• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Enis Malik Duran ile

“Yerin Ekseni” üzerine söyleşi

“İnsanın mağara duvarına çizdiği ilk çizgide ya da bir boynuza çentik attığı ilk anda doğa onun için bir tür temsiller düzeyine yerleşiyor bir anlamda. İnsan diğer tüm canlıların aksine bir karşı doğa yaratıyor.”

Enis Malik Duran "Yerin Ekseni" sergisinden.

ABDULLAH EZİK

@e-posta

SÖYLEŞİ

7 Mart 2024

PAYLAŞ

Enis Malik Duran, Art On İstanbul’da gerçekleşen yeni kişisel sergisi “Yerin Ekseni”nde insanın anlam arayışını yerküreyle bağı üzerinden irdeliyor ve izleyicilere birçok farklı kültüre referans veren geniş bir anlatı dünyası sunuyor. Sergi adını birçok kültürde ve coğrafyada karşılaşılan, Latincede “Dünyanın Ekseni” anlamına gelen “Axis Mundi” kavramından alırken zaman ve mekânlar arası bir yapı geliştirmeyi de ihmal etmiyor. Enis Malik Duran ile “Yerin Ekseni” sergisi dolayısıyla insanın anlam arayışı, bu meselenin sanattaki temsili, serginin kurgusu ve imge dünyası üzerine konuştuk...


Yeni kişisel serginiz “Yerin Ekseni”, başlığından kurgulanışına, merkezinde yer alan temel izleklerden sizin sanat pratiğinize dair imlediği meselelere kadar içerisinde geniş bir hat barındırıyor. Öncelikle bir noktada hem oldukça şiirsel hem de oldukça katmanlı bir değer/anlam barındıran bu başlığın hikâyesi nedir? Yerin ekseni neresidir?

Sergide temel olarak sorguladığım mesele bu soruyu içeriyor. Yerin ekseni neresiydi, bugün neresi? Kurduğumuz eksen hep mi sorunluydu, ya da bir noktaya erişinceye kadar mı ihtiyacımız vardı? Sergide yeryüzünde konumlanışımız ve yarattığımız kutsalların hizmet ettikleri üzerine düşündüğüm ve bu bağlamda ortaya koyduğum eserler yer alıyor. Serginin adı “Axis Mundi” kavramına referans veriyor. “Axis Mundi”, Latincede “Dünyanın Ekseni” anlamına gelen ve insanlık tarihi boyunca birçok coğrafyada ve kültürde karşılığı olan bir kavram. Bu kavramın izini sürdüğümüzde de bazen doğanın kendi formlarının, bazen de insanların tasarladıkları mimari yapıların kutsal alanlar olarak anlam kazandığı görülüyor. Bu süreç tamamen insanın doğayla ilişkisi bağlamında değerlendirilmelidir. İnsan tahakküm kudretine eriştiğini hissettikçe bu eksenin de değiştiği görülüyor. Gökselle ilişki kurduğumuz kutsalı irdeliyorum, o eksenin bir ucunun yerküreyi imlediğine vurgu yapmayı amaçlıyorum. Halen en büyük ve en görkemli yapılar kutsal alanlar mı? Bizim dışımızdaki her şey bize hizmet etmeye mahkûm nesneler mi? Ekseni kaydıran bir anomali gibiyiz.

Geçmiş uygarlıkların izini sürmek, bunu bir eksen üzerinden gerçekleştirmek sergi bağlamında özel bir yerde duran, başat bir konu olarak değerlendirilebilir. Bu anlamda sergide hem bir arayış hem de bu arayışın resmediliş, ortaya konuş hikâyesi ön plana çıkıyor. Peki geçmişle bugün, yeraltıyla yeryüzü sergide kendisine nasıl bir karşılık bulur, ne tür bir hikâye inşa eder?

