Büyülü Çukurova’nın merhametli devi
“Onun tüm romanları eskinin güzel günlerine bir tür ağıttır hep. Biz sadece onun romanlarının yazıldığı zamana değil, o romanların ana konusu olan dönüşüm sancılarının yaşanmaya başladığı anlatı zamanlarına da yabancıyızdır. Ancak bu yabancılık sadece katedilmesi gereken mesafeyi uzatmaz, aynı zamanda bu metinlere aşılması kolay olmayan bir hüzün de katar.”
Yaşar Kemal
Ara Güler’in 1967 yılında çektiği fotoğrafta, karanlık bir fonda, gözünde siyah kemik gözlük, elinde sigara, ilgiyle bize bakmaktadır. Yüzünde meydan okuyan ve taviz vermez bir ifade vardır. O bakışlar belki de tüm yazı hayatını özetler niteliktedir.
Çocukluğumda kendisinden bir efsane gibi bahsedilirdi. Henüz hiçbir romanını okumadığım zamanlarda bile adını duyduğumda heyecanlanır, sırf onunla aynı topraklarda doğdum diye kendimi onun bir çeşit akrabası gibi hissederdim. Gövdesi gibi heybetli bakışlarıyla masallardan çıkmış, kendisini oldukça hırpalamış ama yıkamamış kadere meydan okuyan bir devdi o. Üstelik sadece benim için değil, çevremdeki birçok insan için de öyleydi. Hatta onu hiç okumamış ve okumayacak olanlar için de.
‘70’li yıllarda edebiyat öğretmenleri ilk derste sınıfın nabzını tutmak için “Türk edebiyatının üç Kemal’i kim?” diye sorar, bunu bilen çocuklar koca bir aferin alırlardı. Oysa muhtemelen pek çoğu daha okumamıştı bile onları. Ama gene de isimleri bilinirdi. Hatta dayım ortaokulda bu soruya nasıl da doğru cevap verdiğini ve sınıfta bayağı sükse yaptığını aile meclislerinde defaatle anlatmıştır.
Yaşar Kemal, Osmaniye doğumluydu, Orhan Kemal, Ceyhan. İkisi de hemşerimizdi. İkisinin kitapları da dayılarımın ve teyzelerimin kütüphanesinin başköşesindeydi. Ancak bizim için Orhan Kemal büyük bir yazarken, Yaşar Kemal bu dünyadan değildi. Ya da küçükken ben öyle hissederdim.
Sonra büyüdüm ve Adana’yı büyülü bir yere dönüştüren, şehir kültürüyle yetişmiş bana bir şeyleri ıskaladığımı, aslında doğaüstü bir kentte yaşadığımı hissettiren Yaşar Kemal’in romanlarını okumaya başladım bir bir.
Lisede İnce Memet’i okumak benim için tam anlamıyla bir şölen olmuştu; romanı sabaha kadar elimden bırakamamış, zaman ötesi o kitap vasıtasıyla direnişin ve kabullenişin, cesaretin ve korkunun, merhametin ve acımasızlığın yan yana durduğu bambaşka bir dünyaya adım atmıştım. Birçok şeyi iç içe anlatan, hem insana ve doğaya dokunan hem de bunu olağanüstü bir ritimle kotaran böyle bir romana bir daha hiç denk gelmeyecektim. Bir daha hiç liseye dönememek gibi bir şeydi bu.
Ardından diğer romanlarını da okumaya başladım. Ama o dev adamın her bir kitabında canımı sıkan bir şeyler vardı artık. O romanları okudukça ve onlardan büyük bir haz aldıkça yaşadığım hayal kırıklığı artıyordu. Zira ben o hikâyelerdeki renkli doğayı, börtü böceği, yalnız köyleri, direnen insanları, inatçı çocukları, kahraman eşkıyaları arıyordum etrafımda. Yaşadığım şehri bir mite çeviren o aurayı arıyordum. Haklı bir çaba gibi geliyordu yaptığım, çünkü ben o romanlardaki büyülü Çukurova’da yaşıyordum. Orada doğmuştum. Hatta annemler Osmaniye’den gelmişlerdi Adana’ya. Onları benden başka en iyi kim görebilirdi ki! Ama romanlardan başımı her kaldırışımda adeta bir boyuttan başka bir boyuta geçiyor, sayfalardakine hiç benzemeyen sıkıcı gerçekle karşılaşıyordum. Sorun bende olmalıydı; onun kadar dikkatli bakamadığım, şehrin, insanların ve doğanın özüne inemediğim için göremiyor olmalıydım mutlaka. Evet, riyakâr ve sahtekâr insanlar vardı bolca, ama o romanlara büyüsünü, rengini, tuzunu ve tadını veren Çukurova yoktu hiçbir yerde.
Bugün bu safça ama iyi niyetli çabama gülüyorum elbet. Bir okurunun benim lise dönemi arayışıma benzer, “Kitaplarınızdaki Çukurova ile gerçek Çukurova farklı ama” serzenişine üstadın gülerek verdiği cevap bugün modern romanın alametifarikasını oluşturmaktadır. “Elbette farklı ulan, çünkü o benim Çukurovam.”
Evet, Yaşar Kemal’in Çukurovası, benim Çukurovama benzemiyordu. Benzemesi de tuhaf olurdu zaten. Zira şiirsel diliyle anlattığı kahramanlar ve yarattığı büyülü atmosfer sadece onun edebiyat anlayışından kaynaklanmıyordu sanırım; başka bir zamanda, başka bir diyarda yaşayan kahramanları gibi, o kahramanları yaratan yazarı da bugünün okuyucusundan başka bir zamanda ve belki başka bir diyarda yaşıyordu.
Cumhuriyet’in ilan edildiği yıl doğan Yaşar Kemal için hayat hiç kolay olmamıştı. 4 yaşındayken evlerinin avlusunda koyun kesen eniştesinin elindeki bıçağın kayması sonucu sağ gözünü kaybetmişti, bundan bir yıl sonra da babasını. Babası Van’dan göç ederken kurtarıp büyüttüğü evlatlığı tarafından camide namaz kılarken öldürülmüştü. Bu olaya tanık olan Yaşar Kemal yaşadığı dehşet nedeniyle kekeme olmuş, 12 yaşına kadar düzgün konuşamamıştı. Onun dilini çözen tek gözüyle bıkıp usanmadan okuduğu kitaplar olacaktı.
Babasının ölümünden sonra annesi amcasıyla evlenecek, aile iyice yoksullaşacak, öyle ki, çırçır fabrikasında çalışarak okuduğu ortaokulu son sınıfında bırakmak zorunda kalacaktı. İleride vereceği politik mücadele için derisini kalınlaştıran bu olaylar aynı zamanda kaçmak istediği ikinci bir evren yaratmasına da zemin hazırlayacak, masallardan, efsanelerden, şiirlerden, türkülerden oluşan bu ikinci evren çok küçük yaşlardan itibaren onun tutkusu olacaktı. Muhtemelen bu tutkulu hayal gücü sayesinde çelimsiz bir köylüden, gören görmeyen herkesin aslında onun dev gibi bir adam olduğunu söylediği bir eşkıya yaratacaktı. O eşkıyayla tüm dünyaya kafa tutacaktı.
Traktör sürücülüğünden ırgatlığa, kitaplık memurluğundan öğretmen vekilliğine, kontrolörlükten arzuhalciliğe kadar birçok işte çalışan Yaşar Kemal, 17 yaşında, İstanbul’dan Adana’ya sürgün gelen Arif Dino sayesinde Cervantes’in Don Kişot’unu okuduğunda kafasındaki bu ikinci evrenin daha da pekiştiğini söyler. Öyle ki, bu ikinci evreni yazmaya başlayınca, romanlarındaki insanlar, mekânlar, olaylar gerçek hayattakinden daha gerçek, kolayca öfkeye dönüşecek bir sevgi ve sevgiye dönüşecek bir öfkeyle anlattığı hikâyeler yaşananlardan daha hakiki resmedilecektir. Bundan sonra da birçok saf okur o romanlardaki insanları tanımak, kızıla çalan sularda yüzmek, sazlıkların sesini duymak, konuşurcasına tıslayan yılanları görmek için boş yere yollara düşecektir.
Zira geldiklerinde görecekleri onun değil, belki benim, belki sizin, ama en çok gezip görmeye gelenlerin Çukurovası olacaktır.
Yaşar Kemal’i okumak bugün modern okur için nostaljik bir hüzün kaynağıdır. Çünkü modern okurun aşması gereken iki ayrı zaman dilimi vardır önünde. Sadece romanların yazıldığı zaman dilimi değildir katedilmesi gereken; bir de romanların anlattığı zaman dilimi vardır.
Onun tüm romanları eskinin güzel günlerine bir tür ağıttır hep. Dolayısıyla biz sadece onun romanlarının yazıldığı zamana değil, o romanların ana konusu olan dönüşüm sancılarının yaşanmaya başladığı anlatı zamanlarına da yabancıyızdır. Ancak bu yabancılık sadece katedilmesi gereken mesafeyi uzatmaz, aynı zamanda bu metinlere aşılması kolay olmayan bir hüzün de katar. O vahşi değişim dönemlerinde bile saf bir tını buluruz bugün. Muhtemelen artık her şeyin daha da acımasız olmasından kaynaklanır bu. Yaşanan bu dönüşümde bir payımız olduğu düşüncesi, en azından şu anki halimizi kabul ettiğimiz ve sorgulamadığımız için bile onu okumak bir tür pişmanlık duygusunu da beraberinde getirir. Bunun bir nedeni de onun romanlarında modern kent hayatının izlerinin hiç olmamasıdır.
Bugüne dair, modernleşmenin doğurduğu sorunlara dair aklına gelen her şeyi sözünü sakınmadan söyleyebilmek için o hep sorunların başladığı zamanlara odaklanmayı tercih etmiştir. Her hikâyesinde bu topraklardaki insanlar bir eşik atlamanın sancılarını yaşarlar. Yeni eskiyi dönüştürürken insan sadece bir anı olduğunu anlar. Hep bir anı olarak kalacağını. Hep bir şeylere geç kaldığını…
Merkezî konumunu yitiren köy hayatı ve kent yaşamında görünürlüğünü ve belki de gücünü kaybeden doğa onun romanlarının başat unsurlarıdır. Doğa asla bir dekor değil, bir varoluş sorunsalıdır; hem vahşidir hem saf; yaşantının bir parçası değil, bizatihi kendisidir. Bir tür öze dönüştür. Orada hayatta kalabilirsen yaşamayı gerçekten hak edebilirsin der okuyucularına. Bunun için salt cesaret istemez bizlerden; iliklerimize kadar titrememiz, ölesiye korkmamız gerektiğini de anlatır.
Yaşar Kemal’in büyük başarısı modern okura bir anlamda modern öncesi hayatı okutabilmesinin yanı sıra, okura o hayatın yaşadığı hayattan daha gerçek olduğu hissini verebilmesidir belki de. Bunu da söylenceleri, masalları, halk hikâyelerini, türküleri modern romanın anlatım teknikleriyle ustaca işleyerek yapmıştır, ama orada da durmayarak elindeki malzemeyi, yaslandığı anlatı geleneğini zengin sözcük dağarcığıyla ve kendisine has gerçeküstü bir tınıyla yoğurmayı bilmiştir.
Gerçi bu “gerçeküstü” tanımlamasını sevmediğini birkaç yerde söyler. Bu nedenle Güney Amerikalı yazarlarla Batıda bir tutulmasına da karşı çıkar. Onların fanteziye kaçtığını, kendisinin kurgularının ise epik geleneğin üstüne oturduğunu belirtir. Ancak o kendine has sesi sayesinde romanları hayat kadar büyük, hayal kadar geniş bir şiiri çağrıştırmıştır okuyucularına. Öylesine, kendiliğinden, doğallıkla geliveren bir şiiri.
Romanlarının folklorik özellikler taşıdığı yargısına gelirsek… Burada hassas bir denge var kuşkusuz. Yaşar Kemal kendisine kadar ve kendisinden sonra da karikatürize bir şekilde yapılan köylü güzellemesine yahut yergisine karşı mutlak bir iyi ve kötü olmadığını, bir insanı koşulların ve zamanın belirlediğini, romanın odaklanması gereken noktanın insan psikolojisi olduğunu tutkuyla yazdığı her büyük romanında kafamıza kakarcasına işlemiştir. Bu yüzden Homeros ne kadar folklorikse Yaşar Kemal de o kadar folkloriktir denebilir. Ya da Homeros ne kadar evrenselse Yaşar Kemal de o kadar evrensel…
Onun köylü kahramanları bir yetişkinden çok çocukları andırır. Gerçeği ve düşü bir arada yaşarlar. Bu yüzden tutkuları, hayal kırıklıkları, sahtekârlıkları da kendi dünyalarında çok büyüktür. Onların bireysel trajedileri tüm toplumun trajedisidir. Hatta doğanın… Zira onun romanlarında taşın, yağmurun, derenin, ağacın, toprağın bir ruhu vardır hep.
Yaşar Kemal’i henüz okumamış modern okur bilmelidir ki, onun her romanında evrensel bir başkaldırı teması mevcuttur. O ailemizin zararsız, uysal, tonton romancısı değildir asla. Doğuştan bir muhaliftir. İktidar değişir ama onun ve roman kahramanlarının mücadelesi değişmez. O insan onurunun, umudun ve doğanın yanındadır hep. Günümüzde bu üç olgunun da yavaş yavaş hayatımızdan çıkmaya başladığı düşünüldüğünde, onun romanları daha bir hüzünlü gelecektir modern okura.
Bugün artık o Çukurova’yı aramayı çoktan bıraktım. Onun geçmişte kaldığını düşündüğümden değil elbet, Yaşar Kemal’in romanlarındaki biçimiyle onu hiç kimsenin göremeyeceğini bildiğimden. Belki de büyümenin böyle olumsuz bir yan etkisi vardır. Aramayı bırakırsınız artık. Gerçeğe teslim olursunuz. Ama bugün artık bir şey daha biliyorum; o da o Çukurova’nın bana çok yakın olduğu. Bir romanı raftan alıp kapağını çevirme süresi kadar yakın olduğu.
Önceki Yazı
Benliklerimizi Birlerken
“Toplumun bize atfettiği kimliklere bir başkaldırı niteliğinde olan Birlerken tüm bu birlikleri yokluk içerisinde birlerken, bizi kadın olmanın verdiği utançla yüz yüze getirerek bunu aşmamıza yardımcı oluyor.”
Sonraki Yazı
Haftanın vitrini – 35
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Anne Ağaç / Hatırlayış / Memoria / MRKSN / Odesa Ana / Rüya Üzerine / Sosyalliğin Evrimi / Şahsi Bir Mesele / Terra Alta / Yıkıcı Yetmişler