• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Sebastião Salgado’nun ardından…

‘Sefalet estetiği’ mi, ‘tanıklık etiği’ mi?

“Benim bir ‘sefalet esteti’ olduğumu ve yoksul dünyaya güzelliği dayatmaya çalıştığımı söylüyorlar. Ama neden yoksul dünya zengin dünyadan daha çirkin olsun ki? Buradaki ışık oradakiyle aynı. Buradaki onur oradakiyle aynı.”

Sebastião Salgado, Brezilya'da doğduğu topraklarda. Toprağın Tuzu filminden (2014).

SÜHEYLA TOLUNAY İŞLEK

@e-posta

PORTRE

29 Mayıs 2025

PAYLAŞ

Dünya çapında toplumsal adaletsizliği ve eşitsizlikleri belgeleyen foto muhabiri sayısı çok olsa da, bu konularda sistematik olarak belgesel üretim yapan, uluslararası tanınırlıkta foto muhabiri o kadar da çok yok ya da belki bilinir değil. En çok bilinenler arasında Latin Amerika ve Ortadoğu’daki toplumsal hareketleri ve çatışmaları belgeleyen Susan Meiselas, 2003 yılında Bağdat’ta çalışırken konvoyuna düzenlenen bombalı saldırıda yaralanan James Nachtwey, Bangladeş’teki insan hakları ihlallerini belgeleyen Shahidul Alam, Büyük Buhran döneminde Amerika’daki yoksulluk ve sosyal adaletsizlikleri görünür kılan Dorothea Lange, 2011 yılında Afganistan’da bir mayına basarak ağır şekilde yaralansa da, 2012’de Afganistan’a geri dönerek fotoğraf çekmeye devam eden Giles Duley ve (tıpkı Duley gibi) Ruanda’da 1994’te gerçekleşen soykırımı belgeledikten sonra hastalanan ama 1995’teki mülteci krizini fotoğraflamanın etik bir görev olduğunu düşünerek bölgeye geri dönüp fotoğraflamaya devam eden Sebastião Salgado sayılabilir.

Ruanda, mülteci kampı.

Salgado’nun fotoğrafçılığı bırakmadan önce son gittiği yer Ruanda olur. Çok büyük bir ruhsal çöküş içinde olsa da, Ruanda’daki (kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği) trajediyi eksiksiz belgeleme ihtiyacını her şeyin üzerine koyan Salgado, “Toplumsal adaletsizliğin olduğu her yere gitmek istiyordum,” demişti,  “durumu daha iyi aktarmak için.” Yarım yüzyılı aşan meslek hayatı boyunca 120’den fazla ülkeye gidip oralardaki yerli toplulukları, işçileri, emekçileri, göçmenleri ve mültecileri fotoğrafladı. Küresel kapitalizmin yarattığı sömürü biçimlerinin tanığı oldu, emeğin görünmezleştirilmesinin ve göçün yapısal nedenlerinin de... Salgado’nun belgesel fotoğrafçılığının temelinde yatan şey, görünmeyeni görünür kılma ve dolayısıyla bir tür politik sorumluluk duygusuydu.

Ancak birçok belgesel fotoğrafçının maruz kaldığı eleştirilerden o da nasibini aldı ve fotoğraflarındaki yüksek estetik, acının duygusal etkisini nötralize eden bir unsur olarak görüldü. Örneğin Susan Sontag, Salgado’nun bazı fotoğraflarında yoksulluğun ve acının “güzel” biçimde sunulmasının etik açıdan sorunlu olduğunu, fotoğrafın estetik olmasının onu gerçek acıdan ayırma riski taşıdığını söyledi. Sontag, ünlü sorusu, “Başkalarının acısına bakarken gerçekten ne yapıyoruz?” ile acı çeken bedenin görselleştirilmesinin izleyicide bir tür “ahlaki üstünlük” hissi yaratabildiğini, bunun da pasif bir sempatiye dönüşebileceğini eleştirilerine ekledi.

Kömür Madenciliği, Dhanbad, Bihar, Hindistan, 1989

Belgesel fotoğrafçılık ve savaş fotoğrafçılığı alanında estetizasyon, seyircinin konumu ve temsilde etik sorunlar üzerine düşünen kuramcılar arasında Ariella Azoulay, Allan Sekula, David Levi Strauss da var. Örneğin Allan Sekula estetik fotoğrafın izleyicide temsilî olayın doğrudan kendi deneyim alanının dışında, mesafeli ve dolayısıyla etkisiz olduğu hissini uyandırdığını düşünür, “Estetik, izleyiciye ‘olay uzakta, seninle ilgisi yok’ hissini verir” der. David Levi Strauss da fotoğrafın estetik yönünün, izleyicinin eleştirel bakışını bastırabileceğini savunur. Ariella Azoulay’a göre ise fotoğrafın amacı sadece belgelemek değil, tanıklık etmek ve ortak bir sivil sorumluluğu paylaşmaktır; estetik mesafe yerine etik yakınlık olmalıdır. Aslına bakılırsa Salgado’nun hayatı boyunca yapmaya çalıştığı şey de tam olarak budur. Toplumsal tanıklık yaparken görünür kılmak istediği kişilerle önce uzun süre vakit geçirir, fotoğraf için onların izinlerini almadan önce gönüllerini alır. Asıl istediği şey, onları “acı çeken nesneler” gibi göstermek değil, aksine onların direncini, gündelik mücadelelerini belgelemektir. Ancak eleştirilere neden olan şey, direncin kırıldığı noktalarda kamerasını kapatmamasıdır.

John Berger, Salgado’nun tarafında duranlardandır, ona göre Salgado acıyı ya da yoksulluğu nesneleştirmez; onun kadrajında yer alanlar kurban değil, tanıklardır. John Berger, Salgado’nun Workers - An Archaeology of the Industrial Age (1993) adlı fotoğraf kitabının giriş yazısını kaleme almıştı. Salgado’nun sanayi işçilerini belgelediği Workers serisine dair bir epigraf gibi okunabilecek bu güçlü, kısa metinde Berger, Salgado’nun fotoğraflarının sanayi çağının işçilerine bir saygı duruşu niteliğinde olduğunu belirtir. Bu fotoğrafların işçilerin görünmezliğine karşı bir tanıklık sunduğunu, endüstriyel emeğin tarihsel izlerini belgeleyerek gelecekte bu dönemin anlaşılmasına katkı sağladığını söyler. Susan Sontag ve Ingrid Sischy gibi düşünürlerin aksine, Berger, Salgado’nun fotoğraflarının estetik açıdan çarpıcı olmasının onların etik değerini azaltmadığını savunur. Aksine, bu estetik yaklaşımın izleyiciyi daha derin bir empatiye ve düşünceye yönlendirdiğini ifade eder.

Berger’in giriş yazısını yazdığı kitabın ve diğer Salgado kitaplarının Türkçe çevirisi ne yazık ki yok ama Isabella Francq’ın bir Salgado otobiyografisi niteliğindeki kitabını Toprağımdan Yeryüzüne adıyla Ahmet Ergenç Türkçeye çevirdi. Ergenç’in çevirisi sayesinde Salgado’nun “ışığın deldiği yüklü bulutların görüntüleriyle büyülendiği”ni öğreniriz. Güzel çekilmiş fotoğrafların acıları egzotikleştirdiği eleştirilerini göz ardı ederek, bir foto muhabiri olarak tanıklık yapmaya devam eder Salgado. Ona göre estetik, acının temsilinden kaçınmak değil, onun daha evrensel bir düzlemde paylaşılmasını sağlamaktır. The Guardian’a 2024’te verdiği bir röportajda şöyle demişti:

“Benim bir ‘sefalet esteti’ olduğumu ve yoksul dünyaya güzelliği dayatmaya çalıştığımı söylüyorlar. Ama neden yoksul dünya zengin dünyadan daha çirkin olsun ki? Buradaki ışık oradakiyle aynı. Buradaki onur oradakiyle aynı.”

Kaldı ki, birçok foto muhabirinin bu zorlu mesleğe bu güzel fotoğraflar sayesinde başlayabildiği gibi bir gerçek de var. Örneğin James Nachtwey, birçok röportajında Vietnam Savaşı sırasında Larry Burrows, Don McCullin, Philip Jones Griffiths gibi savaş muhabirlerinin Vietnam’dan ilettiği (estetik) fotoğraflardan etkilenerek mesleğe başladığını belirtir. Salgado’nun bu mesleğe nasıl başladığına bakacak olursak, Everest Yayınları’ndan çıkan Toprağımdan Yeryüzünekitabı dışında bir diğer kaynak da Wim Wenders’in 2014 yapımı Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth) adlı belgeselidir. Wim Wenders’in oğul Juliano Ribeiro Salgado ile birlikte çektiği belgeselin başında Sebastião Salgado şöyle der:

“Birden fazla fotoğrafçıyı aynı mekâna bırakın, hepsi farklı fotoğraflar çeker. Çünkü muhtemelen hepsi çok farklı yerlerden gelmiştir. Herkesin kendine göre bir perspektifi vardır ve bu, kendi hikâyesine göre değişir.”

Onun hikâyesine bakacak olursak, sekiz kardeş arasındaki tek erkek olarak Brezilya’nın Aimorés adlı küçük bir kasabasında dünyaya gelir, babasının çiftliği sayesinde tüm kardeşler iyi eğitim alırlar. Babası, oğlu Sebastião’nun avukat olmasını ister, bir yıl hukuk okursa da sonra ekonomi bölümüne geçer. Ekonomi okurken sosyolojiye, antropolojiye ve öteki sayılan halkların tarihine ilgi duyar. 1960’ların başında eşi Lélia ile sol örgütlenmelerde yer alırlar. ‘60’ların sonunda Brezilya askerî diktatörlük altındadır, tutuklanma ve işkence görme tehlikesi nedeniyle ülkelerini terk edip Fransa’ya yerleşmek durumunda kalırlar. O yıllara dair şöyle der:

Sebastião Salgado ile Lélia Wanick Salgado,
1970'ler.

“Gençken bir aktivisttim, solcuydum ve bir Marksist’tim. Her şeyle çok ilgiliydim. Politika, aktivizm benim için çok önemliydi.”

Sebastião’nun belgesel fotoğrafçılığının temelinde yatan da zaten onun politik görüşü ve ezilenlere karşı duyduğu sorumluluktur. Sebastião, Fransa’da ekonomi mastırı yaparken mimarlık okuyan eşi bir fotoğraf makinesi alır ve bu, Sebastião’nun hayatının dönüm noktası olur. Fotoğrafçı olmaya karar vermeden önce ekonomist olarak çalıştığı Dünya Bankası tarafından Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Kahve Organizasyonu için sık sık Afrika’ya gönderilmektedir. Afrika ziyaretleri sayesinde kısa sürede fotoğrafçılığa büyük bir tutku duymaya başlar ve 29 yaşında eşinin de desteğiyle işinden istifa edip kendini fotoğrafa adar. Kariyeri boyunca 120’den fazla ülkede fotoğraf çeker; yaptığı fotoğraf projeleriyle ve yayımladığı kitaplarla eşitsizliğe, zulme ve savaşa karşı dikkat çekmeye çalışır.

Sebastião Salgado’nun ilk büyük fotoğraf projesi “Öteki Amerika” (Other Americas), 1977-1984 yılları arasında Güney Amerika’da gerçekleştirdiği bir belgesel çalışmadır. Sebastião, Brezilya’daki diktatörlük devrilince ülkesinin bilmediği yerlerini keşfetmek üzere kız kardeşinin arabasını alarak Brezilya’nın kuzeydoğusuna altı aylık bir geziye çıkar. Ekvador’a, Peru’ya, Bolivya’ya, And Dağları’na yani kıtanın “görünmeyen” kesimlerine giderek oradaki kırsal toplulukların yaşamlarını belgeler. Fakat içinde portre olan fotoğraf çekmek zordur. Bu nedenle öncelikle kendini o insanlara kabul ettirmesi gerekir. Örneğin Ekvador’daki Saraguro’ları çekmek istediğinde bölge halkı Sebastião’yu birkaç gece çok soğuk bir odada yatırır, gerçekten orada kalmak istiyor mu diye görmek için. Salgado soğuğa dayanıklı çıkınca topluluğa yaklaşabilir ve fotoğraf çekebilir. “Bir portre çektiğinizde artık o fotoğraf sadece size ait değildir,” der, “o insan onu size hediye etmiştir.” Bu proje, Sebastião’nun belgesel fotoğrafçılığındaki insan merkezli yaklaşımının temelini oluşturur. Topraksız işçileri, kuraklık nedeniyle ülkenin güneyine taşınan insanları fotoğraflayarak toplumsal eşitsizliği ve yerli halkın yoksulluğunu belgeler ve Other Americas 1986’da yayımlanır.

Sebastião ikinci büyük fotoğraf projesi “Sahel, Yolun Sonu” (Sahel L’Homme en Détresse) için 1984-1986 yılları arası Sınır Tanımayan Doktorlar’la çalışır. Bu projede Sahel bölgesinde (Etiyopya, Sudan, Mali) yaşanan açlığı, mülteci kamplarındaki aşırı zayıflamış çocukları, sıra ve yardım bekleyen insanları, yorgun anneleri, toplu mezarları belgeler. “İnsanoğlunun büyük kısmı, bir doğal afet değil, bir paylaşma sorunu yüzünden akıl almaz güçlükler içinde yaşıyor” der Sebastião. Gittiği her yerde durum aynıdır: Şiddetli kuraklık, susuzluk, kıtlık ve ölüm. Sınır Tanımayan Doktorlar, BM kamyonları aracılığıyla kadın ve çocukları Sudan’dan Nil’in kıyısına taşır. Burada su vardır ama yine de insanlar ölür, çünkü yiyecek bir şey bulamazlar. “Devletin halkından yiyecek esirgediğini bilmek korkunçtu. Bu çok acımasız bir politik ahlaksızlıktı” diyen Sebastião Mali’ye gider. Orada karşılaştığı şey de çöl rüzgârları, kum fırtınaları ve kuraklık nedeniyle derisi ağaç kabuğuna dönüşen insanlar olur.

Serra Pelada'daki altın madeni, Brezilya.

Sebastião üçüncü büyük fotoğraf projesi “İşçiler” (La Main de l’Homme, 1986-1991) için altı yıl boyunca birçok ülkede yaklaşık 30 yolculuğa çıkar ve bu yolculukları yaşadığı dünyayı inşa eden bütün erkek ve kadınlara saygılarını sunmak için yaptığını belirtir. Beden gücüne dayalı olarak sürdürülen işlerde çalışan işçilerin hayatını belgelemek için Sovyetler Birliği’nde çelik işçileriyle, Bangladeş’te tersane işçileriyle birlikte yaşar. Galiçya ve Sicilya’da balıkçılarla denize açılır, Kalküta’da arabaların makine üretimini fotoğraflar. Bir ekonomist olarak ilk gittiği ülke olan Ruanda’ya tekrar gider ve çay toplayıcılarını gözlemler. Bu proje için son gittiği ülke olan Kuveyt’te Körfez Savaşı’ndan sonra Irak askerleri çekilmiş ve Saddam Hüseyin yüzlerce petrol kuyusunu ateşe vermiştir. Dünyanın dört bir yanından gelen itfaiyecilerin yanan petrol kuyularını söndürmek için Kuveyt’e gittiğini öğrenen Sebastião da itfaiyecileri belgelemek için yola koyulur. Yanan 500 petrol kuyusu vardır. Bazı günler 24 saat boyunca karanlık olur, kraliyetin aile bahçesinde mahsur kalan atlar çaresizlikten delirmiştir, petrolden tüyleri yapışan kuşlar da uçamaz. Ülkeden kaçan Kuveytliler, insan olarak görmedikleri Bedevileri de, hayvanları da geride bırakmışlardır. Altı yıllık sürecin sonunda Sebastião’nun dünyanın dört bir yanındaki işçileri belgelediği fotoğraf kitabı Workers (“İşçiler”) birçok dilde basılır ve sergisi dünyayı dolaşır.

Toplu göç, Ruanda.

Sebastião’nun dördüncü büyük fotoğraf projesi olan “Toplu Göç” (Halkların Yurtlarından Sürülmesi, 1993-1999) adlı fotoğraf projesi, insanlık tarihinin en çarpıcı dramlarından biri olan toplu göçlere odaklanır. Bu proje, savaşlar, yoksulluk, etnik temizlik ve küresel pazarın kuralları nedeniyle yerlerinden yurtlarından edilen milyonlarca insanın yaşadığı acıları ve vahşeti belgeleme amacını taşır. Bu proje sayesinde Sebastião, Hindistan, Vietnam, Filipinler, Güney Amerika, Filistin, eski Yugoslavya, Filistin ve Irak’taki mülteciler hakkında dünya çapında farkındalık yaratır, yurtlarından zorla sürülenlerin kaderine ışık tutar. Eski Yugoslavya’daki şiddetten ve vahşetten kaçanları Tuzla’daki mülteci kampında belgeler. Ancak Ruanda İç Savaşı’nın sonunda (1994’te) yaşananlar, özellikle Tanzanya, Kongo ve Ruanda’da tanık olduğu felaketler, 150 km boyunca gördüğü cesetler, el bombasıyla, palayla öldürülmüş insanlar, Hutular ve Tutsilerin birbirlerine yaptıkları soykırım Sebastião’nun insanlığa olan inancını ciddi şekilde sarsar. Soykırımdan kurtulabilenler koleradan can vermekte, Sebastião her gün 10.000- 12.000 kişinin ölümüne tanık olmakta ve artık yığın halindeki cesetlerin fotoğrafını çekmekte zorlanmaktadır.

“Nasıl korkunç bir tür olduğumuzu anlamak için bu fotoğrafları görmeyen kalmamalıydı” der ama buradan ruhsal olarak çökmüş olarak ayrılır. Yaşadığı travmaya rağmen bir yıl sonra Ruanda’ya geri döner. Çünkü gidecek hiçbir yeri olmayan Hutuların Kongo’dan Ruanda’ya geri dönüşünü belgelemek ister. BM onları geri dönmeye zorlamaktadır, her yer mülteci çadırıdır. Güvenli olur diye kilise ve okula sığınanlar vahşice öldürülür. Ruanda’yı terk eden 250.000 kişiden sadece 40.000 insan sağ kalır. Fakat sonra onlar da Tutsiler tarafından sürülür ve bir daha haber alınamaz. Ruanda’dan ayrıldığı zaman artık hiçbir şeye, kendi deyimiyle “bir tür olarak insanoğlunun kurtuluşu olduğuna” inanmıyordur. Bu travmatik deneyimlerin ardından Sebastião fotoğrafçılığı bırakır.

Sebastião Salgado

Sebastião Salgado, bu karanlık dönemde eşinin önayak olmasıyla ailesinden miras kalan çorak çiftlik arazisini yeniden ağaçlandırmaya başlar ve birlikte kurdukları enstitü, Instituto Terra sayesinde yeniden umut bulur. %99’u çıplak, çorak ve erozyona uğrayan araziye kuruluşundan itibaren 2 milyondan fazla ağaç dikilir, 500’den fazla yerli bitki türü yeniden yetiştirilir ve arazi kamuya açılır. Salgado ailesi ayrıca burada ihtiyacı olan herkese ekolojik eğitim vermeye, su kaynaklarının yenilenmesine ve bölgesel kalkınma sağlamaya çalışır. Doğaya dönmek Sebastião’ya ruhsal bir şifa sağlar ve bir sonraki fotoğraf projesi “Genesis” ufukta belirir.

Sebastião Salgado yaşamı boyunca insanlığın acılarını ve direncini belgelemek için çok çabalamıştır ama son projesi olan “Genesis”te (2004–2013) doğaya döner. “Genesis”onun doğayı ilk defa belgelediği bir projedir ve doğa fotoğrafçılığını öğrenmesi için çok çalışması gerekir. Amacının gezegene hürmetlerini sunmak olduğunu söyleyen Sebastião bu proje için dokuz yıl boyunca yaklaşık 30 farklı seyahat gerçekleştirir ve dünyanın çeşitli yerlerinde el değmemiş doğayı ve onunla uyum içinde yaşayan insan topluluklarını fotoğraflar. Her ne kadar yıkıcı insandan uzaklaşmak istese ve doğaya yönelse de, el değmemiş topraklarda edindiği dostlar en doğal halleriyle onun portrelerine girer. Bu son dönem fotoğrafları da tıpkı daha öncekiler gibi Berger’in “tanıklık etiği” (ethics of witnessing) dediği şeye dayanır. Salgado, fotoğraflarındaki öznelere üstten bakmaz,  eşitlikçi bir bakışı vardır, kamerası hiçbir zaman acıyı teşhir etmez; aksine, saygı göstererek görünür kılar.

Zamanımızın en önemli görsel anlatıcılarından biriydi. Huzurla uyusun.

 
Yazarın Tüm Yazıları
  • fotoğraf
  • fotoğraf sanatçısı
  • sebastiao salgado

Önceki Yazı

KRİTİK

aşağı düşmüş dil

“Ernst Jandl 'aşağı düşmüş dil' adı altında yayımladığı şiirleriyle kayıpların nasıl kazanım, aşağısının nasıl yukarısı olacağını gösteriyor.”

ERHAN ALTAN

Sonraki Yazı

SÖYLEŞİ

Çağla ve Çiçek Öztek'le söyleşi:

Bir aile, bir bahçe, bostan, ağaçlar, kuşlar...

“Çağla ve Çiçek Öztek kardeşlerin aile apartmanlarının bahçesinde aile, mahalle, zaman, doğa ve bahçecilik üzerine gözlem ve deneyimlerini paylaştıkları kitapları Bahçede Hayatlar, permakültür ilkeleriyle şehir bahçıvanlığı üzerine pek çok söz söylüyor...”

RAİFE POLAT
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist