Benliklerimizi Birlerken
“Toplumun bize atfettiği kimliklere bir başkaldırı niteliğinde olan Birlerken tüm bu birlikleri yokluk içerisinde birlerken, bizi kadın olmanın verdiği utançla yüz yüze getirerek bunu aşmamıza yardımcı oluyor.”
Zeynep Oktay
“Eğer bir gün, herkesin bildiği bir ismin olursa, bir gece yarısı elini gökyüzüne kaldır ve Tanrı’dan hiç kimsenin bilmediği yeni bir isim iste. Çünkü şöhret, itibar, kişinin benlik arazisinin başkaları tarafından işgalidir!”
Rainer Maria Rilke (Malte Laurids Brigge’nin Notları)
Kim olduğumuzun ya da olacağımızın bu denli belirsiz olduğu şu kaotik zamanda bir tutam huzura kavuşmak için bazen kitapları açıp durmaktayız. Ancak her kitap bize bu huzuru mu vaat eder? Veyahut vaat etmeli midir bir kitap böylesine bir huzur? Zeynep Oktay’ın Birlerken adlı şiir kitabı benliğinizin kökenlerini kazırken sizi karanlık köşelerinizle yüzleşmeye itiyor. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü bünyesinde tasavvuf, Alevilik ve Bektaşilik tarihi alanlarında çalışmalar yapan Zeynep Oktay’ın Birlerken adlı şiir kitabı “Pervane” ve “Serap” adlı iki bölümden oluşuyor. Bu şiirlerde çocukluktan zamanın ve mekânın iç dünyamızdaki etkisine kadar birçok farklı izleğin izdüşümüne rastlamak mümkün.
Kimi dönemlerimiz olur ki, sona geldiğimizi