• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • EVVEL ZAMAN
  • VİTRİNDEKİLER

“Ülkü Tamer toprakları”nda

bir neşeli gezinti

“1991 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’na layık görülen Alleben Öyküleri, Antepli Ülkü’nün gerçek içinde ufak kurgu oyunları. İlk öyküde halası Sitti Zeynep’e doğrudan yer verirken, Macı Hüseyin’le sinema macerasına atılan Mehmet Ali bizzat sinema tutkunu minik Ülkü sanki...”

Ülkü Tamer

ELİF KARALAR

@e-posta

PORTRE

30 Mart 2023

PAYLAŞ

Bu yazıda ölüm yıldönümünde, şimdilerde yıkılmış memleketinin acısı içimizde, “Ülkü Tamer topraklarında” anılarından öykülerine uzanan bir yolculuğa çıkacağız. Bu denli üretken, yaşama ve insana çok kuvvetli bir sevgiyle bağlı olan bir insanı tek kalemde fethetmek mümkün değil elbette, dolayısıyla bu deneme olsa olsa bir keşif gezisi olabilecek. Ülkü Tamer topraklarında birtakım patikalara saparak belirli bir perspektifle bu toprakların yol haritasını oluşturma gayretiyle başlayalım o halde.

Hafıza patikası: Ülkü Tamer’i “böyle” bilmezdim

“Hatırlamak en büyük düşmanıdır yalnızlığın
Ucunda yaşamak var”

–Ülkü Tamer, “Çünkü Çarşılardan Geçtim”

Ülkü Tamer, anı kitabı Yaşamak Hatırlamaktır’ı kaleme almaya yukarıdaki dizenin düsturunca karar vermiş olmalı.

Kitabı okumakla, Alleben Irmağı’ndan kopup gelen Ülkü Tamer’i “böyle” bilir olmak iki anlama geliyor; ilki, onu böylesine yakından tanımak; ikincisi, bildiğimiz anlamıyla bir şairden fazlasını tanımak. İlk “böyle(sine)”, herhangi bir anı, biyografi ya da otobiyografi kitabını okumakla edinilebilecek bir deneyim. İkinci “böyle” ise, ilk olarak Zülfü Livaneli’nin 1986’da çıkan Güneş Topla Benim İçin albümünün şarkı sözlerinden bildiğim Ülkü Tamer’i gerek lise yıllarında gerek sonraları yalnız bir şair olarak tanırken, tiyatrocu, öğretmen, çevirmen ve yayıncı Ülkü Tamer’le tanış olmakla alakalı.

Antepli bir oğlan

1937’de İpekçi Tahsin’in oğlu olarak Antep’te doğan Ülkü Tamer, çocukluğunu ve ilkgençliğini geçirdiği bu kentin ‘40’lar ve ‘50’lerdeki renkli panoramasını sunuyor. Nakip Ali Sineması, Amerikan oyuncuları ve Antep’in kültürel yaşamına dair çok renkli anılardan derleme bu panorama, bir Antepli olarak benim de annemin babamın, büyükannemin büyükbabamın anılarından bildiğim Nakip Ali Sineması’nın kentin sosyalleşme dinamiğinin önemli bir parçasını oluşturduğuna işaret ediyor. Tüm bu anıları okuduktan sonra Alleben Öyküleri’nin tamamıyla kurgusal öyküler olmadığını saptamak yanlış olmayacaktır; bu kitapta derlenen öykülerinde ya karakterler ya da genel atmosferin imkân tanıdığı olaylar kurgu çatısı altında sunuluyor aslında.

Robert Kolej’de öğrenime başladığı yıllarda, sinemaya ek olarak hayatına tiyatro ve futbol dahil oluyor. Birçok oyun çevirip gerek İstanbul’da gerek farklı illerde turnelere giderek birçok defa sahne alıyor Ülkü Tamer; çevirmenlik ve oyunculuk ilerleyen yıllarında da hayatındaki yerini koruyor.

