Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği:
Bugünkü Türkiye’ye yazılmış bir kitap
“Bu kitabı okuyucuyla birlikte bir yolculuk yapma denemesi olarak görebiliriz. Hazırdaki düşüncelere esir olmayı reddeden, referans aldığı çok sayıda düşünürü bile birbirleriyle konuşturup kendi özgün düşüncesini inşa eden bir deneme.”
Gazze Şeridi'nde Bureyj mülteci kampında bir okula İsrail saldırısı sırasında. 17 Temmuz 2025, Reuters Haber Ajansı.
Bazı kitaplar vardır, okuduğunuz her satır, kafanızda bulutumsu ya da uçuşkan hayallerin, henüz kelimeye dökülmemiş duyguların her birine elle tutulur bir kelime önerir. Bu tür kitaplarla, kafanızdaki bazı kelime ve kavramların yanına bir kelime daha gelir ve ortaya çıkan sonuç tadından yenmez. Bir tık daha büyümüş, olgunlaşmış hissedersiniz kendinizi. Hakikatin binlerce kapısından birkaçını daha açılmış hissedersiniz.
İşte Ömer Faruk’un birinci baskısı Altıkırkbeş (2019), genişletilmiş üçüncü baskısı Yeni İnsan Yayınevi’nden (2024) çıkan Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği (BAKH) kitabı böyle bir kitap. Ne yazık ki, kitabı elime alıp okumam biraz geç oldu. Okuduktan sonra da, hakkında bir şeyler yazsam dedim ama bunun için vakit bulmam da epey zaman aldı.
Ömer Faruk
Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği
Yeni İnsan Yayınevi
2024, 3. basım
303 s.
Ömer Faruk, BAKH’ı 2019’da yazmasına rağmen, özellikle içinde bulunduğumuz günlere dair çok şey söylüyor. “İklim Yasası” ya da “Maden Yasası” gibi görünürde “hukuki” kılıflarla, zeytinlikleri, akarsuları, soluduğumuz havayı bir çıkar şebekesinin yok etmeye soyunduğu ve bunun “teknolojik ilerleme” (“SİHA’lı, İHA’lı, bol savaş araçlı, etrafına korku saçma sevdasında olan bir Türkiye Yüzyılı” diye anlayın) görünümü altında satıldığı bir zaman dilimini düşünmek için ilham veriyor.
İlk olarak şunu söylemeliyim; kitabın adını gördüğüm zaman açıkçası biraz irkilmiş, hatta hafif bir tepki bile duymuştum. “Nasıl yani; sesi çıkmayan, çıkamayan insanları anlamaya çalışmak ve elden geldiğince onlara ses olmak, ‘onlar adına konuşmak’ neden ‘haysiyetsiz’ bir şey olsun?” diye düşünmüştüm. Ama Foucault’ya “Başkası adına konuşmanın haysiyetsiz bir şey olduğunu bize siz öğrettiniz” diyen Deleuze’den ilham alan Ömer Faruk’un derdi başkaymış ve o dert çok ciddi, üzerine kafa patlatılması elzem bir dertmiş. Bu arada, “haysiyet” kelimesini taşıdığı (beni de irkilten) ikircikli sözlük anlamlarından kurtarmak üzere, Ömer Faruk kitabın 2. baskısının sonuna eklediği “Düşüncenin Erotikleşmesi” başlığını taşıyan bölümde “haysiyet” kelimesini neredeyse her seferinde “özsaygı” olarak tekrar tanımlayarak, başka yerlere sürüklenmemizin önüne geçiyor.
Okurla birlikte bir yolculuk yapma denemesi
Aslında Ömer Faruk’un bu deneme kitabını başından sonuna kadar okuyucuyla birlikte bir yolculuk yapma denemesi olarak görebiliriz. Hazırdaki düşüncelere esir olmayı reddeden, referans aldığı çok sayıda düşünürü (Nietzsche, Spinoza, Marx, Deleuze, Guattari, Clastres…) bile birbirleriyle konuşturup kendi özgün düşüncesini inşa eden bir deneme. Bu haliyle zaten kitabın temel mesajı da ortaya çıkıyor. Tonlarca düşüncenin esiriyiz; düşündüğümüzü söylerken, aslında bizden önce defalarca dile getirilmiş, güç ilişkileri içinde şekil bulmuş, kalıplaşmış, tahakküm kuran “düşüncelerin esiriyiz”. Oysa yapılması gereken –söylemesi kolay, yapması zor– şey “düşünenin düşünceye hükmetmesi”. Yani çok basit gibi görünen ama çok esaslı bir eleştiri, “düşünce”yle iştigal ettiğini “düşünen” insanı sarsıyor: “Düşünüyorum” ya da “Düşüncem şu” derken, gerçekten kendimizin ürettiği bir düşünceyi mi ifade ediyoruz? Hayır. Zaten babam, öğretmenim, okuduğum kitabın yazarı, o yazarın aktardığı başka bir yazar veya burjuvazi, kapitalizm ya da devlet tarafından söylenmiş düşüncelerden bir demet sunuyoruz başkalarına. Bu yüzden ortalıkta o kadar çok kalıplaşmış düşünce dolaşıyor ki, bu düşünceleri temsil ettiğini iddia eden otoriteler, bizi de “temsil” etmiş oluyorlar.
Dolayısıyla, ortalıkta “düşünceye hükmedemedikleri için düşüncenin hükmettiği hizmetçilere ya da düşünmeyen, ancak düşünmeyi yöneten soyut makinelerin hizmetçilerine dönüşmüş” (BAKH, s. 97) varlıklar dolaşıyor.
Ömer Faruk’un anlattıklarıyla birlikte, bu hizmetçilik halinin ne tür yansımaları olduğunu düşünelim.
Mesela “vatanımız” ya da “Türk milleti/ulusu” dendiğinde duygu ve düşüncelerimiz sorulsa, herhalde hatırı sayılır bir kitle, tarihte bizim yaptığımız “fetihlerden”, düşmanların yaptığı “işgallerden” ve buna karşı kahramanlıklarımızdan, ihanetlerden ya da bir karış toprağı, çakıl taşını vermeyeceğimizden, düşmanların bizi bölmek için düzenlediği komplolardan falan bahseder. Buna karşılık, bir karışını vermeyeceğimize dair epey laf edeceğimiz bu toprakların nasıl talan edildiğinden, akarsuların nasıl zehirlenip üç-beş kapitalistin kârına dönüştüğünden, ormanların nasıl yakılıp, kesilip yerine maden ocağı ya da zenginler için lüks tesis yapıldığından, İstanbul’u bir felakete sürükleyecek olan “korkunç kanal” projesinden, o projenin alanındaki arazilerin Ortadoğulu petrol zenginlerine satıldığından, Amerikan üslerinden, gökyüzünde İsrail uçaklarının antrenman yaptığından, yerli tohumların ticaretinin yasaklanıp Hollanda ve İsrail’den hibrid/GDO’lu tohum ithal edildiğinden, Gazze’de Filistinlilere soykırım yapan İsrail ordusunu besleyen Azeri petrolünün bizim topraklarımızdan geçtiğinden bahsedenler olur ama bunlar bölük pörçük, her biri ancak canı yananlar tarafından zar zor, kafalarına inen coplardan korunmaya çalışırken dile getirilebilir.
12 Eylül 1980 Darbesinin ardından sık rastlanan manzaralar. Fotoğraf: Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi
Bizim memlekette, özellikle 12 Eylül darbesinin insanları öldürerek, işkence ederek, fakat daha da önemlisi, insanların onurlarını ve gururlarını kırarak inşa ettiği korku iklimi, hamaset ve ezbere indirgenmiş “düşüncenin” altındaki esareti çok daha güçlendirdi. Yani acılı Türk milletimizi çok da fazla suçlamaya hakkımız yok. Ancak tabii ki mesele sadece 12 Eylül’ün “başarısı” değil. Üzerinde yaşadığımız toprağı “gerçek bir toprak” olarak görmek yerine, o toprağı “kutsal” haritalara, sembollere ve “temsillere” indirgeyerek sürdürülen sosyalizasyon süreçlerindeki “başarıyı” da unutmamak gerekir.
Sürekli olarak soyut ve kutsal bir toprak temsili eşliğinde düşünen, ancak böyle bir şablon içinde var olabilen o toprağın vatandaşları, her ne kadar birbirlerinden nefret eden, kutuplaşmış kanatlar içinde olsalar da, aslında birlikte ortak ve ortalama bir siyasal kültürü biteviye yeniden üretiyorlar. Çünkü bu kanatlardan birinin ya da başkasının, en muhafazakârının ya da en devrimcisinin, en Müslümanının ya da en sekülerinin, hepsinin kutsal bir şablonu var. Her biri kutsallarını farklı tanımlıyor olsa da, ortak bir “kutsallık” kabını birlikte parlatıyorlar.
Çanakkale Bayramiç ilçesi Yanıklar köyünde maden protestosu, 2024. Fotoğraf: canakkalekalem.com
Kuşkusuz, bizim memleketin özel durumları olsa da, böylesine hazır sunulmuş, çanak düşünce üretimi ve tüketimi sadece bu topraklara özgü değil. Geçmişte “modern uluslar”ın yarattığı devletler ve ezberleri, merkezden çevreye doğru kopyalanarak aktarıldı. Ya da şimdilerde adına “popülizm” dediğimiz ideolojinin inşası da benzer bir süreç izliyor. Her bir popülizm ne kadar “yerli ve milli” ve de ne kadar “kutsal” olduğunu anlatsa da, aslında birbirlerini “kopyala-yapıştır” usullerle yeniden üretip duruyorlar. Yani ne kadar da orijinal ve kendilerine özgü olduklarını anlatsalar da, yaptıkları tek şey “başkaları adına konuşmak”tan ya da “haysiyetsizlikten” (“özsaygı kaybı”ndan) başka bir şey değil.
“Sınır üreten devlet…”
Yani “devlet” tek tip konuşmanın en önemli ve en sembolik merkezi. Kendi konuşması ve kendi düşüncesi dışındaki alternatifleri yasaklayan, gayri meşru kılan ya da sadece görünmez kılan devlet, aynı zamanda her alanda “hiyerarşi” üretmenin ve “hiyerarşik” düşünmenin de ilhamı ve ideolojik kaynağı olarak muhteşem bir rol oynuyor. Devlet ve onunla birlikte yürüyen kurumlar ve düşünceler bunun ilk adımını “sınır” üreterek, “sınır”lı düşünmenin şablonunu üreterek atıyor. “Erkek” gibi devlet, “erkekçe” bir tavırla, erkek gibi ol(a)mayan her cins, sıfat ve eylem karşısında “normal” bir şekilde üstünlük kurulmasına imkân sağlıyor. “Normal” ve “anormal” olan arasındaki sınırı üretiyor, yeniden üretiyor, yeniden yorumluyor; dün dost ya da kardeş olarak adlandırdığına bugün “terörist” diyor, dün “yolsuzluk” dediğini bugün “davaları” için meşrulaştırıyor.
Hiyerarşinin normal olduğu bir yapıda her varlığın yeri ve statüsü vardır.
Bu statü bir varlığın kendisinden aşağıda olanlara hükmetmesini ve kendisinden üstün olanlara itaat etmesini gerektirir; köleler efendilerine, kadınlar kocalarına tabidir. (s. 60)
Burada, Ömer Faruk’un yazdıklarına bir katkı olarak, Pierre Bourdieu’nün Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi adlı kitabından çok meşhur bir alıntıya başvurayım: “Beğeni sınıflandırır ve sınıflandıranı sınıflandırır” (Le goût classe, et classe celui qui classe). Yani Bourdieu’ye göre, “beğeni” dediğimiz şey, herkesin kafasına göre seçtiği ve hani çok ezberimizde olan “zevkler ve renkler tartışılmaz” gibi bir mesele değildir. Her beğeni “toplumsal”dır ve bireyler, kültürler ve sınıflar arasında güç ilişkileriyle şekillenir; hatta bir bakıma “sembolik şiddet” içerir. Egemen olanlar başkalarına, toplumun geri kalanına “iyi”, “güzel” ya da “kötü”, “çirkin” gibi beğenileri “öğretir”, “özendirir”, hatta gerekirse “zorla dayatır”.
Bourdieu
Tabii ki bu egemen beğeniler toplumsal ya da kültürel mücadelelerle değişir. Mesela siyahları aşağılayan bir kültürde siyahların toplumsal hareketi “Siyah güzeldir!” sloganıyla alan kazanır; en azından toplumun bir kesimi nezdinde siyahın değeri yükselir. Ya da başörtüsünü aşağılayan bir egemen beğeni altında başörtüsü hakkı için mücadele eden insanlar başörtüsü takmanın içerdiği “fazilet” ve “estetiğin” toplum içinde kabulünü de yaygınlaştıracak pratikler geliştirir. Dolayısıyla, “kültürel sermayeler” arasında süren ayrımlar ve çatışmalar karşımıza çıkar. “Beğenilenler” kategorisi ve “beğenme” normları doğallaşabildikleri ölçüde “güç” inşa eder. İnsanlar beğenme ayrımlarına göre hareket etme, giyinme ya da “düşünme” normlarının içine girerler.
İşte burada, hiyerarşilerin türlü çeşitli olduğu toplumlarda, karşımıza “sınıflandırma” kapasitesi en güçlü olan, sınıflandıranların en tepesindeki devlet karşımıza çıkıyor. Çünkü doğduğumuz andan itibaren, hayatımızın neredeyse her ânına ve her alanına burnunu sokan, bütün sosyalizasyon araçları vasıtasıyla bize sürekli “doğruları”, “yanlışları”, “iyiyi” ve “kötüyü” öğreten devlet, bize vazgeçemeyeceğimiz bir “düzen” fikrini de verir. Çünkü BAKH’a dönersek, devlet ve de hiyerarşi üreten kurumlar, belirsizliğin yerine kesinliğin geçmesini sağlar; insan zihninin ürünü olan kurum insana hükmetmeye başlar. (Mary Douglas’tan ilhamla, s. 69) Ezber düşünce ya da düşünen üzerinde tahakküm kuran düşünce de böyle yapar.
Tabii devlet sadece “devlet” olmakla kalmaz; daha da mühimi, hayatın her alanında devlet gibi üreyen kurumlar, örgütler ve devletsi yapılar yaratır. Ve tabii ki bu “devlet” yoktan var olmuş ve hiyerarşik olarak altındaki her kurum, topluluk ve bireyi oluşturan ve belirleyen bir “yaratık” değildir. Devlet kendinden önce var olan kurumların mantığını, geleneğini, izlerini taşır; onlardan beslenir, onları yeniden üretir ve/ya da dönüştürür. Dolayısıyla, mesela T.C. Devleti, Osmanlı’dan, Osmanlı’nın üretmiş olduğu hiyerarşilerden, geleneklerden, devlet-kul ya da devlet-din ilişkilerinden ve tabii ki savaşlarından, krizlerinden, travmalarından beslenir.
Çanakkale, Bayramiç ilçesi Hacıbekirler köyünde bakır madeni için ormana beton dökülürken, 2024.
Fotoğraf: https://t24.com.tr/
Ancak yeni devlet artık başka bir devlettir ve esas referanstır. Bu devlet, müktesebatında bulunan cemaatleri artık “yeniden yapan” bir devlettir. Modern devlet o cemaatleri bir ölçüde taklit etmiştir, ancak artık o cemaatler yeni devleti taklit ederler. Ve diğer cemaatler, diğer cemaatsi yapılar, örgütler ve bireyler devleti taklit eden, (hadi biraz daha yumuşatalım) devletten esinlenen, devletin mantığında sosyalleşen varlıklara dönüşür. Yani, “devlete karşı çıkmak” düşüncesi etrafında şekillenen ancak kendi çaplarında “küçük bir devlete dönüşmüş” devletsi örgütler ve insanlar, ne kadar orijinal olduklarını iddia etseler de, bir bakıma “başkası adına konuşmaya ve haysiyetsizliğe talip” olmuşlar demektir. (s. 71)
Kendi küçük ailelerinde, okullarında, derslerinde, derneklerinde, vakıflarında, şirketlerinde ya da partilerinde otorite olmak, iz bırakmak, yani adeta “küçük bir devlet” olma arzusuyla yanıp tutuşan insanlar ve düşünceleri, devletle karşılıklı olarak narsisizmin hem esiri hem de üreticisidir.
Kendi düşüncesini herkesinkinden daha geçerli ve makbul sayan bir devlet ve o devletin gölgesini taşıyan insanlar başkalarına önem vermezler ama hep önemsenmek isterler; aldıkları kararlarda ya da trafikte her zaman haklıdırlar; herkesin önüne geçmeye çalışırlar; sadece onların –başkaları tarafından tanınması gereken– dertleri vardır. Bu yüzden devletler ve devletsiler benzer bir dili (“önce devlet, devlet, devlet!”, “önce ben, ben, ben!”) kullanırlar. Popülizm de bunun tezahürüdür; popülist devlet, sırtını okşadığı insanlara tanınan hakları “hak” olduğu için vermez; “sadaka” gibi, “ben verdim” diyerek “sadakat” elde etmek için verir. Bu sayede yığınların “sürekli o yüce güce şükretmesi, hikmetinden sual etmemesi” sağlanır ve yığınlar o ulu devletin (ya da “halkın sevdiği” lider, “işçinin sevdiği” patron) de onları ne kadar sevdiğini duyarak sevinir. Kısaca, “‘halkın istediği şey’, halkın istediği şey değil, birinin halkın istediği şey olduğunu düşündüğü şeydir. Halkın istediklerini ‘temsil edenlerin’ istedikleri şeydir”. (s. 92)
Rafah, Gazze Şeridi, 21 Ocak 2025.
Fotoğraf: Doaa Albaz, Uluslararası İnsani Hukuk Merkezi.
Bu halde yazılan hikâye, “çocuk kalmış, acı çekmekten ve başkasına acı çektirmekten haz duyan, bir büyük mutlak hikâyeye razı olmuş devletli cemaatlerin mensupları”nın hikâyesidir. (s. 98) Bu durum “Allah’tan başka hiçbir ilâha teslim olmayan” (lâ ilâhe illâllah”) insanların nasıl olup da O’nun sözünü taşıdığını söyleyenlere ya da onu yorumlayanların “sözlerine”, ürettikleri dogmalara –mutlak kabul edip– teslim olduklarını da anlamamızı sağlar. Kuşkusuz, mesele sadece etrafımızdaki “dindar” kimlik altında gösterilen performanslar değil; küreselleşmeyle birlikte kapitalizm (şirketler, ticarileşen düşüncenin hükmettiği dünya) tektanrılı dinlerden daha dinamik ve etkili hikayeler anlatıyor. (Lyotard’dan esinle, s. 117, 120) Ancak din dairesi içinde olanlar da “bu hikayeler eşliğinde” kendi dinlerine inanıyorlar ve tabii ki, inandıklarını zannettikleri “kendi dinlerine inandıklarını” söylemek çok zor.
Düşmanlara karşı olmayı, tepkilerle var olmayı öğrenen insanlara “sınır, devlet, düşman ve çatışma üreten mutlak düşünce tarzı, canlı türleri arasında hiyerarşi de gözetir, diğer canlı türlerinin insan türünün amaçlarına hizmet için yaratıldığını vaaz eder”. (s. 105) “Çünkü güçsüzler, güç edinmek için düşünenler güce tapar, güç arzular; tepkisel düşüncenin içinden düşünenler kendi güçlerine güven(e)mezler, kuvvet üzerine düşünmektense kendi niteliksiz güçlerinin onaylanmasına (sürekli) ihtiyaç duyarlar.” (s. 75) “Evcilleştirmek”, “ehlileştirmek” için insanların başvurduğu tasma sadece hayvanlara takılmaz, başka canlılara yapılanı kendisi için de normalleştirir. “Tasma hiyerarşinin ve haysiyetsizliğin sembolüdür.” (s. 96)
Peki ne yapalım, ya da “Çok Kalpli Asi”
Ömer Faruk’un kitabı insan zihnini çok çeşitli ve zengin uğraklara taşıyor ve bütün bu uğrakları bu yazıya taşımak mümkün değil ama bir “sonuç” niteliği taşıyan “çok kalpli asi” ile bitirebiliriz. Ömer Faruk bu “asi öznesi” için Adorno’dan esinleniyor ve “hareketli ve hareketsiz canlı türleri ile kendisini eşdeğer görme hali” olarak ele alıyor. Bu bir anlamda, Ulrich Beck’in ifadesiyle kendini dünyanın üzerinde değil, bütün varlıklarıyla o dünyanın içinde gören bir insanlık hali. Dolayısıyla, “çok kalpli asi”, kutsallık ve sınır üreten devlet ve devletsi hallerin dışına çıkıp sıradanlığın, biyoçeşitliliğin, gündelik hayatın, karmaşıklığın, yatay ilişkilerin hizasına inip, buradan alternatif düşünmeye davet eden asi bir düşünme çağrısı.
Belki günümüz itibariyle, benim kafamda en somut haliyle, “yerli, milli ve kutsal” devletli toplumsallıkların dışında, mesela “vatan”ı, mesela “hukuk”u yeniden düşünmeye davet ediyor. Akbelen’i, Kaz Dağları’nı, zeytinlikleri, toprağı, suyu ve havayı ve de vatanın bütün bu parçalarını dert edinen insanları aşağılayan yeni seçkinlerin, aparatçik entellerin haysiyetsizliklerinin üzerine farları yöneltiyor. Güdümlü savcı ve yargıçların emir-komuta zinciri içinde aldıkları kararları “vardır bir bildikleri” diyerek kabul edenleri dürtüyor. Toplumdan değil, kutsal devletten ya da başka kutsallıklardan bahseden, para, itibar, korku ve çıkarların ve de tabii ki bütün bunları kutsallaştıran düşüncenin esiri olanlara dikkatlice bakmamızı istiyor.
Düşünen, eleştiren, yasaları ve kendi kendini sürekli düşünen, devlet dışında düşünen yeni bir tahayyüle, yani “Çok Kalpli Asi”ye gerçekten çok ihtiyacımız var… Çünkü; Ömer Faruk’un aktardığı Abdûlgaffar el Hayati’nin dediği gibi, “Devlet devrimle yıkılabilecek bir kurum değil, insanlar arasındaki bir ilişki tarzıdır”. Asıl olan ‘iktidarı almak’ değil, kişinin ‘devlet dışı’na çıkmasıdır. (s. 7)
Ömer Faruk’u yorumlarsam, kişinin hayatın her alanında, burnunun dibinde olmakta olan iktidar ilişkilerine karşı bir ses çıkarabilmesi, “asi”nin “çok kalpli” yani “çoğul” olması ve hayatın, gündelik hayatın “çoğulluğunun” farkına varmasıyla mümkün olur. Ömer Faruk’a dönerek, mesele sadece bir kimlik meselesi de değildir, çünkü tekillik kimliğe indirgenemez:
Kimlik ve aynılık pasif, geçmişten beslenen, yapılandırılan bir güç iken; tekillik ve farklılık aktif, geleceğe dönük bir kuvvet’tir. (…) Tekillerde ‘… adına konuşmak’ yoktur; ötekiyle dertleşmek, doğrudan konuşmak, seslerin birbirine karışması vardır. (…) Öteki adına konuşmamak’ (…) saygı, utanmak ve haysiyetle olur. (s. 92, 93)
Özetle, Ömer Faruk, Nietzsche’den esinlenerek, “etkin düşünce”yi tanımlayarak, “çok kalpli asi”nin kim olduğunu ve neyi temsil ettiğini şöyle anlatıyor: “… düşüncenin dogmatik imgesinin yerine yaratıcı (=göçebe) düşünceyi gözettiği; düşüncenin temsilden, kopyanın kopyasını tekrarlamaktan çıkıp düşünceyi düşünmeye davet ettiği; düşüncenin düşünene değil düşünenin düşünceye hükmettiği bir arayış”ı temsil eder.” (s. 77) Cemal Yardımcı da kitabın sunuşunda (“‘Haysiyet’i yeniden içeriklendiren bir kitap: Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği”) “sınır delen düşünce” üzerine, “Bir şeye bakarken o şeyle birlikte gözü ve bakışı da görmeye çalışmak gibi bir boyut”u daha düşünmeye çağırıyor. (s. 15) Kitabı “okumak” için gerçek bir sunuş olan bu yazıdaki bu formülü de kitabı okuduğumdan beri, son yıllarda bütün sosyolojiye giriş derslerimde şematize ederek (sadece baktığım “nesne”yi değil, bakan kişi olarak “ben”i ve ben ile nesne arasındaki “bakma araçlarını ve açısını” da görselleştirerek) anlattığımı ve ders için ilk önlemimi aldığımı belirteyim. Yani sosyoloji yapacaksak, bu sadece tepeden aşağı, kutsal teorilerimizle “nesneleri anlayarak ve anlatarak” yapacağımız bir şey olmayacak. Aynı zamanda kendimize, bakma yollarımıza da bakacağız; kendi üzerimize de düşüneceğiz.
Sonuç: Lütfen biraz kasmayı bırakın…
Ömer Faruk’un kitabı bizi gözlerimizi, kalbimizi açmaya, üstünlük kuruntularından çıkmaya, “Babanın çocukları olmak yerine anne gibi acı çekerek yeni bir çocuk doğurmayı göze almaya” (s. 129) çağırıyor. Ötekini yok etmeye değil, ötekini içermeye (s. 147), bu dünyanın diğer insanlarıyla karşılaşmaktan haz duymaya, sadece dil ve kelimeleri değil, sessizlikleri, yüz ifadelerini, dokunuşları duymaya (s. 135) çağırıyor.
Dolayısıyla, başkasının kopyası olmalarına rağmen, kendini merkeze koyan devletler ya da “küçük devletçikler” büyük birer faşist (firavun) olmaktan öteye gidemezler. Oysa, devlet olmayı reddetmek, “dost” olmak her zaman potansiyel olarak mümkündür.
Ve “işte bu!” diye coşturan cümlelerden biriyle bitireyim: Dostluk “tarafları teslim olmaya çağırır. Teslim olmak çıplak olmayı becermektir: Ötekine kırılganlıklarını cesaretle gösterebilmek, ego’ndan vazgeçmek, narsisizmle baş etmektir”. (s. 154)
Uzun lafın kısası, başkasının esiri olmadan, başkasını esir etmeden, bizi her türlü çok bilmişliklerin, ukalalıkların uzağında kendi üzerine düşünmeye, mütevazı olmaya, karşılaşmaya, ilişki kurmaya çağıran bu kitap için Ömer Faruk’a teşekkür ediyorum.
Son bir not: Ömer Faruk’un dili
Son olarak: Kitabı okurken tabii ki bir de Ömer Faruk’un üslubuna alışmanız lazım! Çünkü Ömer Faruk, pek alışılmadık biçimde, “soğukkanlı bilimsel” formüllere girmeden, “çığlıklar atarak altını çizmek lazım!”, “bando mızıkayla, yaylı çalgılar eşliğinde söylemek lazım!”, “havai fişekler atarak tekrarlamak lazım!” gibi ara taksimlerle kendi heyecanını okura aktarıyor…
Baştan “Bir dakika, ne oluyor?” diye hafif tepki duyarken, sonra alışıyorsunuz, hatta onunla birlikte siz de bando-mızıkaya girişiyorsunuz!
Sanırım kitabın içeriği ve taşıdığı duygu her türlü bando, mızıka, çığlık, havai fişek gibi neşeli coşkuyu hak ediyor.