• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ELEŞTİRİ
  • ENGLISH
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • İNCELEME
  • KİTAPLAR
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Deliliğin Arifesinde:

Deli, doğa, dünya

“Hölderlin’in deliliği, mümkün en net anlamıyla politik bir delilikti.”

Friedrich Hölderlin'in Wilhelm Schulz tarafından yapılan portresi (ayrıntı).

HASAN CEM ÇAL

@e-posta

ELEŞTİRİ

4 Eylül 2025

PAYLAŞ

Johann Christian Friedrich Hölderlin, diğer şairlere kıyasla –belki Antonin Artaud hariç– fazlasıyla “deliliği” üstünden ele alınmış, neredeyse bu “özelliği” üstünden mitleştirilmiş, “deliliğiyle meşhur” bir şair. Her ne kadar her şair biraz deli olsa da, –zira kelimeleri iletişim kurmak için değil, bilhassa iletişimi ortadan kaldırmak için kullanmakta– “daha derin” bir iletişim kurmak adına olağan iletişimden el etek çekmekte “delice” bir şeyler bulunsa da, Hölderlin’in deliliği yine de müstesna durur. Her ne kadar tıpkı bir diğer Friedrich’in, Nietzsche’nin deliliği gibi, onunki de onu ebedi bir suskunluğa sürükleyip son kertede öldürmüşse de, Hölderlin’de özel bir şeyler vardır sanki. Öyle bir şey ki, onu diğer şairlerden ayırır ve onun “deliliğin şairi” olmasını sağlar. Deliliğin tanımına tam uyan bir şeydir bu; Hölderlin’in şiirinde yankısını bulan bir şey.

Deliliğin genel ve bayağı tanımı şudur: Norm dışı olmak. Bundan kasıt, “normal” denen şeye uyum göstermemektir tabii. Ama norm dışı olan olarak esasen daha derin bir varsayımın üstünü örter, zira negatif bir tanım oluşturur: “Dışarı”yı normalin dışarısı olarak tanımlayarak, esasen deli, “akıllı”nın perspektifinden yargılanır. Normal toplumsal olandır, toplumda “kabul gören”dir, “çoğunluğun aklı”na uyandır, “sağduyu”dur; anormal ise (mantıken) bunun dışıdır. Ama mühim olan, bu dışarının, “içeride olana göre dışarı”da olmasıdır. Dolayısıyla, hiç kimse delinin ne yaşadığıyla ilgilenmez; aksine, delinin ne yaşattığıyla ilgilenir; ki o da norm dışı olanın deneyimi, huzursuzluk verici olan şeydir, bir yabancı yoğunluk ya da varoluş tarzıdır. Delinin yarattığı huzursuzluk ise tek bir şeyden ileri gelir durur: Dışarı ile içeri arasında ayrım yapmama, yapamama hali. Toplumun, dolayısıyla normalin var olmasını sağlayan bu varsayım delide yittiğindendir ki, deli delidir, akıllı da akıllı (Michel Foucault’nun Klasik Çağda Deliliğin Tarihi: Akıl ve Akıl Bozukluğu’nda muazzam bir yetkinlikle tahlil ettiği o ikilik). Deli: Toplumun yalıttığıyla, doğayla, nesnelerden oluştuğu sanılan ama oysaki hiçbir nesne içermeyen, sadece oluşlardan mülhem dünyayla hemhal olan kişi. Dışarı içinde patlayan biri diyelim.

İşte Hölderlin’in şiiri tam da bu tip bir patlamanın şiiri gibidir ve tam da bu anlamda “delice”dir. Tarihsel olarak Hölderlin’in deliliğinin kendi zanaatını gerçekleştirme ile hayatını idame ettirme arasında bir denge tesis edememesinden, kısacası “toplumda var olamama”sından ileri geldiğini biliyoruz. Bu noktada da deliliğin katalizörü olarak ikilikle, toplumun talep ettikleriyle bireyde yoğunlaşan arzular arasındaki çatışmayla karşılaşırız. Ama bir yandan da mesele, bu çatışmanın çözüme kavuşturulması olarak deliliktir. Hölderlin ki, delirerek esasen dışarıda yaşamayı reddetmiştir ve delirdikten sonra literal olarak bir fildişi kuleye kapanmıştır; ki bundan daha ironiği yoktur: Toplumun erişemeyeceği bir yer, bir irtifa (Ernst Zimmer’in kulesi). Bu açıdan Hölderlin’inki Artaud’nunkinden farklı, mutlak bir deliliktir; bir kliniğe, “toplumun meskeni”ne kapanmayı dahi reddeder (bu kadar “akıllı”dır hâlâ). Deliriyorsa, tam delirir: Bir daha söz söylememecesine susar; geriye sadece inilti, mırıltı ve çığlıkları kalır. Delirmeden önce bildiklerinden kırıntılar.

Hölderlin’in deliliğinden söz edemiyorsak, bunun nedeni bu raddede söz edecek bir şey kalmaması, zira sözün yitmesi. Ama Deliliğin Arifesinde adlı, Hölderlin’in delirmeden az evvel yazmış olduğu şiirlerin toplandığı kitaptan, “delirme yolu”nun taşlarını döşeyen şiirlerden söz edebiliriz; ki bunlar Hölderlin’in deliliğinin ne sanıldığı gibi “havalı” ne de şen olduğunu gösterir. Hölderlin’in bu kitabında onun deliliğinin bir yâd ediş, bir burukluk, bir “çoktan uzaklarda olma hali”ne denk düştüğünü görürüz. Ve anlarız ki, delirme nedeni daha ziyade doğa ve dünyadan kopuşu, bunların içerdiği oluşlardan mahrum kalışı, bir olduğundan hep ayrılmak zorunda bulunuşu, olmadığı bir şey olmak isteyişi değil de, olduğu şey olamayışıdır. Hölderlin’de deliliğin formülü başkadır ve hakikaten yalnızca Deliliğin Arifesinde ortaya koyar bu formülü: Deli bir olmak ister, olduğu olmak ister, ama iki olmaya, kendisini şeylerden ayırmaya zorlanandır; ve tabii bunu kabul etmeyen de. (Heidegger’ce söylersek) delinin bir “olmaklığı” varsa, o da budur.

Hölderlin’in bu kitabı esasen onun deliliğinin sinyali. İşlediği temalar, bu temaları çeşitleme şekli tamamen delinin kökensel tanımına uyar. Hölderlin şiirlerinde ya utkulu gelişini umduğu birliği varlığıyla dışavuran şeylerden (örneğin çocuklar) ya da bu birliğin devinimine, bu birliğin içerdiği çokluğa ait olan şeylerden (örneğin mevsimler) söz eder. Ve söz ettiği her şeyden de öyle bir söz eder ki, öyle narin ve nazikçe kullanır ki dili, sanki bu şeylerin akışı dilin akışıyla bir olur, dilden de akar. Bu bakımdan Hölderlin’in bu kitabındaki şiirlerin derdi, kesinkes bir olanla, bu birliğin yansımalarıyla, onların dilde dönüşü ve dile vuruşuyla, özetle olduğu haliyle içselleştirilip bir başka halde, sözle ve sözde dışavurulmasıdır. Hölderlin’in şiirinin deliliği de buradadır zaten, tüm çift katmanlılığıyla: Yalnızca bir olana odaklanması ve bunu halihazırda bölünmüş olanla, nesnelere dayanan şeyle, dille yapmaya çalışması. Bir imkânsız proje, bir “ön delirme”.

Friedrich
Hölderlin
(1770-1843)
Franz Carl
Hiemer,
1792.

Hölderlin’de bu birliğin halleri de çokludur tabii. Örneğin dostluk bunlardan biridir; kitabında defalarca adı geçer dostluğun ve dostlarının (örneğin Zimmer’in). Ama bir yandan da Hölderlin, bu çokluğun ta kendisini de bir birliğe göndermede bulunacak şekilde dile pelesenk etmeksizin durmaz. Tam da bu nedenle sevgilinin bir dost olduğunu söyler, ama aynı zamanda mevsimler boyunca bir arada durulan da sevgilidir ve tabii yalnızca o, günlerin birlikte geçirildiği ve anıları süsleyen şey olarak kalır (“Günlerin Hepsine En Güzel Denmez…” şiiri). Hölderlin’in bu bağlamda yürüttüğü işlem bellidir: Kişinin kendisinden bildiği, bir olanla bir olduğunu hissettiği, kendisini her şeyin bir olduğu bir çokluğun bir parçası olarak duyumsadığı bir yoğunluğa erişmek. Bu erişim ise ancak kendimizi bir diğerinde yitirdiğimiz ya da halihazırda öteki ya da başka kategorilerine sahip olmadığımız bir halle sağlanır. İlki için sevgiliyle, ikinci için çocuklukla. Sevgili ve çocuk: Birin büyük figürleri. Hölderlin’in Seçme Şiirler’inde de karşımıza çıkan figürler.

Ama tabii iyi olan da, Deliliğin Arifesinde ziyadesiyle adı geçendir. Neden kötülük değil de iyilik diye sorulacak olursa: İyilik yine birle alakalıdır, kötülük ise iyiliğin yokluğunda ortaya çıkar. Hölderlin’in bir Yunanlılığı varsa, o bu bakış açısında aranmalı. Sokrates’in Savunması’nda ve tabii Protagoras’ta ortaya konan bu iyilik fikri, esasen kendine yeterli, Yunanlı bir deyişle “erdemli” bir hayatı imler. İyilik ki, şeylerle bir olduğu düşüncesinden doğar; tam da bu nedenle hiçbir şeyin hiçbir şeyden kopuk olmadığını bilen, her şeyin her şeyle bağlantısını sezen, hiçbir şeye kötülük yapmaz, özetle kendini başka şeyden ayırmaz, çünkü bilir ki bu ayrım namevcuttur, geçersizdir ve bunun sanısı ancak iyiliğin bilgisizliğinden, açıklanamaz ama yaşanır varlığının eksikliğinden kaynaklanır (kötü olan her zaman “ben” der, iyi olan ise “biz” dahi demez): Kendini her şeyden ayıran, ayırdığıyla çatışacaktır da ve bu kötü olandır. 

Bu açıdan, Hölderlin’in delirmeden evvel muazzam bir berraklıkla yazmış olduğu şiirlerinde iyiliğin de bir konu olması boşuna değildir; zira iyiliktir kişinin, benin, hatta kendiliğin birlikte eridiği pota. Ve tabii delirmeden evvel deliliğin son reddiyesidir de bu temanın şiirsel çeşitlenişi. Diğer taraftan, Yunanistan da bir motifse onun şiirlerinde (ki Deliliğin Arifesinde’ki “Yunanistan” şiiri buna örnektir), bu, onun (sanıldığı üzere) bir “proto-faşist” olmasından değil, iyiliğin dosdoğru kaale alındığı zaman-mekânın Antik Yunan olmasındandır. Hyperion: Yunanistan’da Bir Münzevi’deki mektuplar üstünden aranan da bu kayıp ve “iyi ülke” olarak Yunanistan’dı.

Tabii inanç da bu “yekpâre delilik”ten nasibini alır: Hölderlin inançtan söz etmeksizin de durmaz. Neden inanç? İnanç tam da bir “başka şey”e itikat anlamına gelmez mi ve bu da, tabii, birden kopuş anlamına? Aksine: İnancın kökenine bakıldığında, arı inancın, saf itikatın esasen birliğe, yalnızca bire olduğu anlaşılır. Latincedeki religare kökü bir bağlanmayı, adanmışlığı anıştırır: Bağ kurmak, bağlanmak. Bu, yani bağlanma ise bir başkasıyla değil, her şeyin birliği olarak Tanrı’yladır. Tanrı yalnızca bu birliğin adı olduğu oranda, inanç yalnızca ona olacaktır ve Tanrı’dan başka bir şeye inanmak mümkün değilse, yalnızca Tanrı’nın bir olmasındandır bu (ve tabii, her şeyin birliğine işaret eden olmasından da). Tanrı insandan kopuk değildir bu açıdan, insanın ta kendisidir ve Hölderlin, bir Yunanlı olduğu kadar bir Hıristiyan’sa, bu, İsa’nın tam da bu birliği yansıtır görünmesindendir (Georg Wilhelm Friedrich Hegel tarafından Tinin Görüngübilimi’nin son sayfalarında da kavranmış olan şey). Tanrı’yı bilen biri dolayısıyla kendisini, benini değil de kendiliğini, hatta kendiliğin de ötesini, özünü bilir. Ve öyle bir bilir ki, bildiğinden şüphe dahi duymaz. Ruhu doygundur. Şöyle yazar “İnanç” adlı şiirinde Hölderlin:

“Doğan gün gibi aydınlatır insanları,

Ve yücelerden gelen ışığı.

Kullanır birleştirmek için sisli görüntüleri.

Bilgidir, ruhun derinliklerine ulaşır.”

Mevsimler ise bir diğer husustur: Hölderlin’in yaz, ilkbahar ve kış üzerine şiirler yazması bundan. Şiirler diyoruz, zira bir değil, her mevsime iki şiir adamıştır o. Bunu yapmasının nedeniyse, tıpkı mevsimler gibi, mevsimlerin geçişi gibi, bir çeşitleme sunmak istemesidir (en azından bu spekülasyonu yapmaya mahal verir şiirlerinin içeriği). Ama tabii mevsimler, tıpkı sevgili ve dostun eşliği, birliği gibi, diğer şiirlerin sahnesi olmaktan da geri durmaz. Hölderlin’in şiirlerinin pek çoğunda zaman geçer, ama bunu da mevsimden mevsime yapar: Mevsimler doğayı dönüştürür, onun nabzının atışı, hareketidir ve tam da bu yolla insana ondaki değişimlerin daha büyük, daha (Kant’çı anlamda) yüce bir değişime tabi olduğunu hatırlatır. Hölderlin için mevsimler ehemmiyet arz eder, zira onlar birdeki çokluğun en temel dışavurumlardır: Doğa mevsimler aracılığıyla değişir, ama bu mevsimler her zaman için geri döner ve özünde birdir; asla değişmezler ama hep de değişirler; bir ve çokturlar, hadi diyelim ki çok olarak birdirler (ve bir olarak da çok). (Hölderlin’in sonbahar mevsimine adanmış bir şiiri olmaması ise manidardır, zira sonbahar mevsimsel değişimin tekrar hız kazanmadan evvelki mutlak durgunluk ânı, doğanın kendi derisini değiştirdiği o kısa periyottur.)

Ezcümle: Hölderlin mevsimlere kafayı takmıştır, zira onların tüm farklarıyla birdir, hep geri döner, bengi döner ve hep değişir, başkalaşır: Mevsim birdir, mevsim çoktur. Bir yoğunluk değişimidir mevsim ve şair, bu yoğunlukların izini sürendir; her şeyde, her yerde ve her zaman. Şiir ve Tragedya Kuramı’ndaki şu aforizmayı bir de bu bağlamda okumak elzem:

Heyecan duymanın dereceleri vardır. En aşağıda bulunan neşeden savaşın ortasında aklı başında dehasını koruyan generale kadar sonsuz bir merdiveni vardır heyecan duymanın. Şairin uğraşı ve keyfi, bu merdivenden aşağı ve yukarı iniş çıkışlardır.

Fakat her ne olursa olsun, Hölderlin bir aşkınlık sevdalısı olarak da kalmaz, en azından genel itibariyle anlaşıldığı haliyle. Bir erişilemez birliğe değildir onun tutkusu, dolayısıyla bir ahirete değildir hiç mi hiç. Aksine, halihazırda erişilebilir olan, erişilemediği için de içeride patlayana dair bir tarafı vardır bu tutkunun. Hölderlin delirir, çünkü gözünün önündeki birliğe kavuşamaz.

O bir romantikse, yalnızca bu anlamda romantiktir ve delirdiyse, yalnızca bu nedenle delirir: Doğanın içinde yaşar, ama ondan ayrık. Hölderlin’in, Novalis’in Sais Çırakları’nda yaptığı şeyi şiirleriyle yapmaya çalıştığını, hatta aynı frekansta var olduğunu söylemeli: Doğa kendimizi ondan ayırt edemediğimiz şeydir ve bir dışarıyı değil, sonsuz küçüğü, ölçülemez içeriyi, ama aynı zamanda en engin dışarıyı, bütün bir uzayı, evreni aynı anda tanımlar, kapsar. Romantiklerin her biri, Hölderlin dahil, Baruch Spinoza hayranıysa, neden, Spinoza’nın doğa tanımının bununla birebir aynı olmasıdır. Dolayısıyla, doğa her yerde aranacaktır, en başta da dünyada. Hölderlin’in kozmopolitanlığının kaynağı da budur: Bu dünya birdir ve sevgili, iyilik, çocukluk, mevsimler ve dahası da onun “birlikler”idir. Antik Yunanlılar Hölderlin için bir modelse, bu, bu birliği onların da sezmiş bulunmasından, yoksa Hölderlin’in bir Yunan hayranı olmasından değil (ki öyledir de).

Dolayısıyla, tüm bu serimin sonunda, başa dönüyoruz: Hölderlin’in deliliği, mümkün en net anlamıyla politik bir delilikti. Hölderlin delirdi, çünkü giderek delirmeye meyleden, kendini doğadan, doğal kuvvetlerden, doğanın birliğinden ayırt etmeye başlayan bir çağın, bir dünyanın içine doğdu ve onun içinde yaşlandı. Delirdiyse, bu, dünyanın deliriyor olmasındandı. Dünya deli olduğu için değil de, dünyanın herhangi bir “yer” olduğu ve kendisi için değil de, “bizim için” var olduğu düşüncesi dünyayı sarıp sarmaladığından. Bu durumda deliren, esasen en aklı başında kişidir, çünkü yalnızca o, doğanın ve dünyanın birliğinin ayırdında olan ve bu gerçeği suskunluğuyla dışavuran kimsedir. Delinin çığlıkları bu açıdan dünyanın, doğanın çığlıklarıdır. Ve deli yok oluyorsa, gözden ırak hale geliyorsa, birlik yitirildiğindendir. Bu perspektiften, delilerin “içeri kapatılma”sı manidardır ve Hölderlin, son “akıl kırıntısı”yla, kendini, “kendi iradesi”yle içeri kapatmayı bildiyse, bu onun yaşadığı dünyada delinin yazgısının tam da bu olduğunu bilmesindendir.

Ama yine de, deli kapanıyorsa, kapatılıyorsa, bu bir “açık hava hapishanesi”nde olmaktan iyidir: Deli kapatılmak suretiyle nihayet kendi dışına açılacağı bir kendine mahsus içeriliğe sahip hale gelir. Kendi dünyasında, kendine ait olduğu ancak iddia edilebilecek bir birlikle hemhal olur. Deli, doğa, dünya da işte böyle bir araya gelir, yakınsar; göreli yokluklarında. Hölderlin’in deyişiyle (“Bu Dünyanın Hoşlukları…”):

“Tadını çıkardım bu dünyanın hoşluklarının,

Nasıl da akıp gitti bütün bir gençlik!

Uzakta şimdi Nisan, Mayıs ve Haziran,

Hoşlanmıyorum yaşamaktan, yokum artık!”

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Deliliğin Arifesinde
  • Friedrich Hölderlin
  • hölderlin

Önceki Yazı

ELEŞTİRİ

Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği:

Bugünkü Türkiye’ye yazılmış bir kitap

“Bu kitabı okuyucuyla birlikte bir yolculuk yapma denemesi olarak görebiliriz. Hazırdaki düşüncelere esir olmayı reddeden, referans aldığı çok sayıda düşünürü bile birbirleriyle konuşturup kendi özgün düşüncesini inşa eden bir deneme.” 

FERHAT KENTEL

Sonraki Yazı

DENEME

Beden politikaları, travma ve mikro iktidar:

Sevgilinin Soğuk Elleri

“Sevgilinin Soğuk Elleri’nde Han Kang travma, beden ve iktidar ilişkilerini derinlemesine irdeler.Vejetaryen ise aynı meselelerin daha sıkı dokunduğu, daha rafine bir metindir.”

SEVİL ERYAŞAR
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist