgar Allan Poe, Karel Čapek, Kafka, Goethe, Marlowe, Lewis Carroll, Marquis de Sade ve dahası… Švankmajer’in derin bir edebiyat birikimi var. Yönetmenin entelektüel donanımı hakkında neler bilmeliyiz bu filmleri yakın-okumaya tabi tutmak için?
Kesinlikle en çok edebiyattan ve tiyatrodan beslendiğini biliyoruz. Filmlerinde bununla ilgili bolca referans var. Bu saydığınız yazarları okumak yeterli olacaktır. Özellikle Goethe’nin Faust’u, Lewis Caroll’ın Alice’i; bunlar Batının kült olmuş eserleri. Švankmajer kukla tiyatrosuyla bu eserleri Çek anlatılarına dönüştürür ve 1989 öncesi siyasi hareketlerin eleştirisi haline getirir. Aynı zamanda edebiyat kuramcısı Vratislav Effenberger ile 1969 yılında tanışıyor ve onunla olan ilişkisinin de üretimlerine önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Sürrealizm, bildiğimiz üzere otomatik yazım ile başlamıştır; otomatizm Švankmajer filmlerin temelini oluşturmaktadır. Bu bağlamda tüm sürrealist literatüre hâkim olduğunu görmekteyiz. Lunacy filminde kendisi özellikle Poe ve Sade’e olan hayranlığını belirten bir sekansta bunu dile getiriyor.
Beden parçaları, aşırı gerçekçi ve rahatsız edici sesler, kuklalar, gotik ya da grotesk unsurlar… Švankmajer bütün bunlarla felsefi ya da politik olarak nasıl bir çatışmayı derinleştiriyor, neyi eleştiriyor?
Ontolojik açıdan her dönem içsel çatışmalarının dindirilemez bir döngüde olduğunu görürüz. 1934 yılından itibaren gördüğü rejimler onun ilk dönem filmlerini şekillendirir. Son dönem filmleri daha içe dönüktür. Filmleri yasaklanmış bir yönetmen olarak ona rağmen üretmeye devam etmiştir. 1968 yılında ülkeyi terk eder, sonrasında geri döner; yoğun bir mücadele verdiği aşikâr. Mesela son filmi Böcek’in takipçileri tarafından bütçelendiğini biliyoruz. Filmleri endüstriyel çağa karşı müthiş bir direnç gösterir, aynı zamanda güncelliğini imgesel olarak da korumaktadır. The Death of Stalinism in Bohemia filmi örneğin; oldukça sert bir filmdir. Bu film ajitatif propaganda özelliklerine sahiptir. The Garden, keza yine politik yanı güçlü bir filmdir.
1991.
Genç sinema izleyicileri ve sanatçı adayları Švankmajer seyretmeye hangi filmlerden başlamalı? Yönetmenden öğrenilecek teknikler, anlatım yöntemleri bağlamında önerileriniz neler?
Alice ve Faust olabilir, aşina olduklarını düşündüğüm. Švankmajer sinemasında “Paranoyak Eleştirel Yöntem”, bilinçli durumdaki zihin tarafından esir alınmış nesneye bağımsızlığını kazandırmak ve onu animistik-infantil bir hezeyanla dönüştürerek fetişleştirmek işlevine sahiptir. Bu bakış açısıyla bir okuma yapılabilir.
Švankmajer sinemasını; Oneirism, Deneysel Sürrealizm, İrrasyonalite, Fantezi, Daydream, Paranoyak Eleştirel Yöntem, Freudian Psikanaliz, Marvellous, Ajit Propoganda, Kara Mizah, Absürdite, Rüya Sembolizmi, Sürrealist Animasyon, Fantastik Gerçeklik, Erotizm başlıklarıyla daha geniş bir düzlemde okuyabilirler.
Comte de Lautréamont adıyla da bilinen Isidore Lucien Ducasse’nin, Türkçeye Maldoror’un Şarkıları olarak çevrilen yapıtını okuyabilirler. Politik açıdan da Çekoslovakya tarihini gözden geçirmelerini öneririm.
Bizi pek çok açıdan sıradışı içeriklere, anlatım yöntemlerine sahip bir yönetmenin dünyasına böylesine derinlikli bir şekilde dahil eden kitabınız ve bu zihin açıcı yanıtlarınız için teşekkürler...