Robert Kolej’de vakit geçirdiği isimler arasında kimler yok ki… Genco Erkal, Üstün Ergüder, Cevat Çapan, Özer Kabaş…

Gençten bir şair

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrenimi, Onat Kutlar’ın “İnsan önce Hukuk Fakültesi kantininden mezun olur, sonra da Hukuk Fakültesi’nden mezun olur” düsturunca geçerken, kısa sürede hukuktan devam etmemeye karar verip Gazetecilik Enstitüsü’ne geçiş yapıyor. Burada da bir süre vakit geçirip sonunu getirmeden bırakıyor.

Bol şiirli bu yıllar, Behçet Necatigil’in “Yahu, her gün bir yerde okuyoruz. Müzeyyen Senar’ı geçtik” yakarışına sebep olacak kadar sık düzenlenen edebiyat matinelerinde geçiyor. Edebiyat matinelerinde eserlerini okuyanlar arasında Özdemir Asaf, Attilâ İlhan, Âsaf Halet Çelebi, Behçet Necatigil gibi isimler var.

Robert Kolej’de Yeditepe’de okuduğu bir yazısıyla, bir edebiyat sınavında Mehmet Rauf’u anlatması istendiğinde şaşırıp Memet Fuat’ı anlatacak kadar çok sevdiği Memet Fuat’la da bir matine çıkışında tanışıyor; yanında arkadaşları Onat Kutlar, Kemal Özer ve Adnan Özyalçıner. Şiirlerine ısınmadığını düşünüp o gün Memet Fuat’a çeviri yapmak istediğinden bahsediyor. Böylelikle Memet Fuat’ın aracılığı sayesinde Yaşar Nabi’yle yayıncı-çevirmen ilişkisi başlıyor. Varlık’ta ilk çevirisi Mutlu Prens. Memet Fuat’ın De Yayınevi ve Yeni Dergi’nin kuruluşlarına da şahitlik eden Tamer kısa sürede Yeni Dergi’nin şairleri arasında yerini alıyor ve kitapları De Yayınevi’nden basılmaya başlıyor.

Tüm bunları anlatışında dikkatimi çeken nokta, gerek yazdığı şiirlere ve oyunlara gerek çeviri metinlerine çok az değiniyor olması. Eserleri bir şairden bekleyeceğimden çok daha az yer ediniyor sanki yaşamında. Günlük hayatının ayrıntılarını yazamayacağı, dolayısıyla yazma süreçlerine yer vermemiş olduğu düşünülebilir pekâlâ ama yeri geldiğinde birçok olayı ve günlük hayatındaki yerini çok daha ayrıntılı anlattığı oluyor. Nitekim öğretmenlik dönemi, yayıncılık dönemi hoş ayrıntılarla bezeli. Oysa şiirle ilişkisine ancak dergiler vasıtasıyla değiniyor. Mesela, a dergisi’nin kuruluşu: Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar, Doğan Hızlan, Asım Bezirci, Ergin Ertem, Demir Özlü, Ferit Öngören, Feridun Metin Aksal, Edip Cansever’in ortak çocuğu…

Yaşarken hissettiği bu muydu bilmem ama okurken bana, şiirlerinden ziyade yayımlandıkları dergilerle, gazetelerle yoğun bir sevgi, heyecan, vefa ilişkisi içindeymiş hissi verdi.

Sınıfta bir yedek subay

Askerliğini ilkokul öğretmeni olarak yaptığı dönemde, Tamer’in çocukların güvenini ve gönlünü kazanma uğraşları okulda çok renkli ve yeni bir atmosfer oluşturuyor. Sosyo-ekonomik açıdan düşük gelir düzeyine sahip bir mahallede, en fazla liseye kadar gelebilen çocukların öğretmeni olarak, cesaretlendirici ve dönüştürücü rolüyle onların üzerinde kuvvetli bir tesir bırakıyor. Çocukların sinema merakının üzerine gidip sınıfa Yılmaz Güney ve Cüneyt Arkın’ı çağırdığında yalnız okulu değil, mahalleyi de bir coşku havası sarıyor. Öğretmenlik döneminin bu çok keyifli ve tesir bırakan anılarında, kitap boyunca Ülkü Tamer’in nev-i şahsına münhasır özellikleri arasındaki samimiyet ve “girdiği her işe ruhu ile giriyor olmasının” izini sürebiliyoruz.

Bu döneminde beni etkileyen bir başka yönü, etrafında olup biteni hassasiyetle ve gerçekçi bir zeminde okuyabiliyor ve açık yüreklilikle çıkarımlarına göre hareket edebiliyor oluşu. Bu duruma çok hoş bir örnek, müfredata karşı verdiği savaş:

Aya ilk ayak basan kimdi? Collins mi, Armstrong mu, yoksa adını şimdi hatırlayamayacağım üçüncü astronot mu?

Çocuklara bunu öğretmem gerekiyordu. 1960’larda, Okmeydanı’nda geceleri sinemada gazoz satarak, sabahları okula gelmeden kaynakçıda çalışarak eve ekmek parası götüren, beş dakika uzaklıktaki Şişli’yi bile görmemiş öğrencilere.

Protein almaları için her gün et yemelerini söyleyecektim. Yirmi beş kuruş için sınıf basan kadının çocuklarına.

Programı da, üniteyi de bir yana bıraktım, kendi bildiğim gibi ders vermeye başladım. [1]

Yayıncı bir cevelan

Ülkü Tamer, Türkiye’nin ilk telif ajansı şirketi ONK’ta çalıştığı yıllarda, Londra’dan dönüş uçağında Abdi İpekçi ile karşılaştığında Milliyet Yayınları’nın başına geçme teklifi alıyor ve yayıncılık serüveni başlıyor. Milliyet Çocuk dergisini ihya etme kararlılığıyla dergiyi yeniden tasarlarken, tüm karşı görüşlere rağmen “çocuklara büyük dergisi” vizyonuyla hareket ediyor:

Atasözlerine pek düşkünlüğüm yok. Birbirleriyle çelişkili nicelerine rastlamışımdır. Ama “Ağaç yaşken eğilir“in doğruluğuna yedek subay öğretmenlik döneminde tanık oldum, Milliyet Çocuk dergisi serüvenim sırasında da iyice inandım.

Dergiyi hazırlarken neredeyse herkes “Aman,” diyordu, “bol bol çizgi roman koyun. Çocuklar onlara bayılıyor. Yazıları az tutun. Yoksa sıkılır, dergiyi bırakırlar.”

“Peki ama,” diye düşünüyordum, “biz de çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışmazsak, kim yapacak bunu?”

“Çocuklar değişir” dedim kendi kendime.[2]

Milliyet’teki yıllarında bunun gibi birçok başka yeniliğe de önayak oluyor Ülkü Tamer. Çocukluğundan itibaren yenilikçi adımlar atmakta hevesli ve attığı adımların hakkını veren biri olarak onda müesseseleşmiş bu özelliği, yaptığı işe samimiyetle ruhunu katabiliyor olmasından kaynaklanıyor, bana kalırsa.

Şimdiden bakıldığında, kuralların bugün olduğu kadar keskin çizgilerle belirlenmemiş olması, kurumsallaşmanın önünde bir engel olarak telakki ediliyor. Halbuki kuralların oluşturulma sürecine dahil olabilmiş Ülkü Tamer gibi isimler, kendilerinden katarak meydana getirdikleri her bir oluşum ya da faaliyete, tanımı ve eylem alanı belirlenmiş kurumsal bir işin dişlilerinden biri olarak katılmanın ötesinde, samimiyet, özveri ve gönül işi olarak yaratıcı ve dönüştürücü bir tesirde bulunma olanağına sahipti.

Bana öyle geliyor ki, bu durum takım çalışmasına ve bireysel mevki ve kazancın birincil olmamasına da olanak tanıyor. Günümüzde, yapılan işte çarkın dişlisi olarak var olabilme sınırlılığı, dişli olmanın anlamını her iki anlamda da sahiplenmeye mecbur bırakıyor insanları. Bu iki anlam, yapılan işin fonksiyonun gerçekleşmesi için tek bir insanın, küçük de olsa katkısının gerekli olması ve bireysel varlığına karşı tehdit oluşturabilecek bir engelle karşılaşma halinde sivri dişli bir yırtıcıya dönüşebilme imkânı.

Kırık dişli bir rüya gezgini

Söz konusu Ülkü Tamer olduğunda, tüm anılarından ve bende uyandırdığı hislerden bahsetmem imkânsız. Dolayısıyla bu kadarıyla yetinip anı kitabına dair bu anlatıyı kendi yaşamımda da önemli bir yere sahip olan “rüya” bahsiyle kapatacağım.

Çocukluğunda ninesinin rüya tabirlerinden, rüyada dişinin kırıldığını görmenin bir ölüm haberine işaret etmesi aklında kalmış. Şimdilerde hayatta olsa, ağzında diş kalmadığı rüyalardan uyanırdı herhalde.

Yaşamı boyunca dört kere dişinin kırıldığını görmüş Ülkü Tamer, her birinde de bir ölüm haberi almış. Sonuncusunda dişi öyle şiddetli kırılmış ki, kendisinin öleceğine yormuş bu rüyayı. Tedirginlikle geçen saatler Abdi İpekçi’nin vurulduğunun haberini getirmiş.

Abdi İpekçi’nin ardından şöyle söylüyor:

Bazı insanlar vardır, tanıdığınıza sevinirsiniz. Onları tanımak onur verir size, değerinize yeni değerler katar.

Bazı insanları tanımak ise bunun ötesinde, bunların üstünde duygular yaratır.

“Onu tanıdım ya, dünyaya geldiğime değdi!” diyebileceğim birkaç kişiden biriydi Abdi Bey.[3]

Öykü patikası

1991 yılında Yunus Nadi Öykü Armağanı’na layık görülen Alleben Öyküleri, Ülkü Tamer’e tanış olmak bahsinde değindiğim üzere, Antepli Ülkü’nün gerçek içinde ufak kurgu oyunları. İlk öyküde halası Sitti Zeynep’e doğrudan yer verirken, Macı Hüseyin’le sinema macerasına atılan Mehmet Ali bizzat sinema tutkunu minik Ülkü sanki. Çete İsmail ve Şekerci Asım’ınsa ‘40’ların Antepi’nde karşılaşmanın pek olası olduğu tipler olduğuna şüphe yok.

Bu tür bir gerçek içinde kurgu, “kurgulu gerçek”in en az Ülkü Tamer kadar ustalıklı bir başka örneğini yine bir Antepli olan Mitat Enç’te bulmak mümkün. Enç’in Uzun Çarşının Uluları, kurgusal bir Uzun Çarşı etrafında dizilmiş esnaf ve mahalle ahvaliyle tanış olma imkânı sunuyor okurlarına. Burada da elbette hikâyesi anlatılan tüm karakterler, Enç’in çocukluğu ve gençliğinden kalma hafıza akıntılarının kurgu ile birleşmesinden nasipli.

Sıddık Akbayır, Artful Living’deki Şair Hikâyeleri köşesinde Onat Kutlar ve Ülkü Tamer’in kurguda saklanan gerçeği, gerçekte ziyaret ettikleri anıyı kaleme alır. Bu ziyaret, Alleben Öyküleri’nde Çete İsmail ve kızının girişinde 25 kuruşa kravat bağladığı pavyonadır. Ziyaretin gerçekleştiği tarihte pavyona giriş için kravat takma zorluluğu kalkmış, Çete İsmail’in anısı ancak Alleben Öyküleri’nde kalmıştı. O sebepten olsa ki, Ülkü Tamer, Onat Kutlar’a üzerinde “Bir dağın ardından yüzüme doğru / güneşi savuran kardeşim rüzgâr, / söyle bana, anlat, kış pusuda mı?”[4] yazan bir kâğıt verir ve o esnada tarihin kışı getirdiği solmuş anılara güneş açtıran Ülkü Tamer’e solistin Güneş Topla Benim İçin şarkısı selam verir.

İşte görüyoruz ki, Alleben Öyküleri bir anlamda Ülkü Tamer’in ardında bıraktığı oto-kurmacalarıyla, özellikle bugünlerde oldukça sert esen zaman rüzgârına karşı bizler için topladığı güneşlerin sıcağında ısınmak imkânını sunarken, bir yandan da şiirdeki kuvvetli kaleminin zeminine dair fikir veriyor.

Bir diğer öykü kitabı, 2016 yılında yayımlanmış Tarihte Yaşanmamış Olaylar, Ülkü Tamer’in yayımlanan son kitabı. Ülkü Tamer burada karşımıza “moc-history” öyküleriyle çıkıyor. Tarihsel kurgularıyla geçirdiğim zamanda en az Woody Allen’ın “moc-documentry” olan Zelig filmi kadar eğlendiğimi söyleyebilirim. Ayak basılmamış egzotik ada insanlarının bilinmeyen hikâyelerinden, hikâyesi oldukça iyi bilinen Brutus’ün Roması’na; 13. yüzyıl Avrupası’ndan 14. yüzyıl Amerika yerlilerine; Kraliçe Elizabeth’in yeğeninden, Hitler’in ordusundan kaçan Alman teğmenin hikâyesine değin uzanan hikâyelerle dünya üzerinde farklı zaman ve farklı mekânların olası yaşanmışlıklarına doğru bir yolculuk kapısı aralıyor okurlarına.

Tarihin büyük anlatıları içinde kaybolan “küçük” insanın gündelik hayat hikâyelerine Cemal Kafadar’ın Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken ve Carlo Ginzburg’un Peynir ve Kurtlar kitabıyla çıktığım yolcuklardan keyifle dönmüş bir okur olarak Tarihte Yaşanmamış Olaylar’da Ülkü Tamer lokomotifi ile gezindiğim topraklardan da elim boş dönmedim. Mitologia’nın çevirmeni, tarih ve kurgu ilişkisinin farkındalığını barındıran zihniyle kurgudaki ustalığını bir araya getirerek kaleme aldığı bu öyküleriyle, koltuğumda oturup harften raylar üzerinde tarihin içinde kaybolmuş insanların duygu-düşün dünyalarına doğru bir yolculuk yapmış oldum.

Epilog

Tüm bu keşif gezisinin ardından, Ülkü Tamer’i, güneşi enkazlara saklanmış hemşerilerini ve depremden etkilenmiş herkesi gönlümden geldiğince selamlayabilmek için onun “Ağıt” şiirinden daha uygun bir yol olamaz sanırım:

“Bu toprakta kalır adın

Tohumların arasında

Yeşilinde tarlaların

Başakların sarısında

 

Yıllar geçse de aradan

Kopar gelir ırmaklardan

Işır yine kurşunlanan

Dostlarının yarasında”

 

 

NOTLAR:

[1] Yaşamak Hatırlamaktır, s. 242-243.

[2] Yaşamak Hatırlamaktır, s. 320-321.

[3] Yaşamak Hatırlamaktır, s. 331.

[4] Sıddık Akbayır’ın Artful Living’deki yazısı için bkz. 

Yazarın Tüm Yazıları
  • abdi ipekçi
  • alleben öyküleri
  • Tarihte Yaşanmamış Olaylar
  • ülkü tamer
  • yaşamak hatırlamaktır

Önceki Yazı

SÖYLEŞİ

Ertuğrul Sevsay ile söyleşi:

Necip Celal Andel, Türk tangosu ve İstanbul'a dair...

“Necip Celâl benim çok beğendiğim bir besteci. 11 tane tango yazmış, hepsi birbirinden mükemmel. Diğer büyük tango bestecilerinden Fehmi Ege ile de ortaokul sıralarında tanışmıştım. Şimdi Cumhuriyetimizin Müziği: Türk Tangosu diye bir kitap yazıyorum, yarısından çoğu bitti. İlk jenerasyon bestecilerimizden de önce yaşamış, tango yazmış Kaptanzade Ali Rıza, Muhlis Sabahattin, Zeki Duygulu, Dramalı Hasan gibi müzisyenler var...”

ESİN HAMAMCI

Sonraki Yazı

EVVEL ZAMAN

Bir şehirli kadının gözünden

“1950’lerde Türk ev kadınının

gündelik hayatı”

“1950’de Nilüfer mecmuasının haziran ayında çıkan 61. sayısında Fazilet Ete adlı bir kadının konuşmasına yer verilir. Bu konuşma, dergide yazının başındaki bilgiye göre o dönemler kurulmuş Türk-Amerikan Kadınları adlı dernekte muhtemel ki İngilizce olarak gerçekleşmişti...”

AGAH ENES YASA
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist