Beni adınla ve adımla çağır
“Obiçim Yayınlar’ın yeni kitabı Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık, LGBTİ+ (ve dostu) 16 yazarın metinlerini barındıran bir öykü seçkisi ve serinin ilk cildi. Çoğu ilk defa bu kitapta yayımlanan metinler bazen şenlikli, bazen sert ama daha önemlisi, numara yapmadan, kostüm giymeden, oldukları gibiler.”
Taksim Meydanı, 30 Haziran 2013. 11. LGBTİ+ Onur Yürüyüşü. Fotoğraf: Serra Akcan, NarPhotos.
Hepimiz Kuiriz, Hepimiz Işık’ın “Lubunya Strikes Back” isimli öyküsünün kahramanı bir otel odasında check-out’a kadar beyaz çarşafların içinde Tzusing dinleyecek; dünyanın geri kalanı başına neler geleceğinden habersizken... Emre Varışlı’nın, “beylik laflar etmeyi sevdiğini” söyleyen fakat lafları beylikten uzak olan, dizilerde lezbiyen görmekten bıkan, straight arkadaşlarıyla dansa gitmeyip taşınmalarına yardım etmeme kararı alan öfkesi yerinde karakteri şöyle diyor:
Lubunyalar savaşa hazırlanıyor. Çevik kuvvete karşı, kozmetik imparatorluğuna karşı ve hetero burç yorumlarına karşı. (…)
Bazı cis-gay’ler toplumla uzlaşmamız gerektiğini söyleyecek. İyi bir mesleğin arkasına sığındığımızda kiminle sevişeceğimizle ilgilenmeyecek olan tecavüzcü, ensest, pedofili ve savaş destekçisi topluma karşı sorumluluk sahibi olmalıyız, öyle mi? Lubunyalar gebertilmemek için kariyer basamaklarını tırmanıyor! Bizi evlerinden kovmamaları, bir sokağın köşesinde bıçaklamamaları ve daha fazla uyuşturucu satabilmeleri için LinkedIn sayfalarımız müthiş iş deneyimleri, sertifikalar ve mezun olduğumuz harika okullarla dolu olmalı, öyle mi![1]
“Lubunya” kelimesinin akademik bir tanımı için Müge Yerdenler aracılığıyla, tezini Indiana Üniversitesi Bloomington’da Lubunca üzerine vermiş Nicholas Kontovas’a başvuralım. Kontovas’a göre bu kelimenin ilk başta efemine eşcinsel erkekle trans kadın arasında bir kimlik için tanımlandığını söylemek doğru olabilir. (kaosgl.org) Dilin organik yapısını, kelimelere atfedilen anlamların zamanla değişime uğradığını unutmadan yazının 2014 tarihli olduğunu belirtelim; ama biz zaten tanımdaki “arasında”dan yürüyeceğiz.
Filozof, akademisyen, yazar Judith Butler’a göre:
… drag’den transseksüellik örneğine geçtiğimizde bedeni örten ve ifade eden kıyafetlere bakarak sabit bir anatomiye dair bir yargıya varmak tümüyle imkânsızlaşıyor. Bu beden ameliyatsız, geçiş halinde veya ameliyatlı olabilir; üstelik bedeni “görmek” bile bizi doğru cevaba ulaştırmaz; kaldı ki kişi hangi kategoriler üzerinden görür? İnsanın sabit ve olağan kültürel algılarının yanıldığı, gördüğü bedeni kesin olarak okuyamadığı an, karşılaştığı bedenin bir erkeğe mi yoksa kadına mı ait olduğundan emin olamadığı andır. Tam da bu kategoriler arasında yalpalama hali, söz konusu bedenin deneyimini teşkil eder.[2]
İki kategorili düzeni kimliğine katık yapmış hetero akılları esnetmek için onları olasılıklar, arasılıklar, ihtimaller denizlerinden birine, Amsterdam’a, De Trut’un 1985 yılından bu yana düzenlediği pazar diskolarına davet edebiliriz. “Kendi aralarında, dyke’lar ve fag’ler olarak birlikte dans edebilecekleri güvenli bir yere sahip olmak, bu kültürün belirleyici olduğu bir ortamda kendileri olabilmek” amacıyla yola çıkan, benim de vakit buldukça ufak bir parçası olduğum bir gönüllü tümeninin yönettiği bu derneğin pazar akşamı diskolarının tüm geliri, dünya çapında küçük ölçekli LGBTQI+ aktivitelerine bağışlanıyor. Gideceklere ipuçları: İçeride cep telefonu kullanmak yasaktır; giriş 3 euro, nakittir; kapıda daima uzun sıralar olur ama drag’lerin geçiş önceliği vardır, o durumda beklemezsiniz.
Judith Butler, Cinsiyet Belası-Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi’nin 1999 basımına yazdığı önsözde, toplumsal cinsiyetin anlamını kendi pratiğinin önvarsayımlarıyla sınırlandıran her feminist kuramın feminizm içinde dışlayıcı toplumsal cinsiyet normları oluşturduğunu, bunların çoğu kez homofobik sonuçlar doğurduğunu, metnin hedefinin toplumsal cinsiyet için bir imkân sahası yaratmak olduğunu belirtiyor:
“İmkân yaratmanın” neticede ne işe yarayacağı sorulabilir, fakat toplumsal dünyada “imkânsız”, okunaksız, gerçekleştirilemez, gerçekdışı, gayrimeşru bir varlık olarak yaşamanın ne anlama geldiğini kavramış bir insanın bu soruyu soracağını zannetmiyorum.[3]
Yazar ve edebi çevirmen Buğra Giritlioğlu’nun, Türkiye’nin her türlü imkânsızlığı içinde 2021’de kurup sıfatlarına bir de yayıncıyı eklediği Obiçim Yayınlar’ın (lafı tersine çevirme, kendi silahıyla alt etme, parodi, ironi, düpedüz alay; harika bir isim, hele bir yayınevi için) yeni kitabı Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık, 16 “LGBTİ+ (dostu)” yazar tarafından kaleme alınmış/çizilmiş bir öykü seçkisi. Derlemesini Giritlioğlu’nun yaptığı, Olcay Akyıldız’ın sunuşunu yazdığı seçkinin devamı gelecekmiş. Giritlioğlu, kimileri gibi “ötekinin yerine söz alma” meselesinden ürkmek yerine, “beğendiği hetero yazarlara da kuir metinler yazdıracağı için” sevinerek derlemiş bu kitabı. 11 metnin ilk kez bu eserde yayımlandığı seçkinin yazarlarını sayalım: Aslı Alpar, Ata Tuncer, Defne Suman, Ekin Metin Sozüpek, Emre Varışlı, Esmeray, Fulya Özlem, Hakkı İnanç, Hande Ortaç, Kıvanç Tanrıyar, Mine Söğüt, Müge İplikçi, Özge Calafato, Raşel Meseri, Sumru Tamer, Şakir Özüdoğru.
Olcay Akyıldız’ın sunuşundan alıntıyla, “kimisi kuiri en geniş anlamıyla alan, kimisi türsel sınırları zorlayan, kimisi gündelik hayatın bir anlık gerilimine odaklanan, kimisi de bugünün dünyasının içinden bugünün jargonuyla lubunyanın itirazını yazan” öykülerden Hande Ortaç’ın, okuru 2105 yılının Diyarbekiri’ne yolladığı “Naze” isimli distopik hikâyesinde görüyoruz ki insanlık henüz sınıf belasından kurtulmamış. Peki ya cinsiyet belasından?
Naze sırıttı. İki kadın olmak, kısa zamanda daha çok çocuk, kurada daha çok şans demekti. Kuraya hane halkından herkes katılıyor, kazanan kişi tüm ailesini kurtarıyordu. Zeynep’le aralarındaki aşkın böyle pratik bir sonucu olması büyüleyiciydi. Bu yoklukta mevcut ailesine bakabilmek için iki kâse çorbaya spermini verenlerden, karaborsada doksan kuşak geriye aile ağacını paylaşıp uçuk fiyat talep edenlere kadar türlü seçenekleri vardı. Onca felaketten sonra aile anlayışı kökünden değişmiş; hiçbir otorite, ebeveyn ve çocukların kan bağını takip edemez ve aslında umursamaz olmuştu. (s. 80)
Üreme amaçlı cinsiyet zorbalığı pragmatik sebeplerden hafiflemiş olsa da eril zorbalığın bir yere gittiği yok; “serum” çekmiş kentli haydutlar servis işçilerine, tıpkı bugünün milliyetçi argümanları gibi “sırtlarına bindikleri için” saldırmaktan geri durmuyor, halbuki asıl onların yaşamı bu toz işçilerine bağlı: Çölleşen bir coğrafyanın göbeğinde kurulan ve sadece zenginlerin maddi gücünün yettiği, kamplarda kalanların ancak şanslılarsa yerleşebildiği Bulutkentler’de binalar esnek camlarla kaplı. Işık geçirgenliğini güneşin parlaklığına göre ayarlayabilen akıllı cam hücrelerden hazırlanmış bu kılıfların sürekli tozunu almak gerekiyor. Bu işi de uydu kamplarda yaşayan işçiler yapıyor. Serumculara, sağcılara canlıların birbirine bağlı ve bağımlı olduğunu gel de anlat.
Ekin Metin Sozüpek’in “Süt” isimli şiirsel öyküsünün, adına Gwen dediği, hermafrodit mi, androjen mi, trans mı bilemediği ve önemsemediği (“Her şeyi uyandırıyor ama her şeyi; yücelip hiçbir şey olasım geliyor.”) birine kapılmış kahramanı ise şöyle fısıldıyor okura:
Yaşım otuza yakın, söylemiş miydim? Yürüdüm durdum genç, otuza yakın bu erkek bedeniyle. Kadın olduğumu biliyorum. Böyle hissediyorum. (…) Kılıfımın erkek olduğu ortada, bununla çatışacak değilim artık. İstediğim de bir kadın, kılıfı erkek de kadın da olabilir, türlü türlü her şey olabilir, kadın hissetsin, mümkünse, bana ondan erkeksi bir şey gelecekse de, ki gelsin, kadınlığından köklenip gelsin; kadınlığının görkeminden doğacak sertlikte, bana ne gelecekse kadından gelsin. (s. 49)
Bu paragrafı yine Butler’dan bir alıntıyla taçlandıralım:
(…) heteroseksüel ilişkiler içinde ruhsal eşcinsellik yapıları olduğu gibi gey ve lezbiyen cinsellikte ve ilişkilerde de ruhsal heteroseksüellik yapıları mevcuttur. Dahası, hem eşcinsel hem hetero cinselliği inşa edip yapılandıran başka iktidar-söylem merkezleri de vardır; cinselliği biçimlendiren tek zorunlu iktidar göstergesi heteroseksüellik değildir. (Butler, s. 205)
Yazıyı derlerken aklıma Ali Abbasi’nin aynı yıl Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış ödülünü almış 2018 yapımı müthiş tuhaf, müthiş tekinsiz, unutulmayacak filmi Border düştü. John Ajvide Lindqvist’in kısa bir hikâyesinden, yazarın da katkısıyla uyarlanan filmi sıradan izleyiciyle buluşturan Mubi’ye buradan sıradışı sevgilerimi yolluyor, gözlerinden öpüyorum.
Filmi henüz izleyecek sinefilin hayretini çalmamak için konuyu sınırlı aktaralım: İsveç’te bir gümrük görevlisi, burnu aşırı derecede hassas –suçluluk, panik gibi duyguları da koklayabilen– Tina, bir kontrolde kendisi kadar “acayip” görünen Vore isimli bir adamı durdurur. O an ortaya çıkmasa da Vore’nin sakladığı şeyler vardır. Vore’nin varlığı ve onunla girdiği iletişim, Tina’nın kendisinin bile vâkıf olmadığı sırlarını açığa çıkarır. Yönetmen gerilim, drama, korku gibi janrların sınırlarını genişletip belirsizleştirdiği, içine suç ve romans katarak mitlerle, fantastik öğelerle bir güzel harmanladığı filmde iki kahramanı aracılığıyla suç/masumiyet, normallik/anormallik, azınlık olmak, cinsiyet benzeri pek çok kavramı ziyadesiyle deşip eşeliyor.
Buğra Giritlioğlu, Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık seçki dizisini “lubunyazın” yedi cihana yayılana, yeryüzü kuir aşkın da yüzü olana dek ömrü (ve parası) yetiştiğince sürdürecekmiş. Şaşırtmak, rahatsız etmek, ufuk açmak, fırtınalar yaratıp yüzülecek yeni denizler oluşturmak neyse ki sanatın pek güzel becerdiği işler.
NOTLAR
[1] Emre Varışlı, “Lubunya Strikes Back”, Hepimiz Kuiriz Hepimiz Işık, der. Buğra Giritlioğlu, Obiçim Yayınlar, İstanbul, Temmuz 2024, s. 57-58
[2] Judith Butler, Cinsiyet Belası – Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, 9. Basım, 2023, s. 28
[3] Judith Butler, Cinsiyet Belası – Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, 9. Basım, 2023, s. 12
Önceki Yazı
Bir Alice Munro karakteri olarak
Alice Munro
“Bir okur, yazarın kurduğu öykü evreninde, tıpkı karakterlerinden biri gibi çırpınıyor olabileceği ihtimalini niçin bir an bile düşünmez de, onun (karakterlerinin aksine) yapılması gerekeni yapacak güçte ve duygusal olgunlukta olduğunu, onların debelendiği bataklığa yukarılardan baktığını varsayar?”