İnsanın mağara duvarına çizdiği ilk çizgide ya da bir boynuza çentik attığı ilk anda doğa onun için bir tür temsiller düzeyine yerleşiyor bir anlamda. İnsan diğer tüm canlıların aksine bir karşı doğa yaratıyor. “Yerin Ekseni” sergisinin üretim sürecinde insanı ontolojik bir okuma üzerinden ele almak istedim. Uzun süredir manzara imgesi üzerinden bir söylem oluşturuyorum. Bu süreci yaşarken manzarayı zamansız bir yapıya dönüştürme gerekliliği doğdu. Geçmişin ve bugünün imgeleri varoluşsal düzlemi oluşturmamı sağladı diyebilirim. Genel anlamda sergideki tüm işler bir düalite barındırıyor. Negatif pozitif, boşluk doluluk ilişkisi ve tersyüz edilen formlar bu ikiliğin kavramsal boyutunu besliyor. Yeraltı, yeryüzü ve göksel olanı içinde barındıran bütünsel bir bakış açısı öneriyor diyebilirim.

Bir imge olarak çukur gerek resimlerde gerek video ve heykellerde sıkça belirir, size ve sanat pratiğinize dair içerisinde önemli anlamlar barındırır. Söz konusu bu imge, kendi içerisinde iktidar mekanizması, mitler ve insanın yeryüzündeki hikâyesi bağlamında ne tür bir anlatı barındırır? Bir imge olarak çukur sizin işlerinizde kendisine nasıl bir değer bulur?

Çukur imgesini ilk olarak 2013 yılında kullanmıştım. Av isimli bir resmim var ve bu resimdeki çukur insanın eylemleriyle kendini hapsettiği çukuru imliyordu. Daha sonra yaşadığım bir karşılaşma sonrası bu imge üzerine daha çok düşünmeye ve araştırma yapmaya başladım. İlk olarak 2016 yılında başladığım Aporia serisi çukur imgesine odaklandığım bir seri oldu. Aporia kavramı da açmaz ve çıkmaz anlamlarını taşıyor. Antik Yunan felsefesinde de aporitik diyaloglar gibi hiçbir yere varmayan ve bir tür çıkışsızlığa dönüşen diyaloglar vardır. İnsanın eylemlerini buna benzetiyorum. Sürekli olarak kendini nötrleyen bir davranış biçimimiz var. O çukur imgeleri yeryüzüyle doğru bir ilişki kuramamamızın alegorisine dönüşmüştü bende. Bu sergide de bu imgenin formuyla oynayarak iktidar mekanizmasını kuran sistemin köklerine dair ironik bir yapı kurmaya çabaladım. Sergi bağlamında da, görünen ve görünmeyene ve neden-sonuç ilişkisine dair majör bir imge olarak yer aldı.

Nazlı Pektaş’ın katalog metninde belirttiği gibi, serginin “gücünü geçmişteki gibi kapsayıcı yahut ilahi olandan değil de, yerin dibinden, hiçlikten, karanlıktan” aldığını söylemek mümkün. Tüm bu karşıtlıklar ne tür bir açmaz ve sorunsal olarak gün yüzüne çıktı?

Az önce de biraz ipucu verdiğimiz gibi, insanın yaşamayı becerememesinden kaynaklanan bir tür problem var. Tarihsel süreçte bakıldığında da, insanın ilahi olana yasladığı gücü belli bir noktaya eriştiğinde narsistik bir yapının kurulmasını da beraberinde getiriyor. Sergide Babil Üçlemesi bu bağlamda öne çıkan bir kurgu oldu. O işlerde Babil Kulesi metaforu üzerinden ironik bir anlatı oluşturmak istedim. Bununla birlikte Coğrafi Keşifler çalışmasında yer alan şiirdeki ayna imgesi de insanın kendini ilahi addetmesine dair bir gönderme içeriyor. Nazlı’nın metinde vurguladığı nokta oldukça değerli; teknolojik donanımla kurduğumuz yapı bir süre sonra kendini yok ediyor ve bu sorunu çözmek için yeni sistemler inşa etmek gerekiyor. Yani kendini nötrleyen bir sistem, hiçlikten başlayarak oraya dönen. Bu durum da bahsettiğimiz açmazı genişletiyor. Tamamlanamayan Babil Kulesi, bizim de çelişkili var oluşumuzla birlikte düşünüldüğünde çok değerli bir arketip olarak öne çıkıyor.

Sizin sanat pratiğinizde post-hümanist bakışın önemli bir karşılığı var. Özellikle de insanın yeryüzündeki anlam arayışında bu bakışın izlerini sürmek mümkün. Peki sizin yeryüzüne ve sanata yaklaşımınızda bu post-hümanist bakış nasıl şekillendi? İnsanın yeryüzündeki anlam arayışı, bu bakış meselesiyle nasıl iç içe geçti?

Bu konu oldukça kişisel bir yerden geliyor. Bende bu bakış açısının yerleşmesinde annemin ve babamın oldukça önemli bir yeri var. Özellikle annem küçük bir yerde yaşayan, kendi halinde bir kadın, ancak oldukça derin bir yeryüzü algısı var. Küçüklüğümden beri annemle yürüyüşlere çıkarız. Kozak Yaylası’nda, Kazdağları’nda, ovada yaptığımız yürüyüşlerde annemin etrafındaki her şeye çok saygılı ve eşitlikçi bir yaklaşımı olurdu. Çok büyük ağaçlar ya da kayalar gördüğümüzde annem beni yanına çağırırdı ve aynı anda avuç içlerimizi o devasa kaya kütlesine yaslardık. Ben tabii küçük olduğum için ne yaptığımızı sorardım. Annem de bana o kayaların buraya çok çok eski zamanlarda geldiğinden, hepimizden daha fazla şeye şahit olduğundan ve bizim algılayamayacağımız bir derinliğe sahip olduğundan bahsederdi. Sonra bunu hissetmeye çalışmamı, o enerjiyi duyumsamamı isterdi. Ben de hassas bir çocuktum, ancak erken yaşlarda bu duyumsamayı keşfedince bakış açım şekillendi. Bir yandan babamın şiir yazmasına şahit oluyordum. Tüm bu süreçler beni genelgeçer bir yapının dışında tuttu. Dünyaya eşitlikçi bir bakış açısında olmak ve birbirine kenetlenmiş o evreni tahayyül etmek benim yapımı ve ifade etme süreçlerimi oldukça etkiledi. Sergideki işlerde de kendimiz için lokalleştirdiğimiz o alanların dışını, daha geniş bir perspektifi kendi algılayış biçimim üzerinden ifade etmeyi amaçladım.

“Yerin Ekseni” ile resim, desen, heykel, farklı disiplinlerde ürettiğiniz işler gün yüzüne çıkıyor ki, tüm bunlar hem ne denli geniş bir malzeme ağıyla çalıştığınızı hem de multi-disiplinerliğe nasıl bir değer atfettiğinizi göstermesi bakımından önemli. Malzeme ve disiplin seçimi sizin sanat pratiğinizde nasıl bir zemin üzerinden gelişiyor? Malzemeye ve disipline sizin sanatınızda nasıl bir değer atfetmek gerekir?

Enis Malik Duran.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum, multi-disipliner bir yapıda üretmek için gereklilikleriniz olmalı. O malzemeye sizi yönelten süreçler organik gelişmeli, popülist ya da pazarlamaya yönelik noktalardan beslenmemeli. Özel merakım da olduğu için hayatım boyunca farklı malzemelerle bir şeyler yaptım. Bu sergide ilk kez heykellerimi, şiirleri ve farklı medyumlarla yaptığım işlerimi gösteriyorum. Belki de ilerleyen süreçlerde daha farklı noktalara da gidecektir. Amaçladıklarınız ve anlatmak istedikleriniz üzerine ihtiyaçların ortaya çıkması ve sizi bu yönelime getiren itki bu noktada çok önemli bir hal alıyor. Bu bir yol ve yeryüzü üzerine uzun süreler düşününce de bu sorguların ifade yöntemleri bu yolda şekillendi.

Yine sizin işlerinizin kendi içerisinde bir bütün olarak geliştirdiği ayrıksı bir anlatı dilinin söz konusu olduğunu söylemek mümkün. Serginin de bu noktada farklı türden bir anlatısı var ki, bu da bir bütünlük içerisinde işlerin konumlarını ve anlamlarını çoğaltan bir durum. Bir sanatçı olarak bir anlatı dili geliştirmenin önemi/anlamı nedir? “Yerin Ekseni”nde geliştirdiğiniz anlatı dili size ve sanatınıza dair neler söyler?

Benim kurduğum dil öncelikle benim işlerle bütünleşmemi sağlıyor. Başta kendim, içinde var olmadığım işleri sergilemek, göstermek istemem. Bu da çok içerden gelen bir durum. İş üretirken tekstür ve atmosfer kurgusu önemli benim için. Malzemenin doğasını ve sınırlarını genişletip daraltarak bir etkileşim içinde olmak bana oldukça haz veriyor. Yerin Ekseni sergi sürecini Ayşe’nin (Uluçay) kayda almak istemesi de bu konular üzerine diyaloglarımızdan gelişti. Farklı malzemelerle uzun çalışma sürelerinde ortaya çıkan işler üzerine atölyeden video kayıtlar oluşturma konusunda Ayşe çok özveride bulundu ve iyi bir kurgu ortaya çıkardı. Tabii bu medyumları tek bir çerçevede toplarken bir akış yaratmanın gerekliliği de doğdu. Mesela sergide son karşılaştığımız işin Coğrafi Keşifler olmasını önemsedim. Bu süreci kurgularken, işlerin çıktığı sürede bir yandan galerinin 1/25 ölçekli bir maketini de yaptım ve sergiyi fiziksel mekâna yerleştirirken pek bir soru işareti kalmadı açıkçası. Sergide izleyicinin duygusunun ağırlaşmasını da istediğim için yerleştirme kurgusu üzerine de çok düşündüm. Bu farklı görünen anlatıların hepsi ortak bir temele dayanıyordu ve bunun izleyiciye geçmesini ve farklı kanallar oluşturmasını çok önemsedim. Şiirsel ve örtük olanı seviyorum. Bu sergide de bu yaklaşımımı yansıtmaya çalıştım.

Son olarak coğrafyanın bizatihi kendisini bir özne olarak ele almak bu sergide karşılaştığımız önemli başlıklardan birisi. Çukurlar, göstergeler, yeryüzü, zemin… Tüm coğrafi unsurlar bir merkez, bir özne inşa eder kendisine. Coğrafya bir temel ve özne olarak ön plana çıkarken sizde kendisine nasıl bir karşılık bulur? Eğer böyle bir süreçten söz etmek mümkünse, coğrafyanın özneleşme sürecini nasıl görmek/yorumlamak gerekir?

Coğrafyanın bir özneleşme süreci var mıdır, bilmiyorum. Bence coğrafya her zaman özneydi ve hep öyle olacaktır. Bu soru serginin içeriğine dair önemli bir soru aslında. Coğrafya ayağımızı bastığımız zemin bir temel ve bizim ortak paydamız. Ben de bu durumu vurgulamaya çalıştım. Önceliklerimizi, kurduğumuz ekseni düşünürken farklı perspektiflerden, Nazlı’nın da belirttiği gibi bazen tersten bakmayı deneyerek ve önererek varoluşumuzu üzerine düşünmeyi merkeze aldım. Özellikle modern insan için merkez-periferi ilişkisi içinde coğrafya olgusu ötekileşiyor. Halbuki daha merkeze almamız gereken şey o. Kurduğumuz tüm yapılar algımızı kırsa da, hepsinin dayandığı yer coğrafyanın kendisi. Bunu bazı zamanlarda algılıyoruz. Coğrafyanın, doğanın kendi akışında olanları, aslında doğadaki bizi var eden mükemmel uyumu oluşturan fenomenleri tanımlarken bile felaket olarak kodluyoruz. Bütünsel bakışa ve saygıya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Neyse ki insanın da ikili bir yapısı var ve bu yapının teraziyi dengede tutacağına dair inancımızı yitirmememiz önemli.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Enis Malik Duran
  • Yerin Ekseni

Önceki Yazı

KRİTİK

Çocuk yoksulluğunu kim anlatacak?

“Kitlesel göç, küresel krizler çağında boyundan büyük dertlerle başa çıkmaya çalışıyor çocuklar. Edebiyat sorunları çözmeye yeterli değil elbette, ama birbirlerini anlamaları, yalnız olmadıklarını hissetmeleri, dünyanın bin bir haline dair fikir sahibi olmaları için hiç de fena bir başlangıç sayılmaz.”

ÖZLEM AKCAN

Sonraki Yazı

VİTRİNDEKİLER

Haftanın vitrini – 10

Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevleri tarafından bize gönderilen, dikkatimizi çeken; okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Avrupa'da Faşizmin Yurttaş Dayanakları / Birlerken / Dünyanın Alacakaranlığı / Her Şey Dans Ediyor / Homo Esteticus / İdük / Köhne / Marmara / Tarihin Kısa Tarihi / Valeria Bunu Anlayamaz

K24
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.