• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Duygu Kankaytsın ile söyleşi:

“Oryantalizm adım attığımız her yerde”

“Tiyatro insanın kırılma ve çatışma noktalarıyla ilgilenen bir sanat. Karar anlarında zorluklarla, engellerle karakteri sınar, dönüştürür. Toplumsal önyargılarla koşullanmışlıkların masaya yatırıldığı bir ameliyathane gibidir sahne.”

Duygu Kankatsın / Don Kişot'un Yeni Maceraları, Tarıq Ali, Devlet Tiyatroları, 2022. (kolaj)

AYNUR KULAK

@e-posta

SÖYLEŞİ

27 Şubat 2025

PAYLAŞ

Sahne Sanatlarında Dramatik Yazarlık – Dramaturgi Anasanat Dalı’ndan mezun oluyorsunuz. Sahne Sanatlarına –ve özellikle de tiyatroya elbette– ilginiz hep vardı desem yanlış bir tespit yapmış olmam sanırım.

Sanatla ilişkim çok küçük yaşlarda şiirle başladı. Hiç ayrılmadık sonrasında da birbirimizden. Yazıyla, çiziyle hemhal olmaya başladığım dönem ise şiire tiyatro eşlik etti. Sahne Sanatları Bölümü çok özel bir bölüm, üç ana sanat dalından oluşmakta. Oyunculuk, yazarlık ve sahne tasarımı. Hangi dalda okumaya karar verirseniz verin, bu dallar birlikte anlamlı ve birlikte iş üretirler. Sahnede yönetmenin de dahil olduğu muhteşem bir ekip çalışması bütün işi var kılar. Ben de oyun yazarak, oyun uyarlayarak, dramaturji yaparak her geçen gün tiyatroyla bağımı ve bağlılığımı güçlendiriyorum.

Şiir kitaplarınız ve ortak çalışmalar olan inceleme türünde kitaplarınız var. Son kitabınız Sahnedeki Madun doktora tez çalışmanız aslında. Kitaplaşmasına ve yayınlanmasına nasıl karar verdiniz?

Duygu Kankaytsın
Sahnedeki Madun: Çağdaş Batı Tiyatrosu’nda Oryantalizm
Ayrıntı Yayınları
Haziran 2024
128 s.

Her bir kitabım kendi içinde kıymetli ve benim için eşsizler. Sahnedeki Madun ise Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Sahne Sanatları Ana Sanat Dalı’nda gerçekleştirdiğim doktora çalışmama dayanıyor. Akademik kariyerimin önemli bir parçası oluşuyla diğer kitaplarımdan bu anlamıyla ayrı bir yerde bende. Dahası, merkezine ötekini, Doğu-Batı sorununu, oryantalizmi almasıyla ve bu konular özelinde tiyatroda (çağdaş Batı tiyatrosunda) okuma yapmasıyla, birbirinin içinde doğup evrilen her idea gibi sanat hayatında da geçişleri hızlandıran, teorinin sanatı şekillendiren altyapısına ilaveten artık sanatın da teorileri var etmekteki dönüştürücülüğünü üstlenen yapısıyla bu çalışmanın kitaplaşması kaçınılmazdı bence.

Başlangıçta oryantalizm konusu nasıl ilginizi çekti? Bir kitap mıydı mesela ilginizi cezbeden ya da bir film, bir belgesel, vb? Burada merak ettiğim cezbedici sebep, zihninizi meşgul eden o tek kıymık.

Sayyid Salman, Edward Said için şöyle der: “Said, Batının Batılı olmayana ilişkin bilgi ürettiği bir alan olan ırkçı yaklaşımları bertaraf etme konusundaki çabalarıyla değil, aynı zamanda üstün cesaretiyle de anılacaktır. O dünyanın en Filistin karşıtı ülkesinde Filistin’i savunmak gibi bir rol üstlenmişti.” Türkiye, Suriye, Filistin, İsrail ve Amerika’da yaşananlar ve yaşatılanlar eşiğinde düşünmeye başladığımda elimdeki işin ne kadar kıymetli ve can yakıcı olduğunun farkındaydım. Oryantalizm adımımızı attığımız her yerde. Tek kıymık dediğiniz şey tezi yazarken durmadan battı, şimdi ise hâlâ devam etmekte. Bu kıymık kuşkusuz ömrümce ve ben bu alanda okumak ve yazmak istedikçe varlığını hissettirecek.

Batı niye bu kadar yoğun bir şekilde Doğu ile ilgilenmiş peki, Doğu niçin bu kadar önemli?

Batının gözünden bakıldığında Doğu, Batının tanımı, varlığı için var aslına bakarsanız. Doğu üzerine kurulan her cümle Batıyı tanımlamak içindir. Said’e göre Doğu, Batılı özne tarafından, Batılı medeniyet tarafından bilinmesi gereken, hakkında bilgi sahibi olunacak ve üzerinde yeniden yazılıp çizilecek bir yerdir. Batı en az kendisi kadar Doğu hakkında enformasyon toplamak, onu tanımak, ona yaklaşmak ve onunla ilişki, yeri geldiğinde işbirliği içinde bulunmak ister. Batı kendini ifade ederken ya da şekillendirirken işe önce Doğuyla başlar, en sonda da Doğuyla tamamlar. Jale Parla’nın da ifade ettiği gibi, Doğu ve Batı karşılıklı olarak birbirini etkiler. Doğuyu kendi egemenliği altında belirlemeye çalışan Batı, kendini göstermenin en önemli koşulu olarak bunu görür. Said bu nedenle Oryantalizmi aynı zamanda Batının “Doğuyu belgeleme” girişimi olarak yorumlar. Böylece Batı kendini de belgelemiş olur. Batı, Doğu hakkındaki belirlemeleriyle bir öteki yaratır.

Batının Doğuyu kadim kültür üzerinden “ötekileştirme”, “dışlama” konusu var, bu da madun kavramı üzerinden karşılığını buluyor. Bu kavram düşünce dünyasına ve sanatına nasıl sirayet etmiş? Hiyerarşide en altta olan madunun bu kitapta sahneye çıkmasını anlatır mısınız?

Gayatri Spivak

Madun özel bir kavram… Ötekini söyleyen, ifade eden, ötekinin altını çizmede kuvvetli ya da ayrıntılı bir işleyişe sahip içi dolu bir kavram Kitap Doğu ve Batı ikiliğinde yaratılan ve bunun sonucunda bir tarafın diğer tarafa hegemonik bakışını sergileyen bir tutumun etrafında şekilleniyor. Tam da kitabın başında dediğim gibi, merkezde olanın merkezin dışında kalanları kendini tarif etmek üzere konumlandırması ötekiyi üretir. Uygarlıklar düzeyinde öteki Batının, Doğuyu görme biçimi. Batının Doğuyu ve Doğulunun kimlik inşasını baştan kurması. Doğunun ötekisi de Batı elbette. Gayatri Spivak’a selam olsun bir kez daha! “Bir toplumda mevcut haklara tüm kesimler eşit olarak sahip olamıyorsa, bir grup daha önceleniyor ve hak-hukuk onlara göre düzenleniyorsa, orada madunluktan söz edebiliriz” der Spivak. Gramsci’nin tanımında ise öncelikle madun toplumsal bir gruptur, tekil değildir. İkincisi, toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş olan kişidir. Spivak da buradan hareketle ve üzerine koyarak yaşadığı yerden, yaşadığı aile üyelerinden kalkarak sesi çıkmayana bakmıştır. Bu kitap özelinde de böyle. Bilindiği gibi, gerek günümüz düşünce dünyasında gerekse sanatta egemen düşünce, resmî ideoloji, büyük anlatılar yerinden edilmeye başlandığında bakışımlı olarak madun da fark edilir. Özellikle Benjamin, Foucault, Levi-Strauss’un bunda payları büyüktür. Madunun kültürü verili kültür dünyasından daha nadide bulunmaya başladığından beri madun konuşur. Peki ben de herkese bir soru bırakayım: Konuşan kim?

David Hare

Dikotomik bir yapı üzerine kurulu olan geleneksel dramatik tiyatro içinde olduğu gibi çağdaş tiyatroda da öteki’nin kötü, tekinsiz, yabanıl olanın yerine geçeceği araştırılıyor ve sorgulanıyor. Bunun peşinde, izinde bir çalışma bu kitap da. Andığım tüm yazarlar ve metinleri benim için özel elbette, ancak Khemiri ve Mouawad’ın oyunları ayrı bir yerde. Onların konuyu ele alış biçimleri bir yana, nasıl işledikleri benim ilgimi çekti. Güçlü iki oyun yazarı… Keza usta diyebileceğimiz David Hare var yine kitapta ve onu bu vesileyle Türkçeye çeviren Semih Çelenk’e teşekkür borçluyum. Via Dolorosa ile Türkiye tiyatrosu da ilgilenmeli, sahnelemeli. İngiliz oyun yazarı Hare’in Filistin ve İsrail’e yaptığı yolculuk sonrası gözlemlerini ve bakış açısını kaleme aldığı tek kişilik bir metin. Metin tarihsel gerçekliğe dayanmakla birlikte, Hare’in her iki bölgeye de eşit mesafeden yaklaşmaya çalıştığı Filistin-İsrail sorununu kendisine konu edinir. Esasında Londra Royal Court Tiyatrosu’nun bir projesi olup yönetmen Elyse Dodgson’un Hare’e bunu teklif etmesiyle başlar. Yazar bu projeyi sadece Batının Doğuya bir bakışı olarak değerlendirmez, her iki ulusun yaşadığı gerçekliği olduğu gibi göstermek ister. Bir Batılı olarak Hare, Yahudi ve Müslümanlar arasındaki bitmek bitmeyen din savaşını, zulmü ve çatışmayı ele alırken, Batının Ortadoğu’ya olan bakışını eleştirir. Yazar başta insanlığın temel bir sorunu ve uluslararası platformda politik bir mücadele olarak yer alan Filistin-İsrail meselesine dair kesinlikle Filistinlilerin yaşadıklarının yanında tavır alırken, bütün İsrailleri de aynı kefeye koymaz. Politik bir yazar olarak Hare topraktan, taştan, mülkiyetten daha çok insan hayatlarını önemser.

Edward Said, Lübnan Kafr Kila köyünden İsrail sınırının diğer tarafına 'sembolik' bir taş fırlatırken, 4 Temmuz 2000.
Fotoğraf: AFP

Özellikle Edward Said’i konuşmak istiyorum sizinle, kitabınızdaki varlığından dolayı aynı zamanda. Said dendiği an gözümde canlanan, İsrail tarafına attığı taş ânında çekilen fotoğrafı... Doğudan Batıya mı atıldı o taş? Said’in Oryantalizm için yaptıkları neden bu kadar önemli?

Kanımca o taş Batıya ya da Doğuya değil de hegemonik bir yapıya, tahakküme, zorbalığa, coğrafyadan çok zihniyete, yozlaşmış, taşlaşmış ideolojiye atılmıştır. Said ve onun kuşağının düşünürleri, yazarları bir önceki yüzyıla göre söylemle mücadele etmenin peşindeydiler. Bu bakımdan Said’in Oryantalizm kitabı Foucault’nun bilgi-iktidar söylemi üzerinden bir vurgulama yapmasıyla bu alandaki çalışmaların amentüsü sayılır. Phiroze Vasunia’ya göre Said modern Batının yerinden edilmesine neden olur. Kolonyal çalışmalar sayesinde bir üst anlatı parçalara ayrılır ve farklılığın tanınması üzerine gelişen yerel tarihler aranır.

“Bir Sürgün Olarak Doğulunun Kimlik Sorunu” bölümünde konuya Freud’u da dahil ediyorsunuz, Stuart Hall’u, Erikson’u, Maalouf’u, Connelly’i de... Bir başka bölümde asimilasyon ve yersiz yurtsuzluk kavramları ele alınıyor… Bu kadar derinlikli kavramları nasıl bir kararla bir arada okumaya ve incelemeye karar verdiniz?

Aslında bu kavramlarla ilk bölümde kurduğum çatının ikinci bölümde örneklemeye çalıştığım metinlere bakış için bir yöntem oluşturduğunu öncelikle söylemeliyim. Yani Oryantalizme bakarken öne çıkan kavramlar ve ikinci bölüm için benim oluşturduğum Doğulu kavramı üzerinden çeşitli biçimlerde okuma halleri… Sırasıyla bakacak olursak, Doğulunun temsili, Doğulunun kimlik sorunu, Milliyetçi Doğulular ve Kaybolan Doğulu zihniyeti… Bu okuma biçimime elbette bahsini ettiğiniz kavramlar eşlikçiydi. Yersiz yurtsuzluk çok özel ve Said’in yersiz yurtsuzluğu daha çok. Bilinçli bir yersiz yurtsuzluk ne kadar önemli… Çok dilli, çok yerli olma hali… Said’in dilden dile, şehirden şehre, ülkeden başka bir ülkeye mesken tuttuğu ne bir yeri ne de bir kültürü olmuş. Said bunun yerine entelektüel biri olarak tüm ülkeleri ve kültürleri aşıp yersiz yurtsuzluğu yaşamış. Kitapta andığım David Hare’in Via Dolorosa ve Zayd Dohrn’un Vaat Edilen Topraklar’ı buna en iyi örneklerdir. Yine kimlik dediniz ve kitabın çatısı öteki ile kimlik üzerine kurulu. Bu anlamda da Wajdi Mouawad’ın Yangınlar ve Kıyı oyunları, Matie Visniec’in Mülteciler ve Tarıq Ali’nin Don Kişot’un Yeni Maceraları bu minvalde ele aldığım ve izini sürdüğüm oyunlar ve yazarları oldu.

Moda Sahnesi’nde 2019’da oynanan, Kemal Aydoğan’ın yönettiği Kıyı oyunundan… Sağda oyunun yazarı Wajdi Mouawad.

Tiyatro, yani benin bir başkasına dönüşmesi ve bu dönüşümle sahneye çıkması meselesi çok önemli. Bu “öteki” dediğimiz, bir “başkası” dediğimiz nesne, kişi veya düşünce için öznenin varlık göstermeye başladığı sınır çizgisine tekabül eden eşiği diyebilir miyiz? Ve bu eşiği ayan beyan en iyi gördüğümüz yer –roller gereği– tiyatro mu?

Evet, tiyatro insanın kırılma noktaları ve çatışma noktalarıyla ilgilenen bir sanat. Karar anlarında zorluklarla, engellerle karakteri sınar, dönüştürür. Karakterin tarihsel köklerinden gelen yanlış algılamaları, yanlış yönelişleri, koşullanmışlıkları masaya yatırır. Bunlarla dolu hayatları zor durumlarla, engellerle sınar ve seyircinin de bu kırılmaya eşlik etmesini, tanıklık etmesini sağlar. Toplumsal önyargılarla koşullanmışlıkların masaya yatırıldığı bir ameliyathane gibidir sahne. Sancılar burada artar ama aynı zamanda hafifler de. Bir başka hasta üzerinden kendinin de mustarip olduğu hastalığı deneyimler. Doktorun o hastaya tavsiyelerinden dersler çıkarır, önyargılarıyla, koşullanmışlıklarıyla baş etmeyi onun üzerinden deneyimler. Oryantalizm söz konusu olunca bu koşullanmışlıkların, önyargıların kan revan irdelendiği bir yere döner sahne. Hem Doğunun hem de Batının aynaya bakmaktan çekindiği bir zamanda zorunlu bir tarihsel ve toplumsal aynadır sahne. Benim incelemem bu aynanın çağımızda nasıl tutulduğuna dair. Neden mamul bir ayna bu, nasıl tutuluyor? İşliyor mu?

Duygu Kankaytsın

Masanızın üstünde sürekli olan veya elinizin sürekli gittiği, her dönem okurum dediğiniz kitaplar hangileri?

Zor bir soru olmuş… Sabitlik ve devamlılık hem ehemmiyet verdiğim hem de çekindiğim bir şey. Masamda kuramsal kitaplar dönemsel olarak değişir, ancak kadın çalışmaları alanındaki bazı kitaplar masadan ayrılmazlar. Fatmagül Berktay’ın Tarihin Cinsiyeti hep elimin altında; öte taraftan her ne olursa olsun hep bir Enis Batur kitabı masada beni bekler sayfalarını karıştırmam için. Yine yazarlığından çok etkilendiğim Sam Shepard deyip susuyorum.

Bir de tabii şunu da merak ediyorum; akademisyen olmanız kitap seçimlerinizi ve kitap okuma ritüellerinizi etkiliyor mu? Klasik, modern, çağdaş, en çok hangi dönem kitaplarını okumayı seviyorsunuz?

Her dönem benim için önemli ve araştırmalar sırasında çalışmalar gereği hepsine ayrı ayrı ihtiyaç duyuyorum. Ancak çağdaş dönem kitaplarını daha çok okuyorum. Özellikle şiirde ve tiyatroda çağdaş daha çok okuyorum. Kuramsal kitaplarda klasikler ayrı bir zeminde elimden düşmüyor tabii.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • duygu kankaytsın
  • Sahnedeki Madun
  • şarkiyatçılık

Önceki Yazı

TARTIŞMA

Türkiye’de biyografi yazmak mümkün mü?

“Gerçeğe en çok yaklaşan biyografi ancak birincil kaynaklarla yazılabilir. Bunu hatırlatmak ve tekrarlamak bile fuzulidir.”

RIFAT N. BALİ

Sonraki Yazı

SİNEMA-TİYATRO-TV

“Dünya korkunç bir yer ama öyle olmadığına inanmamız gerekiyor”

Danimarka’nın savaş yıllarındaki “tarafsızlık” maskesinin ardına gizlenmiş puslu tarihine karanlık ve sarsıcı bir olay üzerinden bir bakış...

NEDİM DERTLİ
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.