Fethiye Çetin’in Mamak anıları:
“Güneş altında tutsaklar,
geçen sonbahara bakıyorlar”
“Kitabı okurken beni özellikle etkileyen noktalardan biri, Fethiye Çetin’in kullandığı bir kavram. Cezasızlık hafızası. Fethiye Çetin’in anı kitabının ve benzer metinlerin bize sağladığıysa şöyle tanımlanabilir belki: Cezasız kaldığınızı unutmadık hafızası.”
12 Eylül 1980. (Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi)
Fethiye Çetin’in 12 Eylül askerî darbesi döneminde tutuklu olarak kaldığı Mamak[1] Cezaevi’nden ve tahliyesinden sonra kaçak yaşadığı yıllardan anekdotları “parça parça” aktardığı anıları[2] cunta döneminde yaşananlara ilişkin birinci elden bir tanıklık olması açısından çok kıymetli. Nilgün Toker’in kitabın “Sunuş”unda altını çizdiği üzere, Fethiye Çetin’in anılarının bütününe yayılan “iyiliği artırma inadı” da keza Zulamdaki Şiir’in en önemli yanı.
Fethiye Çetin’in çoğu Mamak anılarından oluşan 12 Eylül anlatısı, onun neden ve nasıl devam ettiğinin, değişmeyi, dönüşmeyi de göze alarak mümkün olanın peşinde koşma ısrarının kendindeki kaynağını da açığa vuruyor. Kendisini içinde yeniden kurduğu bir deneyim olarak okuyorsunuz anıları. […] Kötülüğü yenecek bir iyiliğin soluk da olsa varlığını fark edebilmenin, Fethiye’nin bu iyiliği artırma inadına güç verdiği kesin… (s. 11)
Bunların yanı sıra kitabı okurken beni özellikle etkileyen birkaç nokta oldu. İlki Fethiye Çetin’in kullandığı bir kavram. “Cezasızlık hafızası.” 12 Eylül’den söz eden kitaplarda, yazılarda mutlaka söz bir biçimde hafızaya gelir. Nitekim 12 Eylül askerî darbesiyle ilgili ilk dijital müzeyi kuranların seçtikleri isim de “Bellek Müzesi.” Bu isim yapılmak isteneni net biçimde ifade ediyor. Unutturulmak istenenlere karşı belleği, hafızayı diri tutacak bir müze. 12 Eylül’ün üzerinden yıllar geçtikçe, yaşananlar, yaşatılanlar hızla geride kaldıkça ne yoğun hukuksuzluklar yaşandığı, devlet eliyle ne çok cinayet işlendiği, sayısız insanın işkencelerden geçtiği, hayatlarının altüst edildiği, vs. unutuluyor. Bu yüzden 12 Eylül’den söz ederken sözün hatırlamaya ve unutmaya gelmesi kaçınılmaz.
12 Eylül’ü hatırlamaktan söz ediyoruz ya da 12 Eylül’ü unutmamaktan! Fethiye Çetin’in kullandığı kavramsa (elbette anılarının bütünü de) 12 Eylül’ün bize neyi unutturduğunun da altını çiziyor. Bu unutmanın neyin sürdürücüsü ve nelerin kurucusu olduğunu da…
Sadece hukuk alanında değil, cezasızlığı içinde barındıran kültürel ve siyasi yapının yeniden üretilmesinde, cezasızlık hafızasının beslenmesinde, tüm toplumu kapsayacak biçimde yaygınlaştırılmasında 12 Eylül’ün katkısı inkâr edilemez.
Bu suçları cezasız bırakmak kuşaktan kuşağa, geçmişten günümüze taşınan bir cezasızlık hafızası oluşturuyor. Bu hafıza kimin bedeninin değersiz olduğu, kimin haklarının ihlal edilebileceği, bu ihlalin hangi koşullarda meşru olabileceğinin bilgisini içeriyor. (s. 74)
Şöyle diyebiliriz sanırım: Bir kod içeriyor “cezasızlık hafızası”; hangi suçların cezasız kaldığını hatırlatan ve cezasız kalacağının teminatı olan bir kod – Fethiye Çetin’in hatırlattığı üzere, hatta “kahramanlaştırılacağının”. 12 Eylül darbecilerinin yargılanabilmesi bunun için önemliydi, bu cezasızlık hafızasındaki kodu kırma şansıydı ama elden kaçtı. Bu kodun kırılması sadece bugün ve gelecek için yeni bir hafıza (“yapılan kötülüklerin hesabı verilir hafızası”) yaratmayacaktı, geçmiş benzer birçok cezasızlık için de kapıyı aralayacaktı.
Fethiye Çetin’in anı kitabının ve benzer metinlerin bize sağladığıysa şöyle tanımlanabilir belki: “Cezasız kaldığınızı unutmadık hafızası” – işlediğiniz suçları unutmadık, işlediğiniz suçlardan ceza almaktan nasıl kurtulduğunuzu, ceza almak ne kelime, suç işleyerek terfiler ve kazançlar elde ettiğinizi unutmadık. Cezasızlık hafızasının karşısına biz de böyle bir hafıza inşa ediyoruz, diyor Fethiye Çetin ve 12 Eylül deneyimlerini paylaşanlar.
Cezasızlık hafızasını hatırlamanın (unutmamanın!) sağlayacağı bir olumlu sonuç daha var: Bu yöndeki çabalar mevcut hafızamıza da bir çekidüzen veriyor. Anılarının girişinde Fethiye Çetin’in şikâyet ettiği hale bir çare yani.
Kimimiz 12 Eylül’ü bir milat gibi görüyor, toplumun başına gelen bütün olumsuzlukların o gün başladığını söylüyoruz, daha önce bu toplumun başına çok büyük felaketler gelmemiş, devlet şiddeti sadece o döneme aitmiş gibi.
Kimimiz ise bugün yaşadıklarımız 12 Eylül’de bile yaşanmamıştı diyerek kastımız o olmasa da 12 Eylül dönemi[ni] ve o dönemde yapılanları neredeyse masumlaştırıyoruz.
12 Eylül bu topraklarda darbeden önce de var olan yerleşik bir cezasızlık hafızası[nı] ve kötülüğün hesap vermediği, hesap vermek bir yana ödüllendirildiği bir siyasal kültürü canlandırdı, yeniden uzun sürecek bir formda dizayn etti. (s. 14 – vurgu eklenmiştir.)
Fethiye Çetin’in örneğini verdiği, 12 Eylül döneminin siyasal tarihimiz içerisindeki yerine dair iki farklı görüşün yaygın biçimde ileri sürülüyor olması da siyasi kültürümüzle ve dolayısıyla 12 Eylül’le ilgiliymiş gibi görünüyor bana. Olguları izah etmek için iki görüş söz konusu olduğunda illa birinden biri doğru olmak zorundaymış gibi akıl yürütmek ürkütücü derecede yaygın. Kutuplaştırıcı bir zihniyetin yerleşikleştiğinin de göstergesi sanki bu. 12 Eylül dönemini bir “milat” ya da “bugünden iyiydi” şeklinde ifade etmekle yetinmeyen, darbeyi ve cuntayı koşulları içerisinde, sürdürücüsü olduğu devamlılığı da işin içine katıp nelerin doğmasına öncülük ettiğiyle birlikte ortaya koyacak “gri” önermelerin önünü kapatan bir yaklaşım bu.
12 Eylül faşizmi, bütün otoriter rejimler gibi iki konuma itmeye çalışıyor toplumu; ya bizdensin ya da ötekisin, daha doğrusu düşmansın. Ya beyazsın ya da siyah yani. Gri alanı, iyi tanıklığı yok etme girişimi bu. Toplumu birbirine düşman iki zıt kutba bölme çabası. (s. 37)
Zulamdaki Şiir’in önemli bir yanı da yazarının kendi zaaflarını aktarmak konusundaki cesareti. Fethiye Çetin, Mamak’taki ilk zamanlarında bir anlamda kendisinde de benzer bir bakış olduğunu, gri alanı kabul etmediğini, ama yaşadığı birkaç olay vesilesiyle bu bakışının kırıldığını aktarıyor. Nilgün Toker’in “Kendisini içinde yeniden kurduğu bir deneyim olarak okuyorsunuz anıları” derken kastettiği bu işte. Nitekim yukarıdaki alıntı da böyle bir yaşantının anlatılmasının ardından geliyor. “Gri”yi “karanlığın içindeki ışık” olarak nitelendiriyor Fethiye Çetin. Ummadığı, beklemediği birinden, hatta kötülükle eşleşmiş olduğunu kabul ettiği mevki ya da meslekteki birilerinden gelen küçük iyilikler. “Hücrede” “işkence altında” olsa da umudun varlığını hatırlatan ve çoğaltan hareketler. İşte bunlara tanık olduğunda kendisiyle de yüzleştiğini itiraf ediyor.
Kendimle, önyargılarımla, kibrimle yüzleştim sonra. Sistemi, her ayrıntısıyla biliyormuş gibi yapma kibrinden bu insanlar sayesinde kurtuldum. (s. 37)
Cezaevindeki dayatmaları kabul ettikleri için Fethiye Çetin ve siyasi tutukluların büyük bölümünün hor gördüğü, hatta “işbirlikçi” olarak nitelendirdiği kadın tutuklulardan gelen bir jesti anlattıktan sonra şunları ekliyor.
[Onları] bir bakıma otorite ile suç ortaklığı yapmışlar gibi kabul ediyorduk. Kibrimiz gözümüzü, yüreğimizi öylesine örtmüştü ki, işbirlikçilik, suç ortaklığı gibi terimlerin ancak özgür seçim ortamlarında kullanılabilecek terimler olduğunun farkında değildik. Ağır şiddet koşullarında, işkence altında bu terimlerin aynı anlama gelmeyeceğini düşünemiyorduk. İnsani olanı görme yeteneğinden yoksunduk. (s. 45 – vurgu eklenmiştir)
Bu yanıyla, Fethiye Çetin’in anılarını biraz da 12 Eylül döneminde yaşadığı kimi kritik aydınlanma anlarını paylaşmak için kaleme aldığı şeklinde düşünmek mümkün görünüyor. “Giriş”te, “Anılarımı sadece anekdotlar şeklinde yazıp bırakamadım, bugünden bakışımla yorumlarımı da kattım her birine, başkası elimden gelmedi” diyor. İyi ki bu yorumları katmış, bu “parça parça anılar”ın oluşturduğu bütünün anlamı satır aralarında sessizce ifade edilen yorumlarda beliriyor çünkü. Hiç kuşkusuz, anlattığı anekdotlar da 12 Eylül’ün baskı rejimi, yargılamaları (“yargılama” demek ne kadar mümkünse) ve genel toplumsal atmosferi açısından önemli noktaları hatırlatıyor (unutulmasının önüne geçiyor), ancak cezaevine girmiş bir devrimci genç kadının zihniyet dünyasında değişim yaratan anlar da çok önemli. Değişim bir şeylerin farkına varmak ve üzerinde düşünmekle başlar. Fethiye Çetin’in bir şeylerin ilk kez farkına vardığı ya da az çok, derinden farkında olduğu halde yüzeye çıkmasına bir türlü müsaade etmezken bu tuhaf inadın kırıldığı anlara ilişkin aktardığı yaşantılar çok ilgi çekici. Örneğin üyesi olduğu partinin yönetici kadrolarında kadınların hemen hiç bulunmadığı gerçeğinin açık seçik farkına varmasına onu sorgulayan bir MİT mensubunun bir sözü vesile olmuş. Bir başka kritik an da şu: Üyesi olduğu siyasi partiyi Kürt meselesine “yeterli duyarlığı göstermediği” için öncesinde de eleştirdiği için “meseleyi anlayıp çözdüğünü” zannederken, “anlamak ile idrak etmenin aynı şey olmadığını” Diyarbakır Cezaevi’nden gelen Seher isimli tutuklunun anlattıklarını dinlerken kavradığını belirtiyor. Seher’in anlattıklarını dinlerken koğuşlarındaki bütün kadın tutukluların utanç duyduklarını okuduğumda aklıma bir başka 12 Eylül anlatısı geldi. Uğur Kökden’in Uzun Gecenin Tutsakları-Barış Derneği Cezaevi Günlüğü-1982[3] başlıklı anıları. Barış Derneği davası sanıklarından Nurettin Yılmaz’ın Diyarbakır Cezaevi’nden Maltepe Cezaevi’ne geldiği günü şöyle aktarır Uğur Kökden.
Bugün Nurettin Yılmaz geldi.
Aşağı yukarı yaşıtım. Birden tanıyamadım. Küçülmüş, incelmiş, erimiş bir insan kalıntısı. […] Sanki, bir insandan geriye kalabilen son cevher; yani iyiden iyiye büzüşmüş, canlı, kımıldayan bir tortu. […] İnanılmaz bir değişiklik. Kim yaptı, nasıl yaptılar? […] Maltepe için, “Bir cezaevi değil, bir cennet!” dedi. […] Yılmaz’ın anlattıklarından ve anlatamadıklarından, anlatamayacaklarından ben de utanç duymuştum. (s. 55-56)
Fethiye Çetin, Kürt meselesi gibi, Ermenilerin topyekûn imhası konusunu da hücrede tek başına ve uzun süre kaldığı sırada derinlemesine düşündüğünü, “daha doğrusu idrak ettiğini” belirtiyor. Yine üyesi olduğu siyasi partinin “1915 Ermeni soykırımına dair de bir politikasının, hatta bir sözünün olmadığı[nı]” hatırladığının altını çiziyor. Fethiye Çetin’in bu konuda aktardıkları arasında şaşırtıcı, küçük ama önemli bir ayrıntı daha var. Anneannem[4] kitabında anlattığı, dokuz yaşında Müslüman bir aileye evlatlık verilen Ermeni anneannesi Heranuş hakkında koğuştaki arkadaşlarıyla konuşur ve arkadaşlarının arasında benzer anneanne hikâyeleri olanlar bulunduğunu fark eder; ne var ki bu konuyu konuşurlarken arkadaşlarıyla fısıldaştıklarını hatırlatıyor ve bu konuyu fısıldaşarak konuşmalarının neyi gösterdiğini soruyor. Kuşkusuz retorik bir soru bu, bazı soruların içinde yanıtlar da mevcut. Bu soruda da nitekim 12 Eylül’ün hangi devamlılık zincirinin bir ara halkası olduğu beliriyor.
Hayatındaki bir kırılma ânı da (“idrak ânı” da diyebiliriz) Mamak’ta idama götürülen bir mahkûmu gördüğü sırada yaşanmış. Koğuş nöbeti tuttuğu bir gece koğuşun kapısının altından sadece asker botları arasında sivil ayakkabılı birinin sürüklenerek götürülmekte olduğunu görmüş ve ağzı bantla ya da bir biçimde kapatılmış birinin çıkardığına benzer sesler işitmiş. Aklına o günlerde idam edilmeyi bekleyen bir mahkûm olduğu gelmiş. Bu kişi Piyangotepe katliamında solcuların gittiği kahvehaneyi tarayarak orada bulunan insanları öldürmekten yargılanıp idama mahkûm edilmiştir. Tanık olduğu görüntüyle beraber büyük bir huzursuzluk kaplar içini; bir yandan da bu huzursuzluğa şaşırmıştır.
Ama şimdi içimdeki bu huzursuzluk, bu rahatsızlık neden? Kapının altından gördüğüm sürüklenen ayaklar ve itiraz eden boğuk ses bir zamanlar ölesiye nefret ettiğim, boğmak istediğim kişiye ait, öyleyse elimin ayağımın çözülmesi neden? (s. 82)
Hukuk fakültesindeki bir hocasının, “İdam, devletin taammüden [tasarlayarak] adam öldürmesidir” dediğini hatırlamış o sırada Fethiye Çetin. O geceden önce de caydırıcılıktan uzak ve telafisi mümkün olmayan bir ceza olması nedeniyle idama karşıymış. Ancak o gece bir başka değişimin, dönüşümün ilk filizleri belirmeye başlamış. Çetin’in anılarının ilgi çekici bir yanı da, ilk başta bir “his” olarak iç dünyasında beliren bir şeylerin peşinden gidip üzerinde derinlemesine düşündükçe “idrak” etmesi ve bununla beraber bu değişimin zihniyet dünyasını nasıl dönüştürdüğüne dair anlatımlar da içermesi.
Ama o gece tanık olduklarım, anlıyormuş gibi yapma çizgisini aşıp gerçekten anlamaya başlamama sebep olmuştu. (s. 83)
O gece içime öyle derin bir sessizlik yerleşti ki, hiçbir gürültünün o sessizliği bozamayacağını sandım, utandım.
Ben o gece idam cezasının acısını, utancını etimde, kemiğimde, hücrelerimde hissettim, o gece ben idam cezasının ağırlığını idrak ettim. (s. 86 – vurgu eklenmiştir)
Sadece cezaevinde tanık oldukları değil, (mesela dayanışma örnekleri, özellikle hiç ummadığı kişilerin, –yukarıda andım– “işbirlikçi” diye andıklarından yahut bir asker ya da polisten gördüğü dayanışma ve yardımlar) tahliye olduktan sonra karşılaştıkları da birçok şeyi yeniden tartıp gözden geçirmesini zorunlu kılmış. Cezaevinden çıkmasıyla beraber “yoğun bir kayıp hissi ve kederi” yaşamaya başladığını belirtiyor mesela. Bunun nedeni, gerek aile ortamında gerekse gazetecilerle görüştüğünde onlara cezaevinde yaşananları anlatmaya kalktığında karşısındakilerin kayıtsız, ilgisiz kalmaları. Kayıtsız olmanın ötesinde, onun da konuşmamasını, yaşadıklarını anlatmamasını istemeleri; bunu bazen açıktan söyleyip bazen hissettirmeleri.
Yoksa biz ortada yokken, kat kat duvarların arkasına kapatılmışken, bir kısmımız ortadan kaldırılmışken dışarıda farklı bir hakikat sistemi mi oluş(turul)muştu?
Yoksa biz varlığımızla; duruşumuza sinmiş, söylemimize işlemiş yara izlerimizle dışarıdakileri rahatsız mı ediyorduk, tam da rahatladıkları bir sırada içeriden çıkıp geliyor, karşılarına geçerek huzurunu bozuyor, ağızlarının tadını mı kaçırıyorduk. (s. 141)
Askerî darbenin ülkeyi getirdiği hal böyle bir şeydir. “Bu bizim bıraktığımız dünya mı?” diye sormaktan kendisini alamaz Fethiye Çetin. Bununla beraber, dışarısı da siyahla beyazdan ibaret değildir. Tahliyesinden sonra, özellikle de Askerî Yargıtay’ın Sıkıyönetim Mahkemesi’nin verdiği kararı onamasının ardından yıllarca kaçak bir hayat sürmüş. Bu sırada dostlarından, arkadaşlarından, meslektaşlarından destek ve dayanışma görmüş. Anılarının bu kısmı kitapta Mamak’takiler kadar yer tutmuyor ama bu döneme dair aktardıkları da hayli ilginç ve şaşırtıcı anekdotlar içeriyor.
NOTLAR
[1] Kemal Burkay’ın 1975’te yayımlanan Dersim adlı kitabındaki “Sonbahardan Çizgiler” şiirinin “Tutsaklar” başlıklı ilk bölümünde geçer başlıkta alıntıladığım dize. Şiirin bu bölümü Selim Atakan tarafından bestelenmiş ve Yeni Türkü’nün 1979 tarihli “Buğdayın Türküsü” albümünde yer almıştır; şiirde/şarkıda geçen “Mamak’a sonbahar geldi” dizesinden ötürü “Mamak Türküsü” olarak da bilinir.
[2] Fethiye Çetin, Zulamdaki Şiir-Parça Parça Anılar, İletişim Yayınları, 2024, 159 s.
[3] Uğur Kökden, Uzun Gecenin Tutsakları-Barış Derneği Cezaevi Günlüğü-1982, YKY, 2001, 326 s.
[4] Fethiye Çetin, Anneannem, Metis Yayınları, 2004, 120 s.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 35
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Anne Ağaç / Hatırlayış / Memoria / MRKSN / Odesa Ana / Rüya Üzerine / Sosyalliğin Evrimi / Şahsi Bir Mesele / Terra Alta / Yıkıcı Yetmişler
Sonraki Yazı
Melike Işık Durmaz ile söyleşi:
“‘78’li kimliğinin temeli, ‘ortak hissiyat’ın hatırlanmasıdır.”
‘78 kuşağını özgün kılan tarafları nelerdi, siyasetle nasıl bir bağları vardı, devrim onlar için neden bu kadar önemliydi, geride neler bıraktılar, bugüne ne kaldı? Bu sorulara cevap arayan ‘78 Kuşağı-Bir Hafıza Topluluğu’nun yazarı Melike Işık Durmaz’la konuştuk...