Vuslat Çamkerten ile söyleşi:
“Göz alıcı, kıvrak, oynak, deli bir pelerin!”
“Benim için önemli olan okuru içinde ilerlemeden yapamayacağı bir koridora sokmak. Merkezi kaybetmeden ışığa doğru yürütmek. Sezgiler, çağrışımlar, olaylar yoluyla ipuçlarını toplayarak işin içine, oyuna katılmasını sağlamak. Bunu tasarlamak zaman alıyor ama üstüne çalışmak çok zevkli.”
Vuslat Çamkerten
Çocuklar için felsefe atölyeleriniz, çağdaş sanatta resim ve illüstrasyon çalışmalarınız var. Tüm bu çalışmalarınızın hem çok yönlü olmalarıyla sürdürülebilirliğini hem de aslında sanatta (ve yaşamda elbet) bütünlenmeyi, bir bütünlüğü de inşa edişinizi konuşarak başlayabilir miyiz?
Bütünlük kavramı zihinlerde çoğu zaman bir heykel gibi sınırları olan, kaskatı bir nesneye dönüşür. Ben bütünlüğü esneyen, uzayan, canlılıkla sürekli ışıyan, dinamik bir şey olarak hayal ediyorum. Suyu sürekli değişen azgın bir nehir de bir bütünlük taşır bana göre. Ben de kendim için bu türlü bir şey yaratmaya çalışıyorum. Ruhum, bedenim, üretip yarattığım her şey için böylesi bir hareket çabasındayım. Kandinsky bunu “iç gereksinme” diye tanımlıyor, katılıyorum. İç gereksinme söz konusu olduğunda haliyle bir varoluş biçiminden de bahsedebiliyoruz. Var olmak için de süreklilik gerekiyor. Yaşamda tutunduğum, yaşamak için tutunduğum şeyler benim sürekliliğim. Bunlar beni hem tamamlıyor hem de bu türlü bir bütünlük içinde değişmeyi, katılıktan uzak ve canlı kalmayı arzuluyorum; bunu sürdürmekle lanetlenmiş olmaktan da mutluyum.
Çok yönlülük, sürdürülebilirlik, bütünlenme, inşa etme içerisinde edebiyatın işlevi ne oluyor, nasıl gerçekleşiyor sizin için? Elbette sanat dallarının hepsi ifade etme ve bağ kurma aracı, fakat edebiyatın sözlü ve yazılı gelenekten gelmesi ifade etme ve bağ kurma edimini çok güçlü kılıyor; ne dersiniz?
Haklısınız, sözcükler bizi birbirimize en hızlı bağlayan şeymiş gibi gelir, oysa bence meseleye biraz daha geriye çekilerek bakmak ve sözcüklerin de arkasındaki duyguları, çağrışımları, sezgileri, imaları, örümcek ağları gibi incecik ama kuvvetli bağları düşünmek, fark etmek lazım. İnsanları birbirine bağlayan, sevgiyi ve düşmanlığı yaratan, duyguları, hisleri aktaran şeyler ilk elden bunlar bence. Bunları da her sanat dalıyla gösterebilirsiniz. Yine de üstüne bastığınız gibi konuşma ve yazma dilinin belki de yaygınlığı sebebiyle daha kuvvetli bir yanı varmış gibi görünüyor; buna karşı çıkamam. Öyleyse burada edebiyatın gerçeklerle ilişkisine bakışımızı çevirmek gerekir diye düşünüyorum. Benim için edebiyat, herkesin çoğunlukla uzlaşma yoluyla bilip benimsediği gerçekleri önce parçalar, sonra yeniden kurar. Yeni dünyalar inşa eder. Bildiğimiz, içinde yaşadığımız her şeyi başka bir yönüyle daha, bir kapı daha aralayarak gösterme niyetindedir. Bunu yaparken hem özel hem de evrensel bağlar kurmak gerekir. Sözcükler işte tüm bunları yapabilen çok kuvvetli, dirayetli, en önemlisi de yaşayan şeyler.
Çocuklarla atölyelerimde de sık sık Dil Felsefesi yaparız; bir sözcüğün anlamının herkes için ve zaman içinde nasıl değiştiğini, nasıl başka sözcüklere bağlandığını pratik eder, şaşırırız. Sözcükler benim için bedenlerinin dışına taşabilen vahşi, şiddetli, nefesli yaratıklar. Onlarla yeni dünyalar kurmak, başka insanlar anlatmak, ilişkileri gözler önüne sermek beni büyülüyor. Aslına bakacak olursanız ben resim yaparken bile sözcükleri kullanıyorum. Diyorum ki kendi kendime, şimdi şöyle göz alıcı, kıvrak, oynak, deli bir pelerin yapacağım! Kıvrak, oynak… Bu tanımlar benim için ne ifade ediyorsa onu yapmaya soyunuyorum. Deli bir pelerin! Hem de nasıl delirteceğim onu diyorum. Sözcüklerle böyle canlı bir ilişki içinde kalmak dünyayı her gün, her an yeniden anlamlandırmaya itiyor insanı. Çünkü gittikçe ayırdına varıyorsun ki, dünya sana kendini zaten ve de mütemadiyen sözcükler yoluyla açıyor. Bilmenin, sevmenin, sevmemenin, arayışların hepsi sözcüklere dökülüyor; böylelikle duygularımızın, hislerimizin, algılarımızın peşini sürebiliyoruz. Geçmiş, şimdi ve gelecek, planlar ve tasarılar da sözcüklerle beden buluyor. Edebiyat bu açıdan insanlık için vazgeçilmez bir kuvvettir.
Felsefe, resim, kitaplar, edebiyat ya da belki de çocuklar veya günlük hayatınızdaki herhangi bir rutininiz olabilir; imge dünyanızı en çok ne harekete geçiriyor?
Evcilleşmemiş, sınırları belli olmayan şeyler, çatışmalar ve gizem ilgimi çekiyor. İmge dünyam hayaletlerle doludur. Hayaletlerde bunların hepsini bulabilirsiniz. Onları bozar, büker, onlarla oynar, bana kendilerini başka başka göstermelerini isterim. Bir kadına dönüşürler, bir anahtarın şeklini alır, bir eldivenin içine dolar ve direksiyona uzanır, bir vazoyu sehpadan aşağıya iter, kavga çıkarırlar. Hayaletlerimi sözcüklerle tanımlarım ama tanımlarken aynı anda da suretleriyle karşılaşırım. Ateş imgesi, ateşi sağlayan, ışığa dönüştüren ve muhafaza eden kibrit, mum, şamdan gibi şeyler sürekli görmek istediğim nesneler ve görsellerdir; sebebini bilmiyorum. Peruk, eldivenler, pelerinler gibi gizem yaratan eşyalar, bıçak, kılıç, tüfek gibi savunma ve mücadele duygusunu çağrıştıran şeyler beni kışkırtıyor. Bunlar bana bir şimşek çakması gibi sahneler verir. Sanırım en çok resimle, film sahneleriyle ve nesnelerle yani görerek, bakarak hikâyelerin içine çekiliyorum.
Öykülerin tüm tematik unsurları çok özel. Peki Belli bir odak temanız, bu öyküler için sizi masanızın başına oturtan temel bir sebebiniz var mıydı? Her biri de kadın öyküsü, bir tür meydan okuma öyküsü, ayılma, uyanma, fark etme, kendine gelme, kendini bulmak isteme öyküleri; fakat benim için buradaki öykülerde temalardan bağımsız (veya bağlı) olarak odak noktası şuydu diyeceğiniz unsuru soruyorum.
Güzel sözlerinize çok teşekkürler. Evet, dediğiniz gibi Tüfekle Vurulacak Şeyler’deki öykülerin karakterleri kadınlar. Bu kitapta bilhassa kadınları anlatmak istedim, çünkü kadınların yaşama, algılama ve sevme biçimleri işin içine girince hikâyeler şiddetleniyor, sıçramalar büyüyor, yollar karmaşıklaşıyor ve oyunlar; kadınları oyunların içine atınca kartlar adeta yeniden dağıtılıyor. Fakat kadınları yazarken kararlılıkla yapmak istediğim bir şey vardı, o da bu kitabın ana temasını ve duygusunu verdi: Kaçış, yol, macera ve savunma. Yani şimdiye kadar kadınları evin içinde tutmak için onlardan yüzyıllardır türlü hamlelerle, yöntemlerle alınan öfke, anlaşmazlık ve şiddet. Bu yüzden öykülerimdeki kadınlar anlaşmıyor, ayılıyor, kendine geliyor, oyunlar oynuyor, çıkış arıyorlar. Çocukluğumdan beri içimde hep bir kaçış duygusu oldu. Kendimi hep bir arabada, bir şeylerden uzaklaşırken görürdüm. Bazen can sıkıcı ve gerici gerçeklerden kaçarken, bazen yepyeni, heyecan verici başka gerçeklere doğru yol alırken. Yol hissi, yolda olmak, serüvene katılmak arzusu beni ve eserlerimi daima ele geçiriyor.
Tüfekle Vurulacak Şeyler’in elbette diğer öykü seçkinizdeki öykülerden farklarını da merak ediyorum. – Olmayabilir de elbet; aynı leitmotive’ler üzerinden gitmek istemiş de olabilirsiniz.
Tüfekle Vurulacak Şeyler, teması ve anlatma biçimi ve de sanıyorum duygusuyla Görenler Olmuştur’dan epey farklı bir kitap oldu. Gerilim benim öykülerimde ve ilk romanımda daima var. Ama karakterler başkalaştıkça hikâyeler de değişiyor. Aynı olay iki ayrı karakterin başına gelse, ikisi de hikâyeyi bambaşka yaşar. Herkesin geçmişi, bakış açısı, arzusu, karanlığı, arayışı başka. Ben de biraz vurgulanmamış karakterler yaratmayı seviyorum aslında. Hikâyelerimde bir benzerlik varsa, bu olabilir. Yine de önemli olanın konu değil, yapı olduğunu düşünüyorum. Hikâyeyi nasıl kurduğunuz, karakteri nerede, nasıl gösterdiğiniz, başına gelenle mücadele etme biçimi önemli. Bir evi yaparken kapıları nereye koyacağınız, kapılardan nerelere ulaşacağınız, ışığın nereden geleceği evdeki hikâyeyi tümden değiştirebilir. Koridorlar, karşılaşmalar, süre, mekânlar değişir. Ve elbette karnınızı doyurmak için işlevsel bir mutfak. Mutfakta ne olup bittiği, malzeme önemli.
“Tuz Gölü” tüm metaforları, arketipleri, çağrışımları, tematik yapısıyla kitaptaki tüm öykülerin tam ortasına bir yapı taşı, bir denge bilyesi gibi yerleşmiş. Kadın hamletleri,rol değişimlerini, tek bir kişi duygusu yaratmalarından dolayı zihin bölünmelerini, parçalı ve ikili deliliğe varan nevrozlarını, daha da önemlisi sahneyi ve ortaya konan “tiyatroyu” ve en önemlisi de sahnenin ortasındaki şehir hapishanesi yerleştirmenizi; hangisini konuşalım?
“Tuz Gölü” öyküsü hiç kuşkusuz benim için de kitabın yapı taşı. Kitabın kalbi bu öyküde, Sedef Akdeniz ve Olcay Üstün’ün o ikili deliliğinde ve her şeyden üstün tuttukları oyunlarda atıyor. Çünkü tüm kitabı bu türlü coşkularla yazmaya beni iten, adeta içine çekileceğim bir göl yaratan öyküdür bu. Macera duygusu çok yüksek bir öykü olmasına rağmen incelikle bahsettiğiniz gibi öykünün içinde pek çok duygu, imge, metafor bir arada. Yazması, kurması, son haline varması beni zorladı elbette; hatta metin son haline kavuştuğunda Sedef ile Olcay’ın arasındaki bağ beni hüngür hüngür ağlatmıştır. Yazdıklarımla böyle tutkulu, coşkulu bağlar kurmayı seviyorum. Sizde de böyle bir nabız atışıyla karşılık bulması çok mutlu etti.
Bir de diğer tüm öyküleri niteliyor “Tuz Gölü”; ne dersiniz? Öyküyü ne zaman düşünsem zihnim “Ateş Sezonu”na (oradaki kadın arkadaşlığı ve gerilim duygusuna) “En İyisi”ne, (oradaki kaçışa ve yargılamalarla beraber vicdan azabına) “Ölmeden Önce Son Porno”ya, (oradaki zaman duygusuna, bu duyguyla beraber nesnelerle olan ilişkiye veya ilişkisizliğe, hoyrat kalmışlığa, bedenlere) “Tüfekle Vurulacak Şeyler”e (bir türlü hedefi tutturamamaya, dilekleri gerçekleştirememeye) gidiyor.
Bir önceki soruya yanıtımla beraber, öykünün doğasından da dem vurarak “Tuz Gölü”nün “en büyük oyun” olduğunu ekleyebilirim. Okuyanlar ne demek istediğimizi anlayacak. Kendileri için mümkün kılınmayan her şeyi mümkün kılmaya çalışan kadın karakterlerim için bu öykü bir izlek oldu. Başka bir dünyaya adım atmak isteyen biri, kendisi için adaleti sağlamak isteyen biridir. Tersten okursak, adil olmayan bir yaşam sürüyordur. Adalet hem evrensel hem öznel bir kavrama dönüşebiliyor. Size kesinlikle katılıyorum. “Tuz Gölü”ndeki adalet ihtiyacı, imkânsızı imkâna çevirme gayreti ve oyuna katılma cesareti kitaptaki tüm kadınların da odağı, amacı haline geldi.
“Tüfekle Vurulacak Şeyler” öykünüzü neden kitabın ismi yapmak istediniz? Mistik bir karakter var bu öykünüzde; Antikacı Kadın. Tanıştınız mı hiç böyle bir kadınla? Sanki yaşayan bir karakter gibi ve tüfekle vurulacak şeylerin (nesnelerin) özellikleri sanırım bu çok güzel öykünüzün en dikkat çeken tarafı.
Antikacı’yı hiç yaşamadığım bir yerden, hiç karşılaşmadığım bir hayattan tanıyorum. Onu, bedenini her hareketiyle, saç örgüsünün kuvvetiyle, ellerinin kemikleriyle çok iyi biliyorum. Onu her zerremle anlıyorum. Bu kadar iyi tanıdığım için eline bir tüfek verdim. Çünkü tanımadığınız birinin eline tüfek vermezsiniz. Antikacı’nın vurduğu şeyler, içerideki diğer tüm kadınların kayboluşlarına, kaçışlarına, intikamına, özgürlük arayışına, yani kitabın tüm varoluş amacına nişan aldı. Bir şamdan. Bir çakmak. Bir postal. Bir çocuk orgu. Her biri yaşamları, hatıraları, hissiyatları temsil eden eşyalar. Dediğiniz gibi, bazen hiç yaşanmamış gibi ortadan kaldırılmalılar.
Tüm öykülerdeki suç ve gerilim unsuru tüm atmosferi incecik, saydam bir zar misali çepeçevre sarıyor. Üzerine düşündüğünüz ve ince ince tasarladığınız, hatta suç unsurlarını ve gerilim duygusunu çok önceden yaratıp öyküleri bu unsurların üzerine inşa etmiş gibisiniz sanki.
Gerilim hastasıyım diyebiliriz. Okuduğum kitaplarda, seyrettiğim filmlerde hep bunu arıyorum. Dinlenmek için gerilim seyreden biriyim. Puslu bir ormanda bulunan cesetle başlayan filmler beni dünyadan koparır; arkama yaslanıp her şeyi unuturum. Ama dedektif mutlaka kadın olmalı! İşin şakası bir yana, dramda da, komedide de, hemen her türde gerilim yaratılabilir. Benim için önemli olan okuru içinde ilerlemeden yapamayacağı bir koridora sokmak. Merkezi kaybetmeden ışığa doğru yürütmek. Sezgiler, çağrışımlar, olaylar yoluyla ipuçlarını toplayarak işin içine, oyuna katılmasını sağlamak. Bunu tasarlamak zaman alıyor ama üstüne çalışmak çok zevkli.
Tüm metaforları, arketipleri, suç unsularını, gerilimi, tüfeğin ateş almasını canlı kanlı kadınlar üzerinden takip ediyoruz. Fakat öykülerde çok iyi gizlenmiş gizli özneler de var. Çocuklar veya çocukluk, anneler ve babalar, kocalar, sevgililer, erkekler… Öykülerinizdeki gizli öznelerin görünmeyen güçlü unsurları yaratma özelliklerini konuşmak isterim.
Yaşayan, kalbi küt küt atan bir öykü için sadece ana karakteri bulmak ve hikâyenin için sokmak yetmiyor. Diğerlerini de görmek, neler olup bitmiş, neler olacak, bunu da göstermek, sezdirmek lazım. Duygular, krizler, çatışmalar etkileşimle ortaya çıkıyor. Yüzleşmek, reddetmek, ben gidiyorum diyebilmek, intikam alabilmek için karşınızda gerçek insanlar olmalı. Gerçek olaylar ve insanlarla çevrilmiş bir karakterin duygularını tüm çıplaklığıyla yakalayabilir, yaşantısına alıcı gözüyle bakabiliriz. Anlattığım kadınlar tıpkı içinde yaşadığımız hayattaki gibi pek çok duyguyu, hatayı, yükü, gizli öznelerin açık ve gizli dayatmalarını yüklenmiş kadınlar. Her birini yazarken kendi ortamlarında düşlüyorum. Hepsinin kendi üslubu, yaşam biçimi, bakış açısı var. Belki kadınlık hallerini genellemek yerine bu benzersizliği gösterme çabam fark edildi. Ne var ki, işin sonunda yüzlerce yıllık arketipler, metaforlar, imgeler her bir kadının avucunda birer kurşun olmuş, tüfeğe sürülmeyi bekliyor.
Başucu kitaplarınız ve en sevdiğiniz yerli ve yabancı kategoride çağdaş yazarlar ve sanatçılar?
Çağdaş deyince ateşini günümüze taşımış metinleri, yazı ve estetik dünyama katkı vermeyi sürdüren eserleri sorduğunuzu anlıyorum. Dönüp dönüp okuduğum, baktığım, masamdan ayırmadığım yazarları, şairleri ve sanatçıları sıralayayım: Shirley Jackson, Flannery O’Connor, Julio Cortázar, Roald Dahl, John Berger, Pablo Neruda, Deborah Levy, Ursula Le Guin, Samanta Schweblin, Henrietta Rose-Innes, David Constantine, Ralf Rothmann, Leonora Carrington, Jim Morrison, David Bowie, Ferit Edgü, Semih Gümüş, Murathan Mungan, Kadire Bozkurt, Ahmet Güntan, Lale Müldür, Ömer Uluç, Selma Gürbüz, Komet. Ayrıca resimli, illüstratif kitaplarım hiç eksik olmaz.
Öykü yazmaya devam edecek misiniz? Yoksa göz kırptığınız, flörtleştiğiniz başka türler var mı?
Hayaletlerimi öykülerde ve romanlarda, hatta filmlerde ete kemiğe bürünmüş, uçurumlardan atlarken görmeyi istiyorum. Yaratmaya devam edeceğim.
Önceki Yazı
Erkin Özalp ile söyleşi:
Devrim ve mücadele stratejileri üzerine
“Şu ya da bu şekilde iktidara gelme ve iktidara gelindiğinde şu ya da bu şekilde onu elde tutma kaygıları başka her şeyin önüne geçtiğinde, halkı siyasal mücadelelerin öznesi kılma hedefinden uzaklaşılıyor.”
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 43
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Ahlak / Demokrasi ve Toplumsal Hareketler / Kapitalizm Tarihi İçinde Sosyal Politika / Nadir Metaller Savaşı / Psikanaliz ve Devrim / Sahicilik / Sıfıra Yükselmek / Şedit Arzu / Yeni Karanlık Yüzyıl / Zihnin Tiyatroları