• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Çağla ve Çiçek Öztek'le söyleşi:

Bir aile, bir bahçe, bostan, ağaçlar, kuşlar...

“Çağla ve Çiçek Öztek kardeşlerin aile apartmanlarının bahçesinde aile, mahalle, zaman, doğa ve bahçecilik üzerine gözlem ve deneyimlerini paylaştıkları kitapları Bahçede Hayatlar, permakültür ilkeleriyle şehir bahçıvanlığı üzerine pek çok söz söylüyor...”

Çağla Öztek (solda), Çiçek Öztek. Fotoğraf: Haluk Kalafat

RAİFE POLAT

@e-posta

SÖYLEŞİ

29 Mayıs 2025

PAYLAŞ

Nihayet Çiçek’in ve Çağla’nın Bahariye’deki efsanevi bahçesine gittim. Çiçek’in hep anlattığı ve birkaç kez de Postane Bostan gönüllülerini davet ettiği bahçeye, Bahçede Hayatlar’ı konuşmaya. Gazeteci, editör Çağla Öztek ve çevirmen, yayıncı Çiçek Öztek kardeşlerin aile apartmanlarının bahçesinde aile, mahalle, zaman, doğa ve bahçecilik üzerine gözlem ve deneyimlerini paylaştıkları, Alef Yayınları’ndan çıkan kitapları Bahçede Hayatlar, permakültür ilkeleriyle şehir bahçıvanlığı üzerine pek çok söz söylüyor.

Bahçe benim için tılsımlı bir sözcük uzun süredir, çünkü son yıllarda birtakım bahçelerde oldukça fazla zaman geçiriyorum. Çiçek gibi bu bahçelerde tanıdığım doğa dostlarımla ne işler ne sohbet ne bitki takası hiç bitmiyor. Yine öyle oldu, elimde hazeran tohumlarım ve biçimsiz bir yerden çıktığı için kökleyip saksıya diktiğim meşe fidanlarımla Çiçek ve Çağla’nın Kadıköy Bahariye’deki aile apartmanından içeri girip bahçeye vardığım anda sohbet o ağaç mı, bu tohum mu derken kitabı aştı, kendi yolunu buldu.

Bir doğa insanı, bir bahçıvan mısınız bilmiyorum, ama İstanbul’un göbeğindeki bir bahçeden yayılan sesin size iyi geleceğinden eminim...

 
 
 

Burası kaç yıllık?

Çağla: 1955 yılında yapılmış. 70 yıllık. Kentsel dönüşüm yok, çünkü yığma bina, karot falan alınamıyor. Çok katlı değil. Bahçe, yani kaçış alanları var. Yanlardaki binalar da aynı tarihli ve aynı şekilde yapılmış. Ama kitapta da anlatıyoruz, burada bir otopark problemi oldu. Bu apartmanların arasında kalan bahçelerin olduğu yere 3 katlı bir otopark yapmak istediler. Apartmanımız da üç katlı ve ben üst kattayım. Yani yatak odamdan otobüse geçebiliyorum, öyle bir proje. 25 yıl süren bir konu. Giriş çıkış için iki binanın yıkılacağı bir proje. Burayı yıkıp o girişi yapacaklardı, biz itiraz ettik. Bizi kurtaran şey ağaçlar oldu. Bilirkişi geldi ve dedi ki, bu ağaçlar kesilemez. Biz açtığımız davaların hepsini kazandık. Belediyenin de anladığımız kadarıyla bütçesi yok. Mesele öyle kapandı. Nihayetinde artık buradan otopark çıkmayacağını kabul ediyor herkes. Fakat kamusal alan falan gibi konuşmalar var. Burada 42 apartman var. Zaten tahmin edilen kullanıcı sayısı bir kamusal alan açıldığında aynı. Bir de insanlar biraz daha uyandı COVID sonrası, bahçelerine çıktılar. Biz çocukken çıkıyorduk, bizim için yeri ayrıydı. Ama çocuklar gitti, büyükler kaldı. Onlar da COVID’le fark etti, bu bahçelerin biraz daha değeri arttı.

Çağla Öztek, Çiçek Öztek
Bahçede Hayatlar:
Permakültür İlkeleriyle Şehir Bahçıvanlığı
Alef Yayınevi
Mart 2025
240 s.

Siz üçüncü kuşaksınız, değil mi?

Çağla: Evet. Babamla annem, “Biz burada öleceğiz, sonra siz ne yaparsanız yapın” dediler. Ama biz de burası yıkılsın, dönüşsün falan istemiyoruz. Çocuklar da çok memnun. Biri Ankara’ya taşındı. Öteki Almanya’ya gitti zaten. Oğlum Kuzey de burada, ikinci katta yaşıyor şu an.

O bahçeyle ilgileniyor mu? Dördüncü kuşağı merak ediyorum çünkü.

Çağla: Bahçeyle ilgileniyor. Sinan’la (Çiçek’in eşi) kapışıyorlar çok. Çünkü Kuzey arkaya bir kameriye yapmak istiyor. Hatta Çiçek orayı kışın sera gibi kullansın, yazın da onun altında oturalım diye düşünüyor. Daha henüz projelendiremediler. Müzakereler devam ediyor. Yani Kuzey çok bahçıvan değil ama gözü burada oluyor hep. Babası Haluk, yani eski eşim de bazen el atıyor. Asıl Çiçek sorumlu ama bahçeden. Şöyle daha doğrusu; Çağla ve Sinan çok organize, planlı programlı ilerlemek isteyen iki insan. Kâğıdın üzerine kroki falan çiziyorlar. Şuraya şu, buraya bu ekilecek falan gibi. Sonra bir bakıyoruz, Çiçek elindeki bir fideyi bir yere sokuşturmuş. Böyle böyle iş çığrından çıkıyor…

Çiçek: Ne diyeyim? İyiEkim’den sevgili Evren Yıldırım’dan öğrenmeye çalıştığım bir şey. Postane Bostan’daki gönüllü çalışmalarımız sırasında… Raife ile de orada tanıştık zaten. Biraz onun anlayışı, benim de takip ettiğim, bu işi öğrenmeye çalıştığım… Mesela İngiliz Charles Dowding son derece düzenli bir adam. Fakat Huw Richards tam tersi. O da sıra sıra dikerken şimdi bir yere ne kadar çok çeşit, ne kadar karışık ekersen o kadar güzel oluyor anlayışına geldi. Yan bahçe tamamen ot bürümüş bir haldeydi 2-3 yıl önce. Terk edilmiş bir haldeydi. Ama orada bir sümüklüböcek veya bit problemi hiç olmadı gözlemlediğim kadarıyla. Burayı sümüklüböcekler istila ederken oradaki hiçbir bitkinin mahvolduğunu, bittiğini görmedim. Çünkü çok karışık olduğu için öyle olduğunu düşünüyorum. Orası çayır gibi. Onların aralarına da bir şeyler ektiğimde, eğer doğru sulayabilirsem, ilgilenebilirsem bir şekilde o vahşiliğin içinde daha ‘resilient’ olduğunu görüyorum.

Çağla: Kardeşime sonuna kadar katılıyorum ama... Kış bostanı dediğimiz yer mesela o hale dönüştü. Şimdi her şey tohuma bırakıldı, her şey çiçekte ve orası büyük bir istilaya uğramadı. Mesela pazılar falan gayet güzel yetiştiler. Her gün dua ettim kardeşime marullar için. Marulu çok yerler, mahvederler çünkü. Ama oraya diktiğim marullara da istila olmadı.

Çiçek: Karışık diktiğim için yetiştiklerine inanıyorum.

Ama bahçenizde bir çeşitlilik var zaten. Bazı yerler daha düzenli gibi, ama kesinlikle çok çeşitli ve hepsi bir arada, kardeş kardeş yaşıyorlar, öyle değil mi?

Çağla: O işte kardeşimin tasarımı. Ona hakkını vermek lazım. Burada dedemizden kalan beton tarhlar var. Onların içindeki alanları planlayabiliyoruz. Gölgeler, güneşli ya da parçalı alanlar bize domatesi şuraya ekeceksin diyor zaten. Güneş istiyorsa sen gidip onu gölgeye dikmiyorsun haliyle.

Çiçek: Dedemin diktiği bahçede bu kadar ağaç yoktu, bostandı o zaman bahçe. Anneminkinde güller ağırlıklı ve böyle başka bir şey oldu. Ama bostan vardı. Bize geldiğinde, bir sürü ağacımız var. Ağaçlar kendiliğinden çıktı. Kesemiyorsun doğal olarak. Birilerine hediye etmeye çalışıyoruz.

O hediye etme konusu da enteresan olsa gerek. Çünkü biz artık İstanbul gibi bir kentte yaşıyoruz ve burada, Avrupa’da ve dünyanın birtakım yerlerinde gördüğümüz gibi, topluluk bahçeleri ya da ortak bostan alanları falan çok sınırlı. O yüzden de, “Al arkadaşım, bizim bahçede çıkan dutu sana vereyim” diyemiyorsun.

Çiçek: Ama sana bir şeftali verildi ve o şeftali Postane Bostan’dan Çanakkale’ye uzun bir yol katetti mesela. Bak düşün, oradaki yataklarda da her şey çıkıyor. Kendi kendine çıkmış. Kuşlar getiriyor. Burada nasıl çıkıyorsa orada da çıkıyor. O şeftali nasıl sağlıklı, nasıl güzel ve ta nerelere gitti ve orada muhtemelen yaşayacak.

Evet, rüzgâr küçük bir oyun oynadı, incitti gövdesini, ama biliyoruz, artık azimli bir ağaç o ve tabii ki tutunuyor kuvvetlice toprağa.

Çiçek: Evet. Burada da bir Bayramiç nektarı çıktı.

Bayramiç beyazı.

Çiçek: Bayramiç beyazı diyorlar, evet. Annemin bakıcısı tanımıyor o ağacı, şeftaliye benzetiyor. Ama değil, beğenmiyor ve kesti onu. Delirtti beni tabii. Onu yaptıktan sonra ileride dört tane daha falan çıktı. İnanılmaz! Yani kendiliğinden çıkıyorlar. Bayramiç’ten buraya gelip bizim bahçemizde! Bu çok enteresan, çok büyülü bir şey. Bahçemizdeki ağaçlar kısmında bunun gibi birçok hikâye var. Bu ağaçların çoğunu kuşlar getiriyor. Yan bahçedekilerin çoğu da öyle. Palmiyeler hariç. Niye dikildiklerini bilmediğiniz palmiyeler.

Çiçek ve Çağla Öztek

Sizin bahçede yok.

Çiçek: Yok. Dedem dikmemiş. O modaya heves etmemiş belli ki… Ama o zaten bostancıydı. Bostanı da askerî düzendi. Bu beton yatakları kıralım falan diye çok tartıştık biz ama dedem toprak kaybını önlemek için yapmış bunları. Toprak getiriyordu dışarıdan ve jilet gibiydi bahçesi. Şimdi yürüyüş yerlerinden otlar fışkırıyor falan. Mümkün değildi bu onun zamanında.

Çağla: Çiçek’in yöntemini seviyorum, ama biz de biraz daha kolay ekelim, kolay hasat edelim diye plan yapıyoruz aslında. Daha sürdürülebilir bir düzenek kurmamız gerek. Yaşımız da ilerledi. Hasat ederken çok zorlanıyoruz böyle. Aradaki yollar bile görünmüyor bazen.

Gümüşsuyu’nda gerilla bahçeciliği yapmışsın. Bir küçük eylem dalgalanarak büyümüş. Mahallede komşulara da sirayet etmiş. Burada bana yan bahçeleri de gösterdin ama aslında yan bahçelere de sen dadanmışsın. Onlar kendi kendilerine bir şey yapmamışlar. Kadıköy’de komşulara pek yansımamış sanki bu bahçecilik halleri.

Çiçek: Her birinden izin aldım ama apartman sakinleri beni görseler de kendileri pek heves etmediler. Bir tek yan bahçedeki apartman görevlisi geldi. Rokaları, tereleri ekti. Mısır Çarşısı’ndan fideler alıp getirdi. “Biber de eksen” falan dedi.

Apartman görevlileri olmasa zaten, bence kentte, hele de İstanbul’da bostan dediğimiz şey yok olacak.

Çiçek: Evet, o beni görünce çok mutlu oldu. Salı günleri geliyor. Onunla orada sohbet ediyoruz, bahçeye çıkıyoruz, bir şeyler ekiyoruz. Kırsalı çağrıştırıyor sanırım ona. Yani burada pek Gümüşsuyu’ndaki gibi olmadı. Ki vaha gibi bir yer burası. Neler neler yapılır… İlla bostan olması da gerekmiyor aslında. Mesela meyve ağaçları artırılabilir. Bizim bahçelerde meyve veren ağaç olsun istiyoruz. Biz yiyemesek bile kuşlar yesin.

Kadıköy’de, Moda’da böyle başka bahçeler var mı?

Çağla: Böyle bir bahçe daha bilmiyoruz. Haritaya baktığımızda, Moda Yarımadası’nda hemen görüyorsunuz bizim alanı. Çünkü bizimkisi en genişi. Küçük bahçeler var. Ama onların sorunu dar ya da çok gölgeli olmaları. Bazı küçük bahçelerde sadece ağaç var. Ama burası yukarıdan bakıldığında ağız sulandırıcı. Hakikaten dikkat çekiyor. Niye burada kalmış bu diye elleri kaşınıyor. Apartman değil ama yeşil alan diye bakarsak, Saint Joseph’in bahçesi var bu bölgede. Bir de yine hiç apartman aralığı bir bahçe değil ama Küçük Moda’ya giderken Lorando Malikânesi var. Yıkık bir bahçe duvarı görülüyor artık sokaktan. Kontes öldüğünden beri sahipsiz, terk edilmiş duruyor. Tamamen el değmemiş bir alan. Aile de ilgilenemiyormuş son zamanlarında bahçeyle zaten. Ama tabii özel mülk olduğu için orası da bahçe olarak duruyor.

Kadıköy’de kentsel dönüşüm başlayalı 15 yıl olmuştur. Siz de fark etmişsinizdir, bazı apartmanlar yıkılıyor ama ruhsat alamıyor, davalık oluyor; bir sorun çıkıyor işte, o alan öyle yıkık kalıyor. O arsaların tüm o moloz yığınına rağmen ne kadar hızlı yeşerdiğine sürekli şahit oluyoruz. Bırakın otsu bitkileri, bazılarında ağaçlar büyümeye başlıyor, kuşlar sağ olsun. İstanbul çok bozuldu, hava kirli, şu bu, bir sürü şey söylüyoruz ama bıraksak İstanbul kendi başına yeşil alanlarını yaratıyor bir yandan.

Çağla: Pandemide de biraz öyle olmadı mı? Herkes bahçelere, parklara yöneldi.

Değil mi? Kitabın meramına dönecek olursak… Eli kalem tutan iki kardeşin böyle enteresan bir deneyimi kitaplaştırmak istemesi kadar doğal bir sonuç yok. Yine de merak ediyorum, kim sizce bu kitabın hedef kitlesi?

Çağla: Hımm… Şöyle bir şey söyleyeyim; ilk bir şey yazalım diye konuşurken aslında benim eğilimimle Çiçek’in eğilimi tamamen farklıydı. Bahçeciliğe de yansıyor o, görev dağılımımıza da yansıyor. Çiçek gerçekten permakültür konusunda çok derinlere daldı, ben öyle değilim. Benimkisi daha böyle kenarda bir yer. Ama ikimizin de anlatmak istediği ve burada ortaklaşan bir konu var. Önce bunu ayrı mı tutalım, içine koyalım mı, öyle mi tasarlayalım bunu, böyle mi derken, sonra dedik ki yazalım. Neyi yazmak istiyoruz? Temelde kişisel deneyimlerimiz üzerinden ilerledik, Çiçek’inki daha bilimsel, benimkisi daha gözleme dayalı oldu. Ve onu bir bağlama oturtmak için de İstanbul Kadıköy-Moda mikro tarihi gibi, Moda ve bizim bahçenin mikro tarihi gibi bir indirgemeye gidelim dedik. Bütün o bilimsel bilgilerin kitaba girmesi açısından Çiçek’le çalışmak acayip zevkliydi benim açımdan. Çünkü ben gazeteciyim, bizim referansımız iki kişi şunu dedi ile sınırlanabilir, ama Çiçek anlattığı her konu için çok sağlam bir referans altyapısı kurdu, sağ olsun. Dolayısıyla hangi niyetle okursan onu alırsın gibi bir şeye dönüştü. Mesela Kadıköy-Moda florasının ve faunasının tarihini öğrenmek isteyen de içinde bir şey bulabilir, permakültür öğrenmek isteyen de… Uzmanı için değil tabii ama bir yerden başlamak isteyen için. Dolayısıyla hedef kitle aslında balkonunda patates yetiştirmenin zevkini fark etmiş insanlar diyebilirim.

Biraz kendi serüveninizin bir yansıması gibi algılıyorum.

Çağla Öztek

Çağla: Bunu da çok tartıştık. Ben hâlâ kendi içimde tartışıyorum. Çünkü bizim kişisel deneyimizden kime ne? Ama daha büyük bir yerden baktığında, insanın edindiği bilgilerin büyük bir çoğunluğu zaten mikro öykülerden geliyor. Bütüne giden bir zihnimiz var, öyle öğreniyoruz. Büyük bir eser değil de sadece suda bir damla gibi bizimkisi. Ama tamamen gerçek deneyimler olduğu ve birilerinin ihtiyacı olan bir bilgiyi oraya yerleştirdiğimiz için de, şehirde, balkonunda, apartmanın yanında veya bir topluluk, bir bostan vesaire öyle bir fırsat bulabilirse ekip biçmek isteyen insanlar ilgilenir diye düşünüyorum.

Yani aslında siz kendi durduğunuz yerden öyle tatlı tatlı anlatıyorsunuz ama isteyene de bak, burada daha derinleşebilirsin kısmını veriyorsunuz gerçekten. Bu önemli.

Çağla: O kısmında çok içimiz rahat. Bir de şöyle bir şey var; bu işe başlarken, işte ben yukarıda fide yapıyorum, Çiçek burada fide yapıyor, sonra dikiyoruz falan ama bir kısım fide elimizde kalıyor. Bir arkadaşla kahve içmeye giderken mesela domates fidesi götürüyoruz. O da bahçesine dikiyor domatesi, ertesi yıl benden fide istiyor. Oldu, olmadı konuşmaları başlıyor. Yayılıyor, bulaşıyor…

Çiçek: Bu kitabın da maksadı o. Tıpkı birine fide ya da bir tohum vermek gibi, bulaşması aslında niyeti. Çünkü deneyimi paylaşmak öyle bir etki yaratıyor. Özellikle bahçe işlerinin ya da daha genel bakarsak doğa işlerinin bulaşıcılığı şaşkınlık verici. Bu işlerle ilgilenen insan tipi de çok tatlı. Sadece burada değil, Almanya’da, Hollanda’da ve bence dünyanın her yerinde birbirini bulabiliyor üstelik o insanlar ve birbirlerini bulduğunda öyle bir muhabbet başlıyor, yürüyor ki, sonra acayip acayip kalabalıklar getiriyor. Nihayetinde aslında çok genele yayılmayan, özellikle şehir insanı için diyelim.

Çoğu şehir insanı sorsan doğayı çok sever. Ama neresinden, nasıl seviyorlar bilmiyorum. Çünkü apartmanlarda yaşarken arabalarının üstüne dökülen yapraklardan, tohumlardan şikâyet edip ağaçları, çalıları kesmek isteyebiliyorlar – ya da gölge yapıyor diye. Yaşadıkları yerin içine sokulmuş doğayı değil de arabalarına atlayıp gittikleri ormanları, parkları, kırsalı seviyorlar. Bağ kurmadıkları ya da kuramadıkları için böyle olduğunu düşünüyorum ve belki de yeterince önemini kavrayamadıkları için… Ama söylediğiniz gibi, bulaşıcı bir tarafı da var. Doğayla ilgili her bilgi aslında o kadar büyüleyici ki, öğrenen kişinin merakını çekebiliyorsa o bilginin peşinden yenilerine sürüklenebiliyor.

Çiçek: Evet. Sıfırdan bir tohumdan yetiştirdiğin bir çiçeği, bir domatesi düşününce büyüleniyorsun gerçekten. Gözünün önünde büyüyor, ürün eriyor, ölüyor. Yetmiyor. Ondan tohum alıp bir daha yapmak istiyorsun. Bulaşıcılık derken kastım biraz da o. Bir tür güç de veriyor insana. Bunu yapabiliyorum hissi. Sonra bir bakıyorsun, yeni tohumların peşine düşmüşsün.

Lapsekili şifacı Trifon

Çağla: Bir tane aziz var. Bulgaristan azizi; Aziz Trifon. İstanbul’da birkaç tane ikonası var. Bir tanesi Demir Kilise’de. Adamın kemerinde bir kesesi var, küçük cepleri olan. Zevkli, değil mi? Elinde de orak var, küçük. Adam bahçelerin, kuşların ve bahçıvanların azizi. Bizim azizimiz. Bazen ben de kendimi onun gibi hissediyorum. Acaba yanımda kesici bir alet de mi taşısam, torba yetmez falan diye düşünüyorum. Ne yapıyorsun? Evin her yerinde, bir yerlerde yığınla tohum var. Çiçek onları tohum topu yapıp İzmir’e götürdü. Çeşme’de sağa sola saçtı. Bu bahçenin kapasitesi doldu çünkü. Bunu biraz da kuşların görevini üstlenmek gibi görüyorum. Biz de onlar gibi tohumları sağa sola taşıyoruz.

Ben kendimden yola çıkarak şöyle bir şey soracağım. Bu kadar doğa, çevre diyoruz. İklim krizini de yaşıyoruz artık. Toprağın karbon tutma kapasitesi diyoruz ama işte çok yanlış tarım politikaları var, biliyoruz. Peyzaj dediğimiz şey bile başlı başına sorun. Biz burada küçük bir kitleyiz, böyle birbirimizi buluyoruz bir şekilde ve bu konuları hararetle, heyecanla konuşuyoruz birbirimizle. Yalnız olmadığımızı biliyoruz, çünkü dediğin gibi dünyanın neresine gidersen gitsen o ‘community garden’larda veya şehirde bir yerde bir dükkânın bir saksısında bir şey görüp hemen oradan bir muhabbete girebiliyorsun. Ama bir taraftan da çok mu ütopik bizim kavrayışımız, ele alışımız diye düşünmeden edemiyorum ben. Bu konuda hiç düşündünüz mü?

Çiçek: Bence hiç ütopik değil, tam tersi, bunlar her yerde. Yani böyle çok uçuk bir hayal değil kentte, orada burada sebze yetiştirmek, bir şey ekmek, biçmek. O gözle bakmaya başladığında, yola konmuş beton saksının içindeki domatesleri görüyorsun. Bir çeşit doğal dürtü gibi bunu yapmak. Mesela aile hekimimiz vardı Cihangir Otoparkı’nın bir katında. Oradaki terasta beklerken bir baktım, bizim Postane terası gibi bir şey yapmışlar. Oradaki birkaç sağlık çalışanı yapmış bunu. Evlerin balkonlarında, bahçelerinde de hep görüyoruz. Ütopik değil o yüzden, tam tersi, insanlar buna çok eğilimli. Sadece her zaman bir toprak parçası ya da zaman bulamayabiliyorsun bunu yapmaya. Bunu şundan da görebiliriz; bir belediyenin tırnak içinde hobi bahçesi dediği o yerler için binlerce insan sıraya giriyor ve aylarca bekliyor sıranın gelmesini. Bu epey eleştirilen, yanlış bir sistem. Ama işte binlerce insan bunun için sıraya girebiliyor. Demek ki ekip biçmek isteyen binlerce insan var. Her mahalleye bir bostan olabilseydi giderdi insanlar. Artık balkon bile yapılmayan, bahçelerine peyzaj bozulmasın diye hiçbir şey ekilmeyen yeni apartmanları düşünecek olursak, insanlar buna gerçekten hasret.

Dedim ya, yalnız değiliz, ama öte yandan bütün o küçük bostanlar mevsim geçişlerinde sebzeler tohuma durduğunda, kurumaya başladığında bazılarına bakımsız, kötü gelebiliyor. Biz bunu Fenerbahçe Topluluk Bahçesi’nde yaşadık. Fenerbahçe Parkı’nın içindeki 900 metrekarelik topluluk bahçemizde ekolojik tarım yapmaya çalışırken, tabii ki tohum alma sistemine dayalı bir yöntemimiz olduğu için mevsim geçişlerinde biraz hırpani görünüyordu bahçe. İşte o zamanlarda parktan gelip geçenler bahçeye girip bu ‘bakımsızlık’tan şikâyet ediyorlardı. Biz de buranın bir peyzaj değil, tarım alanı olduğunu, bitkileri tohuma bırakmamız gerektiğini, o dönemlerde böyle görünmesinin doğal olduğunu anlatıyorduk. Anlattığımız kişilerin bir kısmı meseleyi anlayıp teşekkür edip çıkıyor, bir kısmı hiçbir şekilde onaylamayıp girdikleri öfkeyle çıkıp bizi belediyeye şikâyet ediyordu. Özetle, herkes aynı pencereden bakmıyor, şehirde tarım yapmayı anlamlı bulmayan tonlarca insan var. Bize büyüleyici gelen şey dışarıdan bakan bir göze bakımsız, temelsiz, kötü gelebiliyor. O yüzden apartmanların peyzaj alanlarına domates biber dikmek de akıl alır bir şey değil!

Çiçek Öztek

Çağla: O peyzajda çok büyük sıkıntı var zaten. Çimen bir kürk kadar dehşet verici geliyor bana. Eğer bir çayırda değilse, özel olarak sulanarak yetiştiriliyorsa estetik ve zenginlik için anlamı yok artık. Gerçekten kürküm var demek gibi çimim var demek. O yüzden yaptığımızın çok ütopik olduğunu düşünmüyorum ama çok yol katedilmesi gerekiyor. İmkânsız değil, çünkü gıda krizi kapıda. Çünkü kuraklık kapıda. Çim dediğin şey kuraklığı düşündüğünde akıl almaz bir şey gerçekten; çocuğunun suyunu kullanıyorsun o çim için. Torununun suyunu harcamış oluyorsun! Birilerinin fikrinin değişeceği o eşiğe doğru biraz daha zaman var. Bahçe insanı o tohumun büyümesini bekleme sabrına sahip. Şimdi bir tohum ekilmiş, bizden önce birileri ekmiş. Biz onu suluyoruz. Ve sen, ben, kardeşim görmeyeceğiz belki o tohumun geliştiğini ama bizim çocuklarımız görecek. Yavaş yavaş oluyor. Zaman gerekiyor. Başında beklemek, emek vermek gerekiyor.

Bir de ben çok bilimkurgu meraklısıyım. Distopya hikâyeleri zaten bilimkurgunun temeli. Şu kafama takılıp duruyor; diyelim ki dünya yok oldu. Ben bu dünyaya katkıda bulunacağım ya, yazı yazan, haber yapıp editörlük yapan bir insan olarak, ki muhtemelen kendi yaşam döngüm içinde göreceğim gelecek bu. Peki ne işe yarayacağım ben? O zaman fark ettim ki, annemin, dedemin bize aktardığı böyle bir kültür var. Ellerinle bir şey yapma kültürü. Annem resim de çiziyordu, dikiş de dikiyordu, bahçeyle de ilgileniyordu. Bu benim için anormal yüksek bir motivasyon oldu. Her şey yıkılsa, ben herkesi doyuramam belki ama bizi ayakta tutacak kadar bir gıda üretecek bilgiye sahibim en azından.

Aynı şekilde düşünmüşüz. Bizim küçük de olsa bir toprak parçasına sahip olma isteğimiz de tamamen gıda zincirinin kırılması senaryosuyla şekillendi. Aynı soru kafamda dönüyordu; en azından kendime ve sevdiklerime bir faydam dokunabilir mi? Nasıl bir hayal, nasıl bir hedefse artık. Hani bir ev alayım, araba alayım ya da seyahate çıkayım falan değil de, enginarlarım olsa, buğdaylarım olsa, meyve ağaçlarım olsa düşüncesi…

Çağla: Gittiğimiz yer distopik bir yer. O distopik yerin içinde hayatta kalmanın bilgisine sahip olmak istemek, birbirimize tohum hediye etmemiz ya da işte sebze götürmemiz falan hiç anormal değil. Yapımız her şey değişime katkı sunuyor. Her fide, yazılan her kitap, edilen her sohbet bence çaktırmadan gelecekle ilgili bir şeyi değiştiriyor.

Sanıyorum bu bahçe insanlarının birbirlerini bir şekilde bulmaları da doğanın döngülerinden biri. Binbir türlü yeni fikrin binbir türlü yeni yolun önünün açılabilmesi, algının değişebilmesi için… Bir bakıyorsunuz 1 iken 3 olmuşsunuz, 15 olmuşsunuz, 38 olmuşsunuz… Kentte bu birliktelikleri kurmak kolay değil ama mümkün olduğunu biliyoruz.

Çağla: Bostanlar var en azından hâlâ. Çiçek gibi gerilla bahçecileri var. Evet, yeri gelmişken Çiçek’in bir sonraki projesini açıklıyorum; toplayıcılık. Kitapta toplayıcılık diye bir bölüm var. İşte onu biraz daha açmak, çünkü çok geniş bir çerçeve aslında toplayıcılık.

Çiçek: Agnès Varda’nın filmini önerdi bir arkadaşım, Toplayıcılar ve Ben diye çevirebiliriz filmin adını. Fransa kırsalına geziye çıkıyor, köylerde insanlarla konuşuyor filmde. Fransa’nın eski kanunlarına göre, Ortaçağ’da falan, tarla sahipleri hasat yaptıktan sonra tarlalarını insanlara açıyorlar geriye kalan şeyleri toplayabilsinler diye. Tamam, ben alacağımı aldım, gerisi sana ait diyorlar. Zengin köylüler veya toprak ağaları var, onlara çalışan çok yoksul köylüler hasadı yaptıktan sonra kalan buğdayları, patatesleri topluyorlar. Bu o zamanlar yasal bir şey, hırsızlık gibi görülmüyor yani. Biz de yazları Alanya Tekirova’da geçirirdik. Küçükken biz de bunu yapmıştık, onu hatırladım. Etrafı seralarla çevrili bir yerdi orası ve bizim evin önünde seraları bozuyorlardı gittiğimizde. Biz de naylonları yırtılmış, bozulmuş seralara böyle ineklerin arasından falan gidip serada kalanları topluyorduk. Patlıcanlar, domatesler, kilolarca toplayıp getiriyorduk. Onları satın almıyorduk ve çok mutluyduk patlıcanlara para vermiyoruz diye. Sadece tarlada kalan ekinleri toplamak da değil toplayıcılık. Şehirde çok farklı şeyler var, çok ciddi bir yoksulluk söz konusu aynı zamanda. Birinin işine yaramayan ama senin işine yarayabilecek bir sürü eşya olabilir. Kadıköy’de insanlar kapının önüne kullanmadıkları eşyaları koyuyorlar mesela. Bahçıvanlık ya da permakültürle ilgilenince zaten etrafına biraz öyle de bakmaya başlıyorsun; her şey bir başka şeye dönüşebilir. Mesela eski bir dolaptan yükseltilmiş yatak yapabilirsin, dolabın çekmeceleri de bitki yatağı olur. Kartonlar mesela kompost için gerekiyor, malçlama için gerekiyor. O yüzden ben gördüğüm her yerden boyasız kolileri topluyorum.

Çağla: Bizim mahalledeki değişimimiz ilginçti. Çiçek komposta başlayınca sanıyoruz ki elimizdeki malzeme yetecek, ama yetmiyor. Komşulardan geliyor, ama yine yetmiyor. Biz de marketten toplamaya başladık. Babam çok sinirleniyordu, “Marul mu alamıyorsunuz da istiyorsunuz?” diye. Marketteki adam da önce acıyordu. Sonra kompostu anlattık ona, yavaş yavaş bizi gördükçe hazırlamaya başladılar onlar da. Kafelerden kahve atıkları, ocakbaşılardan kül, her şeyi topluyorsunuz. Yani bizlerin yavaş yavaş hayatımıza geçirdiğimiz şeyler zamanla mahalleli için de normalleşmeye başladı. Önceleri deli diye bakıyorlardı bize, ama artık alıştılar.

Çok güzel bir proje; bekliyoruz o zaman. Gıda atığı meselesini çağrıştırdı bir yandan bana. Slow Food Hareketi kapsamında gıda atığına dikkat çekmek için Disco Soup Day organize ediliyor her yıl 29 Nisan’da. Biz de bazen fırsat bulduğumuz ortamlarda gençleri Disco Soup etkinliği yapmaya özendiriyoruz. Marketlerde, pazarlarda o kadar çok yenebilecek sebze, meyve atılıyor ki, bunları toplayıp çorba yapıyorlar gençler bu etkinlikte. Özetle, yapılacak çok şey var ve kitabınızda anlattıklarınız kadar hoş ki bu sohbet böyle sürer gider. Bir sonraki kitaba kadar Bahçede Hayatlar’a devam…

Çiçek - Çağla: Evet, çok teşekkürler.

Çiçek’in sohbeti kesmeden, usulca bir saksıya diktiği horozibikleri ve Bodrum papatyalarıyla bahçeden ayrılırken yeni güzellerimin beni gülümsettiğini fark ettim. Yaşasın bahçe kardeşliği…

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • Bahçede Hayatlar
  • Çağla Öztek
  • Çiçek Öztek

Önceki Yazı

PORTRE

Sebastião Salgado’nun ardından…

‘Sefalet estetiği’ mi, ‘tanıklık etiği’ mi?

“Benim bir ‘sefalet esteti’ olduğumu ve yoksul dünyaya güzelliği dayatmaya çalıştığımı söylüyorlar. Ama neden yoksul dünya zengin dünyadan daha çirkin olsun ki? Buradaki ışık oradakiyle aynı. Buradaki onur oradakiyle aynı.”

SÜHEYLA TOLUNAY İŞLEK

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

Başar Başarır ile sohbet:

“Dil hayatı yansıtır”

 “Fukaranın Ahı sözlük desen değil, deneme hiç değil, kerameti kendinden menkul bir şey oldu. O yüzden 'defter' diye anmayı tercih ettim. Gülümseten, yer yer can yakan, eskiyi hatırlatıp, varsa kıymetini, yoksa cezasını veren bir defter.”

FİGEN ŞAKACI
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist