Erkin Özalp ile söyleşi:
Devrim ve mücadele stratejileri üzerine
“Şu ya da bu şekilde iktidara gelme ve iktidara gelindiğinde şu ya da bu şekilde onu elde tutma kaygıları başka her şeyin önüne geçtiğinde, halkı siyasal mücadelelerin öznesi kılma hedefinden uzaklaşılıyor.”
Isla 70 (Ada 70), Raúl Martínez, 1970, Havana müzesi.
“Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek, insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamak mümkün mü?”
Bugün bu soruyu, mikrofon uzatıp herhangi bir şehrin meydanındaki “halka sorsak”, ekonomiden, çarşı pazardan dem vurup “Mümkün değildir” yanıtını almamız muhtemeldir. Fakat aynı soruyu Soma’dan Ankara’ya yürüyen maden işçilerine ya da Çatalca’da direnen Polonez işçilerine sorarsak, “Eğer istersek mümkündür” yanıtını almamız da muhtemel. Dolayısıyla verilen yanıtlar direnişe ve dolayısıyla olası bir devrime olan bakış açısıyla ve içinde bulunulan ya da öyle olduğu “hissedilen” şartlarla doğru orantılıdır dersek yanlış olmaz. Peki, kapitalizm ve kâr hırsı insanların gözünü bu kadar kör etmişken, dünyadaki sosyalist devrim örnekleri olumsuz sonuçlanmışken ve özellikle Batıda faşizmin yükselişe geçtiği haberleri kol gezerken umutlu olmak ve yukarıdaki soruya “Mümkündür” demek gerçekten mümkün müdür?
Marksist yazar ve çevirmen Erkin Özalp,[*] Yordam Kitap’tan çıkan Devrim Nasıl Yapılır? adlı kitabında farklı ülkelerdeki devrim deneyimlerini ele alarak bu soruya olumlu yanıt vermenin yollarını arıyor. Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında başvurulan mücadele stratejilerini somut deneyimler ışığında değerlendiren Özalp, insanlığın kurtuluşunu yakınlaştırabilecek olan devrimlerin nasıl yapılabileceğini ana hatlarıyla tartışarak somut önerilerde de bulunuyor. Bu kitap vesilesiyle Erkin Özalp’le yaptığımız röportajda devrimlere ve elbet bir gün gelecek olan o güzel günlere umudumuzu artırmaya çalıştık.
Devrim Nasıl Yapılır? adlı kitabınız Yordam Kitap tarafından yayımlandı. Bir kitap için iddialı bir isim ve adında bir “reçete” olduğu imasını da barındırıyor. Buna katılır mısınız? Bu kitabın devrimin nasıl yapılabileceği hakkında bir yol göstericiliği var mı?
Aslında hem arka kapak hem de sunuş yazılarında bu kitabın bir “reçete” sunmadığı söyleniyor. Ayrıca, kitabın alt başlığı olarak “Dünyada Strateji Arayışları”nı seçerken, bir tür reçete olarak da görülebilecek olan tek bir stratejiyi tartışmadığıma işaret etmeye çalışmıştım.
Ama diğer yandan, kitapta devrimin nasıl yapılabileceği tartışmasını mümkün olduğunca somut bir düzleme çekmeye de çalıştım. Ele aldığım deneyimlerin kendi aralarındaki etkileşimler, farklı ülkelerde devrim mücadelesi yürütenlerin birbirlerinden pek çok şey öğrenebileceğini gösteriyor. Örneğin Nepal’deki Mao’cuların en önemli esin kaynakları arasında Peru’daki Mao’cuların yürüttüğü silahlı mücadele vardı. Podemos, “İspanya’nın Syriza’sı”nı yaratma hedefiyle yola çıkanlar tarafından kurulmuştu.
Kuşkusuz, hiçbir örnekte tıpatıp kopyalama söz konusu değil. Her ülkenin solcuları ve devrimcileri, bir yandan başkalarından öğrenirken, diğer yandan kendi öznel ve nesnel koşullarıyla uyumlu stratejiler geliştirmeye çalışıyor. Ve ele aldığım çok sayıda somut deneyimin, bir bütün olarak ve eleştirel bir şekilde ele alındıklarında hayli yol gösterici oldukları kanısındayım.
Kitapta çok sayıda somut devrim deneyimini değerlendiriyorsunuz, ancak bu deneyimler hüsranla sonuçlanıyor. Bundan sonrası için umutsuz mu olacağız? Bir öngörünüz var mı?
Henüz hüsranla sonuçlanmamış olan birkaç deneyim üzerinde de durdum aslında. Ama haklısınız; genel tablo, devrim mücadelesi yürütenlerin 21. yüzyılda da somut kazanımlar elde edebildiğini, buna karşılık kazanımların kalıcılaştırılamadığını gösteriyor. Buradaki sorun bence kitabın ilk cümlesini oluşturan soruyla bağlantılı: “Küçük azınlıkların büyük çoğunluklara hükmetmesine son vererek insanların kendileriyle ilgili her tür kararı özgürce kendilerinin almasını sağlamak mümkün mü?” Şu ya da bu şekilde iktidara gelme ve iktidara gelindiğinde şu ya da bu şekilde onu elde tutma kaygıları başka her şeyin önüne geçtiğinde, halkı siyasal mücadelelerin öznesi kılma hedefinden uzaklaşılıyor. Halkın aktif mücadelesinin yerini pasif bir destek aldığında, emperyalist devletlerin ve sermaye sahiplerinin saldırılarına direnmek zorlaşıyor. Bunun önüne geçmek için hem iktidara gelme mücadelesini hem de iktidarın kendisini, halkı siyasal mücadelelerin gerçek öznesi kılmanın araçlarına dönüştürebilmek gerekiyor. Bundan sonra somut devrim stratejileri geliştirmeye çalışacak olanların önünde, eldeki deneyimlerden hareketle, yeniden hüsranla karşılaşmamak için yapılması gerekenleri tarif etme görevi de duruyor. Bu görevin ikna edici bir şekilde yerine getirilmesinin devrim mücadelelerinin kitleselleşmesine de önemli katkılarda bulunacağını düşünüyorum.
Kitapta ele aldığınız dünyadaki strateji arayışlarından biri de Avusturyalı komünistlere Graz’ın belediye başkanlığını kazandıran yerel çalışmalar. Graz’daki komünistleri başarıya götüren nedir? Türkiye solu nasıl başarılı olur?
Avusturya Komünist Partisi çok uzun yıllar boyunca “ihmal edilebilir” sayılan bir parti olmanın ötesine geçememişti. Bu partinin Steiermark eyalet örgütü, 1980’li yılların sonunda, parti merkezinden bağımsız bir şekilde, halk için yararlı işler yapan bir partiye dönüşerek yerel seçimlerde daha başarılı sonuçlar elde etme hedefini benimsedi. Fransız Komünist Partisi’nin Lille örgütü tarafından, evlerinden zorla çıkarılmasına karar verilenlere destek olmak amacıyla bir telefon hattının açılması örnek aldıkları deneyimler arasındaydı. Graz’daki yoksulların konut sorununa ağırlık vererek, temsilcilik ve yöneticilik gelirlerinin büyük bir bölümünü zor duruma düşenlere bağışlayarak, her yıl “açık hesaplar günü” düzenleyerek 2021 yılına gelindiğinde Avusturya’nın en büyük ikinci kentindeki yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkmayı başardılar. Bu arada, Avusturya Komünist Partisi’nin kendisi de son yıllarda Graz deneyimini örnek alarak politikalarını değiştirdi ve bu yıl düzenlenen genel seçimlerde yüzde üçlük barajı aşmaya çok yaklaştı. Halkın somut sorunlarına somut çözümler üretme çabası özellikle yerel siyasal çalışmalarda daha büyük bir önem taşır. Belçika Emek Partisi de ihmal edilebilir bir parti olmaktan çıkma mücadelesini yerel siyasal çalışmalarıyla başlatmıştı. Tek başına yerel çalışmalar ulusal ölçekli başarıları güvence altına almaz elbette. Ama Türkiye solunun da yerel çalışmalarını daha sistemli hale getirmek ve bunların ülke ölçeğindeki mücadelelere katkısını artırmak için dünyadaki deneyimlerden daha fazla yararlanması gerektiğini düşünüyorum.
Syriza deneyimleri sol açısından hayati sonuçları olan bir tartışma alanı. Syriza’yı koşulsuz savunanlar olduğu gibi, Syriza’nın stratejisini çok ciddi bir kuşkuyla karşılayıp eleştirenler de oldu. Başarıları ve eksik kalan yanlarıyla Syriza deneyimleri bizim için ne anlam ifade ediyor?
Syriza’nın en önemli başarısı, Avrupa Birliği ve IMF tarafından dayatılan ve düzen partileri tarafından uygulamaya sokulan kemer sıkma politikalarına karşı 2010 yılında başlayıp 2012 yılına kadar süren kitlesel protesto gösterilerine katılanların büyük bir bölümünün siyasal temsilciliğini üstlenebilmesiydi. Dahası, en azından başlangıçta, “Radikal Sol Koalisyon” adıyla uyumlu radikal talepler de ileri sürmüştü. Ne var ki, iktidara yaklaşırken ve iktidara geldikten sonra radikal taleplerinin çoğunu rafa kaldırdı. Temel sorun, Yunanistan halkına diz çöktürerek başka ülkelerdeki radikal arayışların önünü kesmek konusunda kararlı olan emperyalist devletlere karşı halkın desteğini alabilecek olan bir mücadele stratejisinin geliştirilmemiş olmasıydı. Halk bir yana, Syriza’nın kadroları bile partinin pazarlık stratejisinden büyük ölçüde habersizdi. Ve bir halkoylamasında emperyalist devletlerin dayattığı koşulların Yunanistan halkının büyük çoğunluğu tarafından reddedilmesine rağmen, Syriza’nın az sayıdaki üst düzey yöneticileri boyun eğme kararını alarak hayata geçirebildi. Eğer toplumu gerçekten de devrimci bir şekilde dönüştürmek istiyorsanız, kadroların sahiplendiği, halkın desteğini alan somut bir mücadele stratejisini geliştirme işini daha fazla ciddiye almanız gerekir.
Latin Amerika’da soldan esen rüzgâr ve buna bağlı gelişen hareketler Türkiye’de de heyecan yaratmıştı. Şimdi durum nedir? Otoriter tahakkümünün bunalttığı Türkiye gibi ülkelere Latin Amerika örneği ışık tutar mı?
Kuşkusuz, Latin Amerika’dan tek bir ülkeymiş gibi söz edemeyiz. Örneğin, sosyalizm hedefiyle yola çıkmış, ama devlet başkanlığına seçildiğinde çoktan sosyal demokrat bir politikacıya dönüşmüş olan Lula’nın Brezilyası ile sosyalizm hedefini iktidara geldikten sonra formüle etmiş olan Chávez’in Venezüellası çok farklıydı. Ne yazık ki, Latin Amerika’nın doğal kaynak zengini ülkelerinin halk ayaklanmaları sonrasında başa geçen solcu iktidarları, hammadde fiyatlarının yüksek olduğu bir dönemde elde edilen gelirleri üretim araçlarının özel mülkiyetine son verme hedefi doğrultusunda kullanmak yerine, en yoksul kesimlerin yaşam standartlarını yükseltmekle yetindi. Bunda geçmişteki sosyalizm deneyimlerine soğuk bakmalarının ve onlardan yeterince ders çıkarmamalarının da payı vardı. Sonuçta, hammadde fiyatları düştüğünde büyük iktisadi ve toplumsal sorunlarla karşılaştılar. Ama bu arada farklı Latin Amerika ülkelerinde yeni toplumsal hareketler ortaya çıkıyor, yeni sol iktidar deneyimleri yaşanıyor. Kesin olan, kapitalizmin ve emperyalizme bağımlılığın getirdiği toplumsal eşitsizliklerin ve yoksullaşmanın kitlesel tepkiler üretmeye devam ettiği.
Che Guevara, hükümetin hileli olsun ya da olmasın, bir tür halk oylamasıyla iktidara geldiği ve en azından anayasal hukuka bağlı kaldığı görüntüsünü koruduğu sürece gerilla mücadelesinin başlatılamayacağını söylüyor. Buradan hareketle burjuva demokrasisiyle yönetilen ülkelerdeki devrim mücadelelerinde belirleyici unsur sandık mı, sokak mı olmalı? Yoksa her ikisi de mi?
Bence sandıkla sokağı karşı karşıya koymak yerine, bunların birbirlerini nasıl destekleyebileceği üzerinde durmak daha doğru. Tek başına sandık diyenler kolaylıkla düzen siyasetine teslim olabiliyor. Buna karşılık tek başına sokak diyenler kitlesel hareketlerin geriye çekildiği dönemlere ellerinde pek fazla mevzi kalmadan girebiliyor. Sokakta yürütülen mücadeleleri, yani protesto gösterilerini, grevleri, direnişleri, vb. siyasal iktidar mücadelesini güçlendirmek için, seçimler yoluyla elde edilen temsilcilik ve yöneticilik görevlerini de sokakta yürütülen mücadeleleri güçlendirmek için kullanmanın yolunun örgütlü bir halk hareketi yaratmaktan geçtiğini düşünüyorum.
Halkın örgütlü bir şekilde hareket etme kapasitesinin artırılmasında lider kadroların rolü ve görevleri nedir?
Kendiliğinden gelişebilen kitlesel eylemlerden farklı olarak, örgütlü bir halk hareketi ancak kadrolar aracılığıyla yaratılabilir. Yalnızca lider kadroları değil, sınıfsız toplum hedefini benimsemiş olan tüm kadroları kastediyorum. Karar alma ve uygulama süreçlerine katılmak halkın doğal bir eğilimi değildir. İnsanların çoğu, tam tersine, en tepedeki liderlerin her tür sorumluluğu üstlenmesini tercih eder. Dolayısıyla, karar alma ve uygulama süreçlerine katılımın anlamlı sonuçlar üretmesi ve bu sayede katılımın süreklileştirilebilmesi için hem liderlerin hem de kadroların çaba harcaması, örnek oluşturması, yüreklendirmesi, mümkün olduğunca çok sorumluluk paylaşma yoluna gitmesi gerekir. Diğer yandan, örgütlü bir halk hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi, kadroların kendilerini siyasal olarak geliştirmelerini ve yeni liderlerin ortaya çıkarılmasını sağlar.
Dünyada, özellikle Batıda faşizmin yükselişe geçtiği şeklinde pek çok haber/yorum okuyoruz. Durum gerçekten böyle mi sizce? Eğer böyleyse sol, faşizmin yükselmesini önlemek için neler yapabilir?
Düzen partileri emperyalizmin ve kapitalizmin yol açtığı gerçek toplumsal sorunlara çözüm üretemediğinde yalnızca sol değil, hedef saptıran, demagoji yapan, ayrımcılıkları körükleyen, farklı toplum kesimlerini düşmanlaştıran faşist partiler de güç kazanabiliyor. Dahası, farklı devlet kurumlarıyla ve sermaye sahipleriyle olan bağları bu partilerin güçlenmesini kolaylaştırıyor. Buradaki tehlikelerden biri, solun gerçek toplumsal sorunların çözümüne yönelik olarak örgütlü bir halk hareketi yaratma ve onu güçlendirme görevini tümüyle bir yana bırakarak yalnızca faşizmi geriletme hedefine odaklanması. Belirli durumlarda bu da kaçınılmaz hale gelebilir elbette. Ama tek hedef faşizmi geriletmek olduğunda, sol ile düzen partileri arasındaki ayrımlar ister istemez silikleşir. Dolayısıyla, en azından faşizmle mücadelenin de başını çekecek olan bir halk hareketinin yaratılması ve güçlendirilmesi için her tür olanağı sonuna kadar kullanmak gerekir.
[*] Erkin Özalp, Yordam Kitap’tan yayımlanan Marx’ın Kapital adlı eserinin üç cildinin Almancadan yapılan çevirisinin editör ve çevirmenleri arasındadır. Yine Yordam Kitap’tan çıkan “21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm” alt başlıklı Teorisyeniniz Devrimciydi ve Gençlerle Baş Başa: Yapay Zekâ adlı kitaplarının yazarı olan Özalp, Marksist literatürdeki pek çok eserin Türkçeye çevrilmesine vesile olmuştur.
Önceki Yazı
Beni adınla ve adımla çağır
“Obiçim Yayınlar’ın yeni kitabı Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık, LGBTİ+ (ve dostu) 16 yazarın metinlerini barındıran bir öykü seçkisi ve serinin ilk cildi. Çoğu ilk defa bu kitapta yayımlanan metinler bazen şenlikli, bazen sert ama daha önemlisi, numara yapmadan, kostüm giymeden, oldukları gibiler.”
Sonraki Yazı
Vuslat Çamkerten ile söyleşi:
“Göz alıcı, kıvrak, oynak, deli bir pelerin!”
“Benim için önemli olan okuru içinde ilerlemeden yapamayacağı bir koridora sokmak. Merkezi kaybetmeden ışığa doğru yürütmek. Sezgiler, çağrışımlar, olaylar yoluyla ipuçlarını toplayarak işin içine, oyuna katılmasını sağlamak. Bunu tasarlamak zaman alıyor ama üstüne çalışmak çok zevkli.”