Gece’nin derinliklerinde ne var?
“Bilge Karasu’nun edebiyat kanonumuzda müstesna bir konumu kendi özgün yazarlık maharetiyle elde ettiği genel bir kabuldür. Ancak Karasu Gece romanındaki performansıyla kendi yazarlık çizgisini de aşan, yazının, yazarlığın ve yazma ediminin sınırlarını zorlayan bir başka konum elde etmiştir...”
Bilge Karasu ve kedisi Bibik. Fotoğraf: Şahin Kaygun
Jacques Derrida, Yazı ve Fark’ın hemen başında “Güç ve Anlamlama” başlıklı yazısında Flaubert’ten bir alıntı kullanır: “… sanatta çizgilerin düzlüğünden ve yüzeylerin pürüzsüzlüğünden başka bir şey daha var. Üslubun yoğrulabilir biçimi fikrin bütünü kadar geniş değil… Elimizde çok fazla şey var, yeterince biçim yok.”[1] Bilge Karasu’nun sıradışılığıyla kendi yazınsal daimon’unun da dışına taşan romanı Gece’de, Flaubert’in yakındığı şeye benzer bir yazarlık sıkıntısı taşıdığını düşündüren belirtiler var. Karasu da zihninde çağıldayarak akıp giden, kımıl kımıl düş-ünüş-ünün belli bir yazı, biçim, üslup ve sözcelemle temsil edilemeyeceğini, bir biçimde belirli bir zamanın, formun bir göstergesine indirgenemeyeceğini, belli bir gösteren-gösterilen şablonuna dahil edilemeyeceğini düşünüyor olmalı: “Şimdilik, sanırım hiç kimse, dünyanın her türlü hissinin dışında, ötesinde yaşadığımı sezmedi daha.” (Gece, s. 213) Bu yüzden onun da metninin biçiminin, fikrinin bütününü yansıtamayacağı korkusunu yaşadığını sezebiliyoruz. Bu yüzden olmalı ki, özellikle Gece’nin yazınsal biçimini, biçimin kendi biçimsel metamorfozunu gerçekleştireceği bir esneklikle kurmaya çalışıyor ki, ortaya çıkacak olan bu biçim, anlamlandırmanın üretken dinamizmiyle uyumlu olabilsin.
Karasu’nun yaratmaya çalıştığı yapıda gündelik/dönemsel anlamlarıyla imgelem, duyarlılık, motif, olay-olgu, ima varsa, ki var, bunların hiçbiri, onun logos’unun özüne ait değil. Çünkü sanırım ona göre söz söylemek ile akılla kavrama bir arada var olan bir durum ve yine “akıl ile söz, kavrayış ile söylem” birbirinin içinden çıkan bir edimsellik değil. Dolayısıyla bu durumun ürettiği “fark” hiçbir şekilde tam olarak doldurulamayan bir “boşluk” yaratıyor olmalı. Antik Yunan’da bunların bir olduğu, birbirinin içinden çıktığı algısı yaygındı ve logos da bu anlamlarda kullanılıyordu; bu durumda boşluktan söz edilemezdi ve günümüzde de bu yönde düşünenler için “fark”tan bahsetmek mümkün olmayacağı için “boşluk”tan ve onun üreteceği anlam ağlarından da söz etmek mümkün değil. Fakat Gece’de alışageldiğimiz türde biçim, üslup ve anlamlar ağı görmüyoruz ve bu nedenle söz ile akıl, kavrayış ile söyleme arasında mantıksal bir uzlaşım olduğu ön kabulünün de olmadığını görüyoruz. Ancak bu özgün durum yine de Gece’nin bir roman olduğu, yazarının anlatmayı dert edindiği hikâyesinin olduğu verili durumuna engel oluşturmuyor. Karasu’nun anlatısını ardışık rakamlarla sıralayarak vermeye çalışması, okuruna bu birbirinden bağımsız ve parçalı gibi görünen yapının aslında matematiksel bir kesinliği ve sağlamlığı amaçlayan, üst üste koymayla birbirinin anlamsal uzamını tamamlayacakları bir kurgunun peşinde olduğu fikrini verir. Nitekim anlatının hemen başındaki şu cümlelerin Gece metninin yapısal kurulumu hakkında ipuçları taşıdığını düşünebiliriz:
“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek…” (Gece, s. 17)
Bu ifadeler yazarın okuruna hem hikâyesinin anlamsal seriminin hem de yapısal konstrüksiyonun nasıl oluşacağı hakkında bir işaret verdiği şeklinde yorumlanabilir. Gece metninin kısacık anlatılarla ve ardışık rakamlarla yavaş yavaş gelişimi, alıntıdaki “Gece yavaş yavaş geliyor” ifadesiyle örtüşüyor kabul edilebilir. Birbirinden kopuk, bağımsız gibi görünen ama aslında Karasu’nun icadı diyebileceğimiz bu özgün anlatı yapısının, anlamsal çukurları-boşlukları doldurarak ilerlemesini de, “Çukur yerlere dolmağa başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmağa başlar…” ifadesiyle bağdaşıyor diye yorumlayabiliriz. Bu alışılmışın dışındaki metnin nasıl yapılandırıldığını ima eden ifadelerin, anlatının hemen başına konduğunu düşünmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Zira Karasu da kurduğu bu özgün yapının okur açısından bir zorluk taşıdığı kanaatini taşıyor olmalı ki, bu zorluğu doğrudan değil ama metnin kendi kurulumunun içine yerleştireceği, yine metne içkin nüanslarla aşmaya çalışmış olabilir:
“Uzatıyor, dolaştırıp karıştırıyor muyum lafı?... Geçişin sertliği, çarpıcılığı, istediğim bir şey mi? … her şeyin ardındaki yazar ben miyim, benim bir yaratığım mı, kararlaştırmak gereği var…” (Gece, s. 34)
Üst paragrafta serimlenen tespitlerin doğruluğunu varsayarsak, Gece’nin belirli, statik, uzlaşımsal, muhkem, alışıldık kalıplarla oluşturulmuş, kolayca yakalanan bir özden (içerik-anlam) de özellikle kaçan bir metin olduğunu dile getirebiliriz. Bu yönüyle belirli bir yapıdan da sakınan bir metin ve bu bağlamda verili metinler kıyaslamasına göre düşünürsek; “Gece”nin bir çeşit anti-metin olduğunu da söyleyebiliriz. Sözünü ettiğimiz şey, Akşit Göktürk’ün Gece’nin sunuş yazısının başında dediği türden bir kaygı durumu:
“Gece belirli bir gerçekliğin, tek tanımla saptanabilecek bir insanlık durumunun dile getirdiği bir anlatı değil. Belli bir öykü, kişilikler ya da nedensellik ilkesiyle işleyen bir olay örgüsü sunmuyor bize.”[2]
Yani Göktürk, Gece’nin bildiğimiz anlamda bir yazarın kaleme aldığı belirli bir roman metninden beklenecek olan en doğal görevi karşılamadığını söylüyor. Bu durumda denebilir ki, Karasu bir metin üretici özne “yazar” olarak alışıldık yazarlık türünde bir inisiyatif almaktan kaçındığı gibi, metnin de alışageldiğimiz türde bir inisiyatif almasına karşı çıkmış oluyor. Bunu somutlamak için Gece’nin 101. metnine bakabiliriz:
“Bir gün gelir, sözcüklerin büyüsünden sıyrılmamız gerektiğini anlarız hepimiz. Yüce duyguların, kalıptan çıkmış düşüncelerin büyüsünü işler kılan sözcüklerin büyüsüne kapılmaktan vazgeçmemiz gerektiğini. (…) Biliyorum, yazar demekle pek belirsiz bir şey söylemiş oluyorum. Düşündüğüm, bir çeşit yazar, bir çeşit yazarlık yalnız. Her sözcük kolayca şişirilebilir. Dümdüz, düpedüz söyleyip anlatmanın gizini daha kimse çözemedi. Oysa ‘gece’, şişirilmeden de etkili bir sözcük olabilirdi. İçimizdeki hayvanı ürperten…” (Gece, s. 216, 217)
Karasu’nun sözünü ettiği şey, yazıyı kendi anlamsal tarihinin kalıplarından, şablonlarından, referanslarından kurtarmak ve onu ifade edilmesinden önce gelen hiçbir şeyi “temsil edemeyeceği”, “resmedemeyeceği” ve dilden başka bir kökeni olmadığı bir konuma taşımak. “Sözcüklerin büyüsünden kurtulmak” dediği budur. Yazarı da herhangi bir köken ve özgünlük mitinden uzak, icat etmeyen ama belki tamir eden biri olarak metin üzerinde kurduğu-kuracağı tahakkümden uzaklaştırmak. “Sözcükleri şişirmeyen, düpedüz söyleyen bir çeşit yazarlık” dediği de bu olsa gerek.
Bu yönüyle Gece dilden başka bir kökeni olmayan bir “alıntılar dokusu” gibi işlenmiş, metinlerarasılık boyutu taşıyan bir roman olarak kurgulanmış demek gerekiyor. Gece metninde “alıntılar dokusu” niteliğini besleyen özelliklerden biri de, Akşit Göktürk’ün de işaret ettiği türde birbiriyle ilintisi zayıf, art arda gelişmeyen-gelmeyen olayların anlamsal ve mantıklı bir olaylar zinciriyle kurulmayışı olmalı. Olaylar art arda gelmediği gibi, zaman da art arda değildir. Gilles Deleuze, Kant’ın Eleştirel Felsefesi adlı kitabının “Kantçı Felsefeyi Özetleyebilecek Dört Şiirsel Formül Üzerine” başlıklı yazısında Hamlet’in bir formülünden bahsederek ve onun üzerinden Kant’ın bu zamansal art ardalık algısını nasıl bozduğunu anlatır. Bu betimlemede, Gece’nin anlatımsal işleyişine uygun-benzer özellikleri saptarız. Şöyle der Deleuze:
“Hamlet’in ünlü formülüdür: ‘Zamanın çivisi çıktı.’ Zamanın çivisi çıkmıştır, zaman menteşelerinden kopmuştur. Menteşeler kapının çevresinde döndüğü eksendir. (…) fakat çivisinden çıkmış zaman, hareket-zaman bağıntısının tersine çevrilmesi anlamına gelir. Şimdi zamana tabi olan harekettir. Hareket de dahil olmak üzere her şey değişir. Bir labirentten diğerine geçiyoruz. Bu labirent artık kendisinin karmaşık dolambaçlarını anlaşılır kılacak bir daire veya spiral değildir…”[3]
Gece romanını bu betimleme üzerinden düşünürsek, olayları yönüyle zaman-hareket bağıntısının ve nedensellik ağının kaybolduğu bir metindir diyebiliriz. Ya da başka bir deyişle, alışageldiğimiz türde düz çizgisel zaman-hareket bağıntısını bozduğunu söyleyebiliriz. Yani bir başka benzetmeyle söylersek, Karasu, “tersine-nedensellik” ilkesine göre “şimdi”yi, sadece “geçmiş”in nedensellik zincirinin bir sonucu değil, aynı zamanda “gelecek”in de üreteceği nedenselliğin etkilerine açık olduğu bir durum olarak da tasavvur etmiş olabilir ve belki de bu yüzden metinlerini ardışık sayılarla sıralasa da tarihin düz çizgisel akışına inanmadığı için olaylar arasındaki anlam zincirini bozmuştur. Bu bağlamda “şimdi”, geçmiş ve geleceğin bir kesişim noktası gibi tasavvur edilse de, tümüyle o etkilerin sonucu da değildir; tahmin edilemeyen olasılıkların muammasına açık, kaotik ve bilinmezlerle doludur. Roman olayları hem “geçmiş”ten hem “gelecek”ten gelen, her iki akışın da etkisinde ama birebir sonucu olarak da biçimlenmeyen, bir çeşit “olasılık dalgası” belirsizliğiyle ilerleyen “şimdi”nin alnında gelişir. Nitekim 82. metinde yazma edimini betimlerken, hem geçmişin hem de geleceğin etkisini şu biçimde ifade eder:
“Öykücü, romancı, her yazdığının nereye varacağını bilen bir kişi sanılır, kendi de zaman zaman buna inanır, ya da inandırılır… Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini –o ‘bir sonraki’ tümceyi yazmadıkça– hiçbir zaman bilemeyeceğini, kendisi, unutmamak zorundadır.” (Gece, s. 18)
Ayrıca “gece” bir metafor olarak derinliği kendinde saklı bir zamansal ölçüdür. Ancak bir metin olarak menteşeyle bağlı olduğu ve ekseninde döndüğü daha muhkem-sabit bir biçim, referans metin olmadığı için alışılageldik anlatı metinlerinin dışına taşmıştır. Gece’de anlatının yapısal unsuru olan “zaman” da hareket-zaman bağıntısının olmadığı bir zaman işleyişine tabi kılınarak klasik roman zamanının dışına taşmıştır. Gece’de zaman art arda gelmediği için “şeyler” art arda gelirler, fakat onlar aynı zaman içinde eşzamanlıdırlar ve dolayısıyla belirsiz bir zaman içinde kalırlar. Karasu, metnine hem “gece” ismini seçerek gecenin belirsizliğine sığınmış hem de bu zamanı zaman-hareket bağıntısından ve “menteşelerinden” kopararak düz çizgisel akıştan uzaklaştırmış, eşzamanlı kılarak belirsizleştirmiş. Zaman art arda gelme ile tanımlanamadığından, mekân da birlikte varoluş ile tanımlanamaz olmuş ve zamanın parçalanışına, eşzamanlılığına tabi kılınmış. Karasu, zaman ve mekân ile ilgili yaptığımız bu betimlemeyi romanın 28. metninde s-imgesel bir tasarımla yapar. Tasarımda farklı zaman boyutlarındaymış gibi paralel inşa edilen “merdivenin son basamakları”, son basamakların birbirine değecek kadar yaklaşması, iki merdivenin kesiştiği bir yer, vb. serimlemeler, üstte değindiğimiz kuantum fiziğinin nedensellik teorisinin zaman ve olay tasarımını çağrıştırır:
“… Düş görüyora benzemiyordum. Merdivenin son basamağı üzerinde, havada asılı kalmış gibi durduğum yerden bir iki adım kadar ötede başka bir merdivenin son basamağı vardı. Oraya geçtim bir sıçrayışta. (…) Üstteki merdiven gitgide yaklaşır gibiydi. Gibi değil, yaklaşıyordu düpedüz; iki üç basamak daha çıksam sıkışıp kalacaktım. İki merdivenin kesiştiğini anladım az sonra. Kesişme noktasında basamakların arası daha geniş olduğu için üste çıkabildim, güçlükle de olsa. İlk vardığım sahanlıkta da kapıya götüren yolu kestirmeğe çalışıp atıldım o yana… Usum almıyordu bu kesişen, bitmemiş merdivenleri… (Gece, s. 69, 70)
Fakat “gece” bir taraftan da hem bir metin hem de bir “zaman” olarak hareket eden her şeyin içinde gerçekleştiği bir sonsuzluk olarak kurulmuş. Romanın içinde hareket eden her şeyin her an değiştiği ve değişirken de “metin geceyi ve hareket-zaman geceyi” de kendisiyle birlikte değiştirdiği bir hipertekst olarak kurulduğu anlaşılmaktadır. Karasu bu çeşit bir metin kurgulayarak kendi rolünü de sonlandırmış, yani yazarı da ortadan kaldırmış oluyor. Kendini bir yazar olarak metinde hissettirdiğinde metnin anlamsal akışını kadük bırakacağını görüyor. Kendinin biyografik kişiliği, tutkusu-öznelliği olan bir yazar olarak metne sızmasına izin vermiyor ve yok ediyor ve bu yolla da yine öznelliği olan okuru yaratıyor. Fakat yine de metnin birliğinin üretildiği yer aslında ne yazar ne de nihai merci olarak okur oluyor. Belli bir kökenselliğe dayanmayan, zamana, akışa, dokunuşa, kendi kendinin basamağına dönüşmeye dayanan bir birlik oluşumu.
Gece metni kolaycı, hazırcı, alışıldık anlamdan-anlamlandırılmalardan, belirli düşünsel kodlar veya şablonlarla refere edilmekten özellikle kaçıyor. Yazar da bu durumu, belli bir şey anlatmama çabasındaymış gibi görünme pahasına, anlaşılamama türünden büyük bir risk alarak yükleniyor. Oysa biliriz ki, bir şey anlatmama çabasında olan bir metin kendi varoluşunun inkârı anlamına gelir ve Karasu’nun bunu amaçladığı düşünülemez. O halde yazarın meramını anlamak, başka-tuhaf bir özgünlük deneyimiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmek durumundayız. Örneğin Akşit Göktürk’ün bir çeşit olumsuzlama ilişkisiyle tanımlamaya çalıştığı Gece romanında Bilge Karasu’nun kendi kişisel duyarlığının edebiyatına sızmasına karşı mücadele etmiş olduğu türünden bir çıkarım yapabiliriz. Karasu’nun bir metin olarak Gece’nin kendisinin tahmin edilmesine izin verdiği bir metin olmasını istemediği gibi, tam olarak kendi düşüncesinin de tahmin edilmesine izin verdiği bir metin olmasını, hatta tam olarak bilinen anlamda bir metin olmasını da istemediğini düşünebiliriz. Bu yüzden olsa gerek, belli bir anlatıcı kişisi de kullanılmamış. Anlatıcı özneler çoğullanarak hükümsüz kılınmış. Bazen de anlatıcı “ben”, anlatının gidişatıyla ilgili yorum ve değerlendirmelerde bulunarak metnin hem içinde hem de dışında kalıp klasik anlamda bir olay anlatıcısı, anlatı figürü olmak istemediğini ima ederek metin karşısında özerkliğini ilan etmiş oluyor:
“Yapıntının dışına çıkıp, yazar olarak, birtakım düşüncelerimi bu yapıntıya eklemek ne ölçüde akıllıca sayılabilir? Okur (okuyan demeli; yazar nasıl da alışıverir karşısında hep “okur”lar görmeğe… Oysa bu kez, “okurlar”, “okur”, olmayacak; bir tek okuyan olacak belki bu defterlerin karşısında) okuyan, böyle bir ayrımı niye yapsın?... Yapıntıda yazarın izlerini aradıkları için az mı güldüm birtakım adamlara?” (Gece, s. 179)
Bu özgün yazarlık biçimi, bulanık ve kapalı metinlerin yapısına içkin hermetik yorum olanağını da aşan başka tür bir yazma deneyimi sunuyor. Yazının kendisini yazma ediminin öznesi yapıyor. Yani Gece’de daha radikal, özgün bir yazarlık, söz söyleme praksisinden söz etmek mümkün, ancak bu praksisin öznesi tek başına yazar değil, yazının kendisi. Nitekim bu amaçla Gece’de en başta yazar ve anlatıcı tarafından sözün sorumluluğundan feragat edilerek “söz”ün kendisi muhatap kılınıyor. Metnin anlamsal sorumluluğu okura, zamana, zamanın ruhuna ve belki de daha çok bir özne olarak metnin kendisine yüklenmiş oluyor.
Balzac, Comédie Humaine’in genel önsözünde mealen şöyle bir şeyden söz eder: “Eğer düşünce toplumsal bir unsursa, aynı zamanda yıkıcı bir unsurdur da...” Bilge Karasu’nun Gece’de flulaştırarak, fragmanlar biçiminde belli bir düzen, akış kurmadan ima ettiği olay, durum ve özellikle düşünce, Balzac’ın düşüncenin yıkıcılığı dediği türdeki bir etkiden sakındığı için başvurduğu bir yöntem de olabilir. İlerlemenin, aydınlanmanın, bilmenin ve hissetmenin en yüksek işlev ve amacını düşünceye yerleştiren modern uygarlığın bu çeşit düz ilerlemeci saplantısına belli bir karşı duruş sergilemek istemiş de olabilir. Karasu, geniş ve derin entelektüel dünyasında yaşama müdahale eden tüm düşüncelerin, varoluş biçimlerinin mümkünlerini, deneyimlerini, tasavvurlarını kendi deneyim ve tasavvuru aracılığıyla görmüş, sezmiş ve duyumsamış olduğunu düşündüğü için olacak, kurgusundaki karakterlerini/kahramanlarını belli bir keskin, belirgin, açık tavırdan ve mantıksal bir olay akışının içinde hareket etmekten alıkoyar. Çünkü belki de ona göre mümkün her insani çaba, evrensel kaosun sonsuzluğunda, sonsuzluğun evreninde kendi yazgısallığını gerçekleştiren basit devinimden başka bir şey değil ve hiçbir şey bize öğretildiği türde belli bir mantıkla, anlamsal örüntüyle işlemez. Karakterlerinin talihsizliği de bu olsa gerek, zira bu nedenle tamlığa, bir gövdeye, temsiliyet düzeyine erişemeden ve anlamlı-mantıklı bir yapı içine yerleşmeden bir belirip bir kaybolurlar. Büyük ve kolay anlaşılamaz bir yapının (yaşamın-evrensel varoluşun), küçük-önemsiz figürleri olarak geçici, gölge varlıklara dönüşürler. Anlatıcı “ben” ya da kahramanlar bu evrensel “acı” karşısında binlerce parçaya bölünmüş, hiçliğin akıntısında çaresizce çırpınmaktadırlar. Gece hem Türkiye özelinde karanlık-kötü bir tarihsel sürecin ya da benzer süreçlerin ve hem de bu her şeyi kapatan hiçliğin metaforu, gece işçileriise bu kaçınılmaz gidişin-varoluşun hakikatini göremeyen, kendi ben-cil-liklerinde kaybolmuş, dünya acısını çoğaltan zavallı insanları: “Her yanımda yapış yapış bir acı, çok eski koyu bir koku. Işık yavaş yavaş kararırken ben. Binlerce parça. Artık ben olmayan yüzbinlerce parça.” (Gece, s. 232)
Karasu, Gece’de tam anlamıyla kahramanlar yaratmamayı, mantıksal bir düzenle işleyen bir olay örgüsü kurmamayı, belirli bir düşünceyi serimlememeyi, nesnel-belirli bir tarihsel süreci ve sürecin olay ve olgularını açıktan imlememeyi, bildiğimiz anlamda bir metin mimarisi, konstrüksiyonu sağlamayarak elde eder. Nurdan Gürbilek Gece’deki bu özelliği şöyle tarif eder:
“… Öteki Karasu var bir de: Öyküsünü parçalamadan, anlatısını bölmeden edemeyen, ses tonunu, bakış açısını sürekli değiştiren, adeta ayna karşısında makyaj değiştiren, söyleyeceğini sürekli erteleyen, cümleleri yarım bırakan öteki. Öykü anlatıcısının bilgece ses tonuna karşı çalışıyor bu ikinci. Öykünün akıp gitmesine razı olmayan, metnin akışını iç içe, yan yana, alt alta getirdiği öykülerle bölen, öykü içine öykü yerleştiren, bir cümleyi başka bir cümleyle, bir öyküyü başka bir öyküyle dengelemek isteyen; metni yan notlar, dipnotlar, ara notlarla parçalayan, dipnot düşen, dipnota dipnot düşen, tırnak içine alan, parantez açan, geriye dönen, araya giren Karasu; üzerinde ne kadar çok çalışmış olursa olsun, yazdıklarını hep bir taslakmış gibi, bitmemiş gibi, hiç bitmeyecekmiş gibi sunan Karasu. Elimizde bir metin var şimdi: Sürekli yeni baştan kurgulanmak, bozulup yeniden yapılmak, yeniden yontulup biçilmek istenen bir metin. Bunun en uç örneği Gece.”[4]
Karasu, benim üzerinde durduğum ve Gürbilek’in de yazısında vurguladığı bu yazınsal niteliği metnin yapısında boşluklar bırakarak gerçekleştirir. Bu boşlukları anlam zincirinde gösterileni sürekli yerinden ederek, gösterilenin yerini sürekli başka gösterilene bırakmasını sağlayarak veya göstergenin yapısal statüsünü yerinden ederek ve gösteren ile gösterilen arasında mevcut anlamsal zinciri, hiyerarşiyi yok ederek oluşturur. Göstereni düşünceye tabi kılan yapısalcı anlamlandırmayı işlevsiz kılar. Bu nedenle Gece’de gösteren ile gösterilen arasında alışageldiğimiz ve öğrendiğimiz türde bir uzlaşımın olmadığını fark ederiz. Metnin boşluklarından birini bu oluşturur. Yapısalcı anlamlandırmada kültürel ve tarihsel uzlaşımlarla gösterenin gösterilene bağlanması durumu Gece’de ihlal edilir. Çünkü Bilge Karasu bu tarihsel uzlaşımın kültürel, algısal, bilişsel kodlarıyla düşünmez ve oradaki keyfî uzlaşıya dahil olmaz. Karasu açısından sözcük ile şeyin ya da sözcük ile düşüncenin bir ve tek olmadığı bir duruma rastlarız. Bu nedenle Gece’de gösterenler ile gösterilenler sürekli olarak yeni birleşimler içinde ya birbirlerinden koparlar ya da bir araya gelirler.
Şöyle demek de mümkün; göstergeler yokluğu gösterirler, dolayısıyla bir anlamda anlamları yoktur. Anlam sürekli olarak bir gösterilenler zinciri boyunca devinir ve asla onun kesin konumundan emin olamayız. Bu yer değiştirme, gösteren-gösterilen ilişkisindeki sapmalar, boşluklar yaratır. Bu boşluk Derrida’nın fark’la (differance’la) ilgili olarak düşündüğü gibi burada ve var olmayan, mevcudiyetle ilişkisi de olmayan bir uyuşmazlık/yarık’a karşılık gelir.
Derrida’nın metin ve anlam arasında zorunlu olarak var kabul ettiği bu boşluk, Karasu’nun metninde bilinçli olarak ayrıca konstrükte edilmiş bir mimariyi de tarif eder. Gece metni bu boşluklar üzerine bina edilmiş denebilir. Boşluğun üzerine yapı kurmak nasıl mümkün olur diye düşünmek gerekecektir. Karasu, Narla İncire Gazel’de bu metinsel boşluğu kendi tarzıyla şöyle anlatır:
“Yazıda iplik gibi sürekli bir öğe yok ama her sözcüğün, her sözün arası –ister uzun ister kısa– görünmeyen yazılmamışla dolu…”[5]
Her sözcüğün, her sözün arasının yazılmamışla dolu olması, sözünü ettiğimiz bu metinsel boşluklarla ilgili bir durumu tarif ediyor. Bu boşluklar aslında bir yönüyle yazarın tercihiyle de oluşmaz, Jacques Derrida’nın Yazı ve Fark’ta bahsettiği, anlamın sürekli ertelenmesi türünde kaçınılmaz olarak doğan boşluklardan kaynaklanmaktadır. Ancak başka bir yönüyle de Karasu’nun sözü tamamlamayan, kesinliğe erdirmeyen, metnin okunurken okur tarafından üreteceği anlama alan bırakan biçemsel boşluklarından da kaynaklanıyor. Bu dilsel bir boşluk biçiminde de gerçekleşir. Dilsel araçlar gevşek bir dokuyla yapılandırıldığında aralarında boşluklar oluşur. Bu da sıkı bir sözcük ekonomisi, aksak, fragmantal-kesik bir örüntü ve sağaltılmış bir dilsel tercihle mümkün olur. Karasu bu kurala en çok Gece’de olmak üzere bütün metinlerinde uyar. Nitekim Gece’nin 36 numaralı metninde şöyle der:
“Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da günü gelince düşmanımız olabilir. Örneğin, kendi arkadaşlarımız, yandaşlarımız… İşkil, kuşku, yaşamımızın temeline koyduğumuz harç olmalı...” (Gece, s. 85)
Görüldüğü gibi yapı, inşa şeması, morfolojik bağlaşım tek sözcüğe kadar azaltılmış; kısacık cümleler, ayrıntılandırılmamış betim ve örüntü, kesik ifadeler, dilsel eklemlemenin, dizilişin bilinçli ihmali, anlamın ertelenmesi yapıdaki boşluğun oluşmasına imkân veriyor. Gece metaforu karanlığıyla şehri nasıl yutarsa, dil de gerçekliğin üzerini öyle örter. Bu da bir tek dilsel gerçekliğin varlığına izin verir. O yüzden dil bu karanlıkta yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey olur ve dilsel yapı edebi olanın kendisine dönüşür. Alıntıda ima edilenin, dilin, insanların niyetinden ayrı metni-anlamı oluşturan bir kurucu özneye dönüşmesi, yani dilin anlatıcı olduğu bir anlam-algı dünyası ve bunun tehlikesi olmalı. Karasu’nun dilin bu tahakkümüne, manipülasyonuna direnen bir metin-roman peşinde olduğunu söylemek de mümkün olacaktır.
Gece’de olayların arasındaki eksik zincir halkaları da bu boşluğu üretmek üzere işlev görür. Akşit Göktürk’ün dediği gibi, Karasu, Gece’de “Alışılmış tarihsel mantığın işleyişini bile sorguya çeker”. Hacettepe Üniversitesi hocalarının yıllık olarak yayımladıkları Frankofoni adlı ortak kitabın 1997 yılı 9 no’lu Bilge Karasu özel sayısında Dr. Ayşe Kıran, Gece’deki bu tarihselliği şöyle anlatır:
“… O anlatılarını belli, sınırlı bir döneme yerleştirecek ansiklopedik göndergeler sunmaz okuruna… Okur, olaylar ‘şu dönemde geçiyor’ diyemez. (…) Gece’de bir baskı dönemi söz konusudur. 12 Mart dönemi mi, 12 Eylül dönemi mi? İkisi de olabilir. Hiçbiri de olmayabilir.”[6]
Bir tarihsel sürecin metnin arka planında sessizce akıp gittiğini hissetsek de, bu olay ve olgular belli bir sıra, düzen, mantık ve anlamlandırmayla akıp gitmezler. Buna bildiğimiz anlamda anakronizm demek de doğru olmaz. Tarihin düzçizgisel ilerlemediği ve öyle de anlaşılmayacağı türünde bir bilincin çabası vardır, bu tavırda. Proust’vari içsel bir zamandan bahsedebiliriz. Ama bu iç ne tam olarak yazarındır ne de anlatıcı öznenindir. Belirli, sınırlı, tanımlı bir özne olmayan, zaman üstü gezinen, hisseden, gören, duyan bir özne. Karasu bunu ilkin anlatıda konuşanın bir yazar veya belirli bir kahraman olmadığı algısını yaratarak üretir. Anlatıcı vardır elbet ama Proust’un da kendi anlatıları için kullandığı türede, anlatıcı “tarihsel kişi” olmayan bir anlatıcıdır:
“Kişileri hem var kılmalıyım hem de belirsizlik içinde bırakmalıyım. Öyle düşünüyorum ya, gerçekte ne demek bu? Öznenin ara ara belirsizleşmesi…” (Gece, s. 58)
Bilge Karasu’nun Gece’sinde belli bir yazarın, belli bir tarihsel anlatıcının olmayışının bir mantığı olmalıdır doğal olarak. Şöyle ki: Gece’de yazar da anlatıcı fail gibi metinle aynı zamanda doğar. Yazar metninin önüne geçecek, onu aşacak aşkın bir varlıkla donatılmaz. Israrla ima ettiği şey, söyleminin öznesinin sözcelemenin öznesinden başka varlık olmadığı, yazandan başka biri olmadığı ve yalnızca üretme jestinde var olan kâğıttan bir varlık olduğudur. Bu durumda psikolojik bir varlık ortaya çıksa da, tam olarak biyolojik bir varlık olarak ortaya çıkmaz. Çünkü biyolojik bir varlık belirli, tanımlı bir zaman ve mekân içredir, oysa Gece’de anlatıcı zaman ve mekân dışıdır. Bu zaman ve mekân dışılık sadece belirli, işaretli bir zaman ve mekâna ait olmama anlamında anlaşılmalıdır elbette. Aksi takdirde bir anlatı kahramanı oluşmaz. Gece’nin kendisi silik, dağılış halinde, flu bir mekâna dönüşür. Gece hem metin olarak hem de bir zaman olarak boşluklar, belirsizlikler, tekinsizliklerle doludur. Karasu gerek anlatı karakterlerinin gerek yazınsal söylemin anlamlandırma güçlerinin “yazarın niyetini aştığı, hatta ona ihanet ettiği”ni düşündüğünden olacak, Gece’de bütünüyle ortadan kaybolur. Dil’in kendini yazdığı, yazdırdığı, konuşanın doğrudan “dil” olduğu algısını yaratır. Böylece anlamın tek sahibi olan yazardan kurtulmayı, orada bir boşluk bırakmayı, anlamı ortaya çıkarma görevini okuyucuya emanet etmeyi gerçekleştirmiş olur. Alıcının anlam üretmeye katkıda bulunduğunu kabul etmek, alışageldiğimiz anlatı türlerindeki gibi tek garantör olan kişinin fedakârlığını içeren bir adım. Karasu’nun bu tavrı belki de R. Barthes’ın dediği gibi, “Okuyucunun doğumunun bedeli, yazarın ölümüyle ödenmelidir” türünde bir yazınsal anlayışa dayanmaktadır.
Frankofoni adlı ortak kitabın 1997 yılı 9 no’lu Bilge Karasu özel sayısında Dr. Sıtkı M. Erinç, Karasu metinleriyle ilgili şöyle bir tanımlamada bulunur:
“Bilge Karasu art zamanlı anlatımların yanı sıra, eşzamanlı, zıt anlamlı anlatımları da metinlerinde kullanıyordu ve bu süreçleri izlemek özel bir dikkat ve özel bir kafa çalıştırma gerektiriyordu. Ayrıca hem anlatan vardı hem de kahraman, üstelik birden fazla kahraman metinlerinin pek çoğunda...”[7]
Erinç yazısında özelikle Karasu metinlerinin yapısı üzerinde durarak onda yapı çözülmeden anlama sirayet edilemeyeceğini söyler. Fakat Karasu bir sonraki romanı Kılavuz’da Gece’deki bu radikal tutumu sergilemez. Kılavuz’da metnin okur için yarattığı muamma daha azdır. Alışıldık anlatı metinlerinin dışına düşse de, metin olmaktan kaçan bir metin deneyimi yoktur. Karasu’nun Gece’de anlatı kişisini belirsizleştirmesi ve yazar olarak kendini ortadan kaldırması, yazan bedenin kimliğinden başlayarak tüm kimliğin kaybolduğu bir metni ortaya koyması, metninin mutlak tarafsızlığını ilan etmek için olmalı. Kişisel olmayan, inisiyatifi kelimelere bırakmış bir çeşit anonim, gerçeküstü bir metin. Barthes’ın “konuşan yazar değil, dildir” dediği türde… Karasu’nun Gece’de yazarı ve anlatı kişisini hükümsüzleştirmesini Frankofoni ortak kitabının 1997 yılı 9 no’lu sayısında Dr. Ayşe Kıran da şöyle anlatır:
“Bilge Karasu, Gece’de kişileştirmeyi en aza indirgemiştir. Örneğin kadın kahramanlarına birbirine yakın Sevim ve Sevinç adlarını vererek, sanki birini diğerinin yerine koyarak, ikisini ve diğerlerini sanki tek kahramanmış gibi sunmaktadır.” (Frankofoni, s. 30)
Karasu daha da ileri giderek kahramanına bir ad dahi seçmeyi gereksiz görür:
“Ona ne diyeceğim bundan böyle. Adının Naal, Nahit, Nahi olmasının bir önemi kalmadığı için.” (Gece, s. 89) Ya da “N… Adının Nemi, Neri, Nezi olması ya da olmamasının bir önemi yok… N. diye anımsıyorum onu. Bir soruya benzemesi de böyle bir adı daha ilginç kılıyor sanki.” (Gece, s. 178)
Görüldüğü gibi, Karasu belki de hiç olmayan adlar seçerek, kahramanlarını soruya dönüştürerek kendisiyle birlikte ortadan kaldırmaya çalışıyor. Anlatıda “ben” diyenin, ben diyen birinden başkası olmaması gibi, yazar da hiçbir zaman yazandan başka bir ben olmuyor. Söylemin öznesi olan, burada ve şimdi ortaya çıkandır, söylemden önce var olmayan hem yazar hem kahramandır. Bu nedenle adının ne olduğunun, hatta tümüyle var olmamış, uydurulmuş olmasının bir anlamı yoktur. Öyleyse yazar da herhangi bir köken ve özgünlük mitinden uzak, bir yaratıcı-icatçı olmayan biridir, sadece bir tamircidir. Metin de ifade edilmesinden önce gelen hiçbir şeyi “temsil etmeyen”, “resmetmeyen” ve dilden başka bir kökeni olmayan bir örüntüler toplamı, alıntılar dokusudur.
Gece’nin metinlerarasılık özelliği, özgün yapısı ve anlamsal derinliği de yazarın ve anlatıcının bu çeşit ölümünden sonra ortaya çıkar ve hermetizmi de kurgu ve anlatımdaki bu yaratıcı dokusuna dayanır. Yazının başlığı olarak da kullandığımız, “Gece’nin derinliğinde ne var?”, sorusuna cevap aramaya çalıştığımız bu çalışmanın sonunda, baktıkça derinleşen, gördükçe zenginleşen, kavradıkça tuhaflaşan, anladıkça anlamlandırılmaktan kaçan, yapı, dil-üslup ve kurgu yönüyle türün dışına taşan, tanımlanmasını zorlaştıran, tuhaflığı ve sıradışılığıyla öne çıkan bir roman deneyimiyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Gece’nin derinliklerinde bulduklarımızın, aradıkça bulacaklarımızın çok azını oluşturduğunu fark ediyoruz. Bu tür yapıtların kendi üzerine düşünmeleri kışkırttıkları, her okuma ve yorumlama çabasını aşan bir zenginliğe, çağrışıma ve yaratıcı güce sahip oldukları söylenebilir. Bu nedenle, üzerinde durduğumuz fark, boşluk, anlamsal açıklık, dil-yapı-kurgu-üslup, anlatıcının çokluğu-yazarın yokluğu, gösteren ve gösterilen arasındaki uyuşmazlık, gramatikal boşluklar, dilin ve yazarın köken mitinden uzaklığı, olay örgüsünün mantıksal akışa aykırılığı, olay ve kurgunun gelişimindeki kesik, fragmantal doku, vb. özelliklerin Gece romanının derinliğinin tümünü gösterdiğini düşünmek doğru olmaz. Ancak tek başına bunların dahi sözcüğün tam anlamıyla “zor” bir çalışmayla karşı karşıya olduğumuzu gösterdiğini belirtmeliyiz.
Bilge Karasu’nun edebiyat kanonumuzda müstesna bir konumu kendi özgün yazarlık maharetiyle elde ettiği genel bir kabuldür. Ancak Karasu’nun Gece romanındaki performansıyla kendi yazarlık çizgisini de aşan, yazının, yazarlığın ve yazma ediminin sınırlarını zorlayan bir başka konum elde ettiğini söylemek gerekir. Bu bağlam üzerinden Maurice Blanchot’nun bir yazısında yazar için dile getirdiklerini hatırladığım kadarıyla Gece’nin Bilge Karasu’su için de mealen ifade ederek yazıyı bitirmiş olayım:
“Yazar aynı zamanda birçok mutlak ve kesinlikle farklı emre yanıt vermek zorundadır ve onun ahlakı, amansız düşmanca kuralların karşılaşması ve karşıtlığından oluşur. Bu nedenle kendine karşı çıkmalı, kendini öne sürerek kendini inkâr etmeli, gündüzün rahatlığında gecenin derinliğini, hiç başlamayan karanlığın içinde bitmeyecek kesin ışığı bulmalı. Dünyayı kurtarmalı ve uçurum olmalı, varoluşu haklı çıkarmalı ve var olmayanı dile getirmelidir; o zamanın sonunda, evrensel bütünlük içinde olmalıdır ve o, henüz doğmakta olanın kökenidir, doğuşudur…”
Bilge Karasu’nun Gece’de bunu ne kadar gerçekleştirdiği ve başardığı tartışmasının dışında Blanchot’nun ifadesinde tanımlanan bir yazarlık biçimini amaçladığını, Gece’nin böyle bir çabanın kavranması zor, tuhaf denecek bir özgünlük deneyimi olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Son sözü, Karasu’nun romanın sonunda kendisine sorduğu, “Bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulmuş olunur mu?” sorusuna bir soru daha ekleyerek söylemiş olalım: Gece, Bilge Karasu’nun çıldırmaya karşı sanatsal direnişidir diyebilir miyiz? Tartışılır, tartışalım…
NOTLAR
[1] Jacques Derrida, Yazı ve Fark, çev. Burcu Yalım, Metis Yayınları, 2020.
[2] Bilge Karasu, Gece, Metis Yayınları, 2020, s. 7.
[3] Gilles Deleuze, Kant’ın Eleştirel Felsefesi, çev. Taylan Altuğ, Payel Yayınevi, 1995, s. 25.
[4] Nurdan Gürbilek, “Yazı ve Arınma”, Yer Değiştiren Gölge, Metis Yayınları, 2014, s. 203-227.
[5] Bilge Karasu, Narla İncire Gazel, Metis Yayınları, 2019, s. 85-86.
[6] Ayşe (Eziler) Kıran, “Narla İncire Gazel: Gazel Formunda Bir Postmodern Anlatı”, Frankofoni, 1997, s. 32.
[7] Sıtkı M. Erinç, “Edebiyat Açısından Bilge Karasu”, Frankofoni, 1997, s. 23, 24.
Önceki Yazı
Piyadenin bakışı (II):
Bir teknopolis sakini
ya da sakin bir taktisyen
“Teknopolis’te fragmanlar Yeni Karanlık Çağ’da olduğu gibi bazı temel argümanlar etrafında dönmezler, fakat dönüşleriyle, içerdikleri döngüler, tekrarlar ya da diyebiliriz ki fikri nakaratlarla belki ilk değilse de ikinci, üçüncü okuyuşta bazı argümanları görünür kılarlar.”
Sonraki Yazı
Karton karakter:
Romanlarda düz ve dolgun kahramanlar
“Anar’ın metinlerindeki kimseler, içlerinde veya dışlarında açılan manzaralara pek bakmadan, daha çok hadiseler içerisinde yer değiştirdiklerinden hacim kazanamazlar. Romantik veya klasik romanların bizleri alıştırdıkları kahramanlar gibi, kendilerine fazla dönüp bakmaz, varoluşlarını sorguya çekmezler.”