Ertuğrul Sevsay ile söyleşi:
Necip Celal Andel, Türk tangosu ve İstanbul'a dair...
“Necip Celâl benim çok beğendiğim bir besteci. 11 tane tango yazmış, hepsi birbirinden mükemmel. Diğer büyük tango bestecilerinden Fehmi Ege ile de ortaokul sıralarında tanışmıştım. Şimdi Cumhuriyetimizin Müziği: Türk Tangosu diye bir kitap yazıyorum, yarısından çoğu bitti. İlk jenerasyon bestecilerimizden de önce yaşamış, tango yazmış Kaptanzade Ali Rıza, Muhlis Sabahattin, Zeki Duygulu, Dramalı Hasan gibi müzisyenler var...”

Necip Celâl Andel
Müzik eğitiminize Rum bir hocadan aldığınız mandolin dersiyle başladınız. Bir gün Yalova Termal’de gördüğünüz akordeon dikkatinizi çekiyor ve İstanbul’da rahmetli Agop Pakyüz’den dersler almaya başlıyorsunuz. Siz aslında İngiliz Lisesi ve Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunusunuz. Sonrasında ise Cemal Reşit Rey ile kompozisyon, müzik teorisi ve piyano çalıştınız. Rey ile olan tanışıklığınız nasıl başladı? Onunla müziğe dair ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? Kendisiyle unutamadığınız bir anınız var mı?
Ben küçükken, aileler evin küçük çocuklarına müzik aleti çalmayı öğretirlerdi, o dönemlerde âdetti. Çocukken de müzik aleti üzerine dersler almak hoşuma gitti, müzik merakım gelişti. Hocaların hocası Cemal Reşit Rey’e bir gün telefon ettim, kendimi tanıttım. “Sizden ders almak istiyorum” dedim. Onun daveti üzerine evine gittim. Seneyi hatırlayamıyorum ama ‘70’lerdeydik. Serencebey Yokuşu’nda otururdu. İlk tanıştığımız gün hava yağmurluydu ve bana “Burada ne müzik duyuyorsun?” dedi. Ben de bu sual karşısında epey şaşırdım, yaşım 15-16 idi. Bana neredeyse bir saate yakın müzik ve yağmur arasındaki ritim üzerine bazı dersler verdi. Bu doluluk karşısında ben de ona hayran kaldım, doğru öğretmenle olduğumu anladım ve o şekilde başladık. Onun kalitesinde, bilgisinde, duyarlığında bir müzisyen hâlâ da görmüş değilim. Her alanda çok başarılı bir insandı, piyano tekniğinden müzik bilgisine komple bir insandı. Bunların dışında idareciliği de başarı ile götürürdü. Kendisi Türkiye için müzik alanında çok büyük bir şanstır. Köklü bir aileden gelir, eski İstanbul beyefendisidir.
1980 yılında Viyana’ya gittiniz, Viyana Müzik Üniversitesi’nde kompozisyon ve orkestra şefliği bölümlerinden mezun oldunuz. 1990’dan beri halen burada kompozisyon, tonmayster ve orkestra şefliği bölümlerinde orkestrasyon profesörlüğü görevine devam etmektesiniz. Viyana ile olan bağınız nasıl başladı, akademisyenlik süreciniz nasıl ilerledi?
1978’de Cerrahpaşa’dan mezun oldum. Kulak Burun Boğaz’da ihtisas yapmak istiyordum ki, müzikle bağlantılı olarak ses telleri üzerine çalışayım. Ancak 1980 öncesi üniversitelerde insanlar öldürülüyor, dersler iptal ediliyordu, çok zor bir devirdi. 1978’de güç bela mezun oldum. Gönüllü asistan olarak çalışmaya başladım ama kadro açılmıyordu. O sıralarda piyanist Hülya Saydam ve Senfoni Orkestrası’nda kemancı Erdoğan Saydam ile sık sık görüşüyorduk. Erdoğan Bey aynı zamanda doktordu. Bir akşam yemeğinde Hülya Hanım, “Ertuğrul’u neden Viyana’ya göndermiyoruz?” dedi. Erdoğan Bey de “Gayet iyi fikir” dedi ve 1980’in Şubat ayında benim Viyana yolculuğum başladı. Önce misafir öğrenciydim, sonra yaz okuluna gittim. Eylül ayında okula başladım. 12 Eylül’de Viyana televizyonlarından Türkiye’deki darbeyi öğrendim. Ekim 1980’de resmî olarak Viyana’da eğitimim başladı. Aynı zamanda Dahiliye bölümünde tıp ihtisasına başladım.

1985-1989 yılları arasında Miami Üniversitesi’nde müzik master ve doktorası yaptınız. Bu okulda yine kompozisyon ve müzik teorisi dersleri verirken aynı yıllarda aynı üniversitede alkol, uyuşturucu madde kullanımı ve cinsel hastalıkların önlenmesi konularında tüm üniversite kampüsünü içine alan bir çalışmayı idare ettiniz. Bu çalışma vesilesiyle de Florida’nın 20. yüzyıldaki en başarılı 100 uluslararası öğretim üyesi arasına seçildiniz. Bu ikisini bir arada yürütmek, en başarılı genç seçilmek genel olarak Miami Üniversitesi sizin için nasıl bir deneyimdi?
Avusturya’da yabancı düşmanlığına çok tabi oldum. Başımdan çok tatsız olaylar geçti. Örneğin ihtisas yaptığım hastanenin rektörü bir gün beni yanına çağırıp “Hastanede yabancı birini istemiyorum” dedi. 1,5 yıldır gönüllü ihtisas yapmaktaydım. Bunu çevremdeki insanlara anlattığımda ayrımcılık olduğunun farkına varıp karşı çıktılar. Bu tarz birçok olaylar yaşadım. Türkiye’ye dönmek istediğimde ise burada da dışarıdan gelenlere karşı büyük bir çekememezlik olduğunu gördüm. O zamanlar öyleydi, şimdi de belki devam ediyordur. Bir sürü tatsızlıklar sonrasında yine Cerrahpaşa’dan hocam Nejat Harmancı’ya gidip durumu anlattım. O da “Niye Amerika’ya gitmiyorsun?” dedi. Çok babacan, dünya tatlısı bir insandı. “Türkiye’de sana neler yapıyorlar, Amerika’da bu iki ülkeden daha iyisini yaparsın” dedi. Hiç böyle düşünmemiştim. Ertesi gün konsolosluğa gidip adresler, isimler öğrendim. Viyana’ya gittiğimde burada da araştırdım. 30-40 üniversite yazdım. Hem caz sevdiğim için hem de tropik iklimden hoşlandığım için kalktım Miami’ye gittim. Doktor olmamın yanı sıra sırf üniversitede kalma şartıyla klinikte çalışmaya başladım. Bu programı orada idare ettim. Orada bulunan ve dışarıdan gelen yabancı akademisyenlerle çalıştık. Oradaki kliniğin şefi çok iyi biriydi. Onlarla birlikte bir takım kurduk, güzel de bir ödül verdiler.
1992 yılında Güney Amerika’ya gidip tango konusunda araştırmalar yaptınız. Bandoneon çalmayı öğrendiniz. Ban-O-Neon orkestra kurdunuz. Tangoyla olan ilişkiniz nasıl başladı?
Çok ufakken başladı. Ben ufakken Abdi İpekçi Meydanı’nda, İpek Apartmanı’nda oturuyorduk. Bir gün radyoda Şecaattin Tanyerli tango söylüyordu. 5 yaşındaydım. Ses ve müziğin tarzı çok hoşuma gitmişti. Tanyerli’nin kim olduğunu ve müziğin ne olduğunu merak ettim. Bu şekilde içimde tangoya karşı bir sevgi belirdi. Ancak Viyana’ya gittiğimde tamamıyla klasik müzikle ilgilendim. Amerika’da ihtisasımı tamamlayıp Viyana’da görevime başladığımda Güney Amerika’dan pek çok öğrencim oldu. Her ülkeden öğrencim oldu aslında, çok enternasyonel bir okuldu. Miami Üniversitesi’ne de 2003-2004’e kadar 12-13 yıl misafir olarak hocalık yaptım, gidip geldim. Tonmaysterler için orkestrasyon bölümünü geliştirdim. Viyana’daki okulumuz açık olduğunda Miami tatil, Miami’deki okul açık olduğunda Viyana’daki okul tatil olurdu. 2-3 hafta izin alıp Aralık-Mart arasını Miami’de geçiriyordum. Öğrencilerim –bilhassa Brezilyalılar– Güney Amerika’ya çağırdılar. İçinde tango da olan bir seyahat paketi satın aldım. İlk durak Arjantin’di. Her gece bir tango şov izledim. Bir sonraki sene aleti satın aldım. Bundan sonra her senenin yazını Buenos Aires’te geçirdim, her sene işin içine daha da daldım. Böylece orkestrayı kurdum.
Gelelim Necip Celâl Andel’e. Türk Tangosunun Kurucusu Necip Celâl Andel-Sanatı-Hayatı-Yaşadığı İstanbul iki cilt olarak ve CD’li olarak Oğlak Yayınları’ndan çıktı. Öncelikle sizi Andel’in hayatını araştırmaya iten motivasyon neydi? Kitabın hikâyesinden bahsedelim mi?
Necip Celâl benim çok beğendiğim bir besteci. 11 tane tango yazmış, hepsi birbirinden mükemmel. Aranje etmeye, işlemeye çok elverişli. Cumhuriyet rejiminde bir sürü alanda hizmet vermiş, köklü bir aileden geliyor. Mesela kız kardeşi Belkıs Hanım, Türkiye’deki ilk fizik kadın profesörüydü, onun eşi jeofizik kürsüsünü kuran kişiydi; bunun gibi birçok örnek var. Bütün aile bunları bulmamda çok yardımcı oldu, arşivi açtılar. İkinci cildin büyük bir kısmını ise Tango Orkestrası için aranje ettiğim tangoları kapsıyor. Elde etmek isteyen müzisyenler olursa bütün notalar orada.

Türk Tangosu’nun Kurucusu Necip Celal Andel – Sanatı, Hayatı, Yaşadığı İstanbul
Oğlak Yayınları
2019
416 s., renkli, büyük boy, iki cilt
Diğer büyük tango bestecilerinden Fehmi Ege ile ise ortaokul sıralarında tanışmıştım. Ölümüne kadar da temasta kalmıştım. O da dünyalar tatlısı, yardımsever bir insandı. Türk tangosunu çok iyi bilirdi. Şimdi Cumhuriyetimizin Müziği: Türk Tangosu diye bir kitap yazıyorum, yarısından çoğu bitti. Yine Oğlak Yayınları’ndan çıkacak. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı için hazırlıyorum. İlk jenerasyon bestecilerimizden de önce yaşamış, tango yazmış Kaptanzade Ali Rıza, Muhlis Sabahattin, Zeki Duygulu, Dramalı Hasan gibi müzisyenler var. Türkiye’ye çoksesli müziğin girmesine öncü olmuşlar. Halk bu çoksesli müziği duyduğu zaman, “yeni ama bizden” olan Türk ve 7. yüzyıl sonundan itibaren gelen Doğu müziği komponentleri, bütün bu Ortadoğu ritimlerini hisseder. Bizim halkımız bunu beğenmekte hiçbir zorluk çekmedi, çünkü kulağına çok yakın geldi. Osmanlı devrinde klasik müzik saray ve camiasında kalmıştı. Çoksesli müzik ise gayrimüslimlerin çok olduğu İstanbul, İzmir, Samsun gibi şehirlerde, Doğudaki bazı şehirlerde bir parça el üstünde tutuluyordu. Cumhuriyet’ten sonra ise ev kadınları çamaşır, bulaşık yıkarken tango söyler. Onun için tangolar sözlüdür. Bir anda ortaya insanlara eşlik edecek bir şey çıkmıştır. 1932 senesinde halk için amatör bir tango ve vals beste yarışması düzenlenir. Bunların notaları elimde var, Millî Kütüphane’den aldım. Bu şekilde de çokseslilik gelişmiştir. Tabii çokseslilikte başka etkenler de var ama bunlar da önemli etkenlerdir. Cumhuriyet’in bize verdiği şeyler saymakla bitmez, bu sadece küçük bir örnektir. Ülkemizdeki potansiyele çok inanıyorum. Necip Celâl Andel ise Batılı anlamda tangoyu ilk ele alan bestecidir. Hemen onunla paralel olarak da Fehmi Ege vardır.
Kitapta aileden, tanıdıklardan, vârislerden aldığınız bilgiler, röportajlar ve görseller yer alıyor. Fotoğrafları nasıl temin ettiniz? Vârisle görüşme sürecini anlatmak ister misiniz?
Necip Celâl’in yeğeni, arkeoloji profesörü Mehmet Özdoğan bilhassa çok yardımcı oldu. Bütün aile arşivini açtı. Necip Celâl’in kardeşi Belkıs Hanım da aynı şekilde. Belkıs Hanım ben Cerrahpaşa’da okurken birinci senemde Fizik laboratuvarında hocalık yapan kişiydi, sonradan fark ettim. Çok asil, son derece kıymetli bir insan. Bütün aile mensupları yardımcı oldular. Mehmet Bey’in kızı Nisan Özdoğan da çok alakalı oldu. Cihat Aşkın çok yardımcı oldu. Ancak internette ismini bilmediğim bir adam kendisine göre bir mizansen bulmuş; Necip Celâl’in Süleymaniye’de tangolarını bulduğunu anlatıyor. Yalan haber, gerçekdışı bir yazı. Olmayan bir olay. Valizin çıktığı doğru ama o valiz bana açıldı. Belkıs Hanım beni haberdar etmişti zaten. O şekilde ailenin desteğiyle bir sürü şey bulduk. Benim elimde de büyüklerimden, müzisyen dostlarımdan bulduklarım vardı, bu şekilde kitap ortaya çıktı.
Onun yaşadığı İstanbul üzerine olan bölümler oldukça ilgi çekici. Niko’nun Gazinosu’ndan İstinye’de oturduğu yalıya, Erenköy’deki köşkten Suadiye Plajı’na, hatta Atatürk’le olan birkaç anısına tanıklık ediyoruz. O dönem İstanbulu’nu, Atatürk’le olan hikâyesini, köşk ve yalı anılarını sizden de dinleyelim mi? Birkaç anı aktarabilir misiniz?
Çok detaylı bir konu tabii İstanbul’un ne kadar mahvedildiği. Nüfus artıyor ama İstanbul’un karakteristik yapısı muhafaza edilmeli. Andellerin Şaşkınbakkal’dan Suadiye’ye kadar arazileri vardı, burada köşkleri vardı. Şimdi orada 17 tane blok apartman var. 10-13 katlı binalar var. Binlerce kişi yaşıyor, eskidense bir tek Necip Celâl Andeller vardı. Benim çocukluğum Suadiye’de, Erenköy’de geçti, içim kanıyor. Ben Andel jenerasyonunda değilim ama biz küçükken sandallarla küçük koylardan denize girerdik. Bütün İstanbul denize girerdi. Bir yerde okumuştum, 150 küsur plaj varmış İstanbul’da, yol yapılacak diye hepsi gitti. Bunlar İstanbul’u İstanbul yapan özelliklerdi, hepsi kayboldu. Necip Celâl’in dediği gibi, Mazi Kalbimde Yaradır. 1970’li senelerde Cemal Reşit’le bazen Beyoğlu’na çıkardık. “Nereden geldi bu insanlar?” derdi. Halka “Sen nereden geliyorsun?” diye sorardı. “Nedir üstün başın?” gibi laflar söylerdi. “Hocam, yapmayın, etmeyin” derdim. Hatta bir gün şakalaştık, “Hocam, size bir şey olmaz, sonra dayağı ben yiyeceğim” diye. Ben o sıralarda Cerrahpaşa’daydım. O da Beyoğlu’ndaki doktorlarına giderdi.

İstinye’deki köşk, iki yalının fotoğraflarını Necip Celâl’in abilerinden fotoğrafa meraklı İhsan Bey çekmiş. Bu ikisini 1950’li senelerde, Marshall yardımında yol yapma bahanesiyle yıktılar. 15 gün öncesinden haber vermişler. Evdeki o güzelim eşyaları 2 haftada taşımak zor olmuş, heba oldular. Yapıla yapıla yol biraz büyütüldü, bir çay bahçesi, bir lokma bahçesi yapılmış, iskele de biraz körfeze doğru çekilmiş. Bugünkü İstinye vapur iskelesinin olduğu yer Necip Celâl’in oturduğu yalıydı. Çay bahçesinin olduğu yer de Cemal Reşit Rey’in oturduğu yalıydı. Recaizade Ekrem Bey’in oturduğu yalı, uzun kahverengi yalı da yok olmuş. Eskiden sandallarla mehtaplı gecelerde halk gelip “Necip Celâl!, Necip Celâl!” diye tezahürat edermiş. O da evdeyse balkona çıkıp tango çalarmış, sandaldakiler tango söylermiş. O zamanın İstanbul vapurlarında dahi tango çalarmış. Şimdi nasıl hediye olarak çiçek, çikolata alıyorsak, o zaman kişiye ithaflı tangolar yazılırmış. Benim elimde bir nota var örneğin. Cerrahpaşa’nın meşhur cerrahi profesörlerinden Kâzım İsmail Gürkan’a ithafen yazılmış bir tango bu. Düşünebiliyor musunuz? Memleketin zorluklarına rağmen ‘30’lu, ‘40’lı senelerde bunlar yaşanmış. II. Dünya Savaşı sırasında müzik öğrensin diye yurtdışına öğrenci gönderebiliyoruz.
Necip Celâl Andel küçük yaşlardan itibaren konserleri takip ediyor. Özellikle İstinye’deki yalılarının komşusu olan Recaizade Ekrem yalısında Cemal Reşit Rey dahil pek çok kabiliyetli müzisyeni dinleme imkânı buluyor. Andel kemana ve klasik müziğe küçük yaşlarda ilgi duymaya başlıyor. Siz onun müzik yolculuğunu nasıl tanımlarsınız?
Necip Celâl’in babası ilk deniz hukuku kanununu yazan kişidir. Hâlâ o deniz hukuku kanunu geçerli. Almanya’ya hukuk okusun diye gönderiyor Necip Celâl’i. Fakat Necip Celâl orada müzik yapıyor. Almanya’da kullandığı eczane benim bir sokak ötemdeydi. Kitapta da mevcut, fotoğrafı var. Ama her şeyden önce doğuştan müziğe çok kabiliyetli insan. Cemal Reşit gibi. O yüzden çok iyi ahbap oldular. Tabiri caizse aynı telden çalıyorlardı. Necip Celâl o yalıda balkonda tango söylerken, Cemal Reşit çıkarmış, “Yaşa Necip Celâl, var ol Necip Celâl” dermiş. Türk müziği, Batı müziği ayrımı da yok. Bana Cemal Reşit hep şunu derdin: “Katiyyen müziğe pasaport verme!” Örneğin Cemal Reşit’in en büyük arzularından birisi, o zaman Zincirlikuyu’daki meydanda konser vermek. Bir tarafta barok orkestrası otursun, öbür tarafta Türk müziği grubu kurulsun. Bir tarafta Bach, diğer tarafta Dede Efendi çalsın isterdi. Batı müzikçilerin çoğu Türk müziğini küçük görüyor, Türk müziği Batı müziğini küçük görüyor. Aletlerin isimlerini değiştiriyorlar. Allahtan bu şimdi azalıyor. Gittikçe daha ulusal bir müzik olmaya başladı. Düşman olunacak alanlar değil, dünyada pek az ülkede olan, birbirinden çok farklı müziğin bir araya gelmiş olması. Birbirinden çok farklı şeyler bunlar. Günümüzde çok fazla kalitesiz müzisyenler de laf sahibi olmaya başladı.
Örneğin Necip Celâl’in Mazi’sini yaylı tamburlarla, utlarla, tangoyla, gitarlarla, davullarla, alakası olmayan aletlerle çalıyorlar. Notaları çalmak bir şey ifade etmez ki… O zaman kürdilihicazkârı da, peşrevi de trombonla çalın, olur mu olur! Ama çalınan aletin ortamı gibi pek çok şey müziğin içindedir. Bu çok mühim bir şey. Cemal Reşit Rey, Serencebey Yokuşu’ndaki evine yakın çay bahçesine sıkça gider, Boğaz’ı izlerdi. Bir kere bana anlatmıştı, yanına beş-altı genç gelmiş. Mozart’ın 40. Senfonisi’ni masaya vurarak söylemiş. Cemal Reşit Rey onlara “Biraz saygı, biraz hürmet!” demiş. O zamanlar pop versiyonu vardı. Gitarlarla, başka aletlerle çalınırdı. Düşünecek olursak hakikaten öyle. Türk müziğini alıp da Batı sazlarıyla çalmak mümkün ama onun karakteristiği değil. Aynı şekilde bir klasik senfoniyi veya tangoyu alıp da Türk müziği aletleriyle çalmayı da yapıyorlar. Seslerini kaydırıyorlar. İlgi de var buna. Türk müziğine vâkıf olamamış şarkıcılar seslerini kaydırarak okuyorum zannediyorlar. Karşısında dinleyenlere de okuyorum zannettiriyorlar.
Andel’in tangolarındaki üstün kalitenin en önemli nedeninin klasik müzik alanındaki tecrübeleri olduğunu söylüyorsunuz. Klasik müziğin Andel’in tangolarına olan etkisini anlatmak ister misiniz?
Necip Celâl’in eserlerinde basmakalıp şeyler yoktur. Bir sürü tangoda pop müziğinde olduğu gibi ufak bir fikir tekrar eder. “Bir an önce yazılsın, para kazanalım” fikri vardır; bunun için üç gün dinlenir, sonra unutulur. Düşünülmeden yapılan işler bazı tango bestecilerinde var. Elimde 450’ye yakın tango var, yeni kitaba girecek. Necip Celâl’de bu yok. Nasıl beste yapılır, nasıl fikir geliştirilir? Nasıl zirveye çıkılır, inilir? Kompozisyon derslerinde okutulan bütün şeyler adamda zaten var. Besteci olarak da kendini çok geliştirmiş, büyük söz yazarlarıyla çalışan biriydi.

“Mazi” gibi Türk tangolarından ilki olarak tarihe geçen birinin hayatını araştırmak sizin için nasıl bir süreçti?
Yardımcı olan kişilerin rolü çok büyüktü bu işin içinde. Öbür evlerin hiçbiri yok ortada. Sultanahmet’te yapılan üç katlı apartman vardı bir tek. Çok da nazik insanlar. Evleri için dört kata kadar izin varmış o zaman, sırf Sultanahmet’in silüeti bozulmasın diye üçüncü katta durmuşlar. Böyle insanlardı bunlar. Profesör Mehmet Özdoğan bana bu vesikaları verdi. Sevgili Nisan da çok yardımcı oldu. Başka uzaktan tanıdıklarla konuştuk. Afif Andel var, çok muhterem bir dost. O zaman Mudanya’da yaşıyorlardı, onlarda kaldım. Bana çok bilgi verdi. Necip Celâl amcası oluyor Afif Bey’in. Konuşmalarımızı kayda geçirdim. Necip Celal hakkında birçok bilgi oldu tabii, o da pek çok resim verdi. Merakı cezbeden, keyifli konular oldu. Belkıs Hanım’ın evine gittiğimde epey anlattı. Geçmişi çok iyi anlatıyor, ağzım açık dinliyorum, not alıyorum. Ama günümüzü pek hatırlamıyordu. Geçmişi ne kadar iyi anlatıyorsa günümüzde o kadar şaşırıyordu. Bana arada “Arkadaşı mıydın?” diye sordu örneğin. Bir gün Sultanahmet’teki evden çıktım. Biraz yolu uzattım, arnavutkaldırımlı yokuşlardan denize indim. Arnavutkaldırımlı yollarda takıla takıla iniyorum. Aksak yürüyorum. Birdenbire o aksak ritim, Necip Celâl’in en sevdiğim tangosu “Kimse Sevgimi Bilmez”i aksak ritimle aranje etme fikrini verdi. O yollardan sahile indiğim zaman aşağı yukarı eserin aranjmanı kafamda teşkil etmişti. Kitabın arkasındaki CD’den dinleyebilirsiniz. Belkıs Hanım’a yaptığım ilk ziyaretin sonucudur.
Şu anda Cumhuriyetimizin Müziği: Türk Tangosu adlı bir kitap hazırlamaktasınız. Tango üzerine araştırmalarınız ve kitap hazırlığınız nasıl devam ediyor?
Aşağı yukarı bitti. Eş dost, pek çok müzisyen arkadaşımızın yolladıkları notalar, kayıtlar oldu. Bende eskiden kalma, Fehmi Ege’nin verdiği notaları vardı. Kendi el yazısıyla yazdığı 60-70 tango bende vardı, bana vermişti. Ankara Millî Kütüphane çok yardımcı oldu, müdüründen çalışanlara çok yardım ettiler. Çok güzel bir tecrübenin yanı sıra çok da kötü bir tecrübem oldu. Eski taş plakları dijitalize etmişler ama bütün tangoları yavaş devirde kaydetmişler. Cenaze marşı gibi duyuluyor. Çok da büyük bir arşiv. Bana düzelteceklerine dair söz verdiler ama kim yaptıysa hatalı yapmış. Bana zorluk çıkarmadı, ben müzisyenim, bir şekilde idare edebildim ama olacak iş değil. Tango eserini tesadüfen Türk müziğinde buluyorum örneğin, bunun olmaması gerekir.
Önceki Yazı

Kurmacanın güzelliği:
Polis yok!
“Coleridge, romantik karakterlerin bir hakikat duygusu oluşturabilmesi için 'inançsızlığın askıya alınması'nı istiyordu okurdan. İnsan, söylenenler gerçeklikten ne kadar uzak görünse de inanmaya istekliydi aslında. Eco'nun daha sonra 'kurmaca anlaşması' olarak tanımlayacağı şey...”
Sonraki Yazı

“Ülkü Tamer toprakları”nda
bir neşeli gezinti
“1991 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’na layık görülen Alleben Öyküleri, Antepli Ülkü’nün gerçek içinde ufak kurgu oyunları. İlk öyküde halası Sitti Zeynep’e doğrudan yer verirken, Macı Hüseyin’le sinema macerasına atılan Mehmet Ali bizzat sinema tutkunu minik Ülkü sanki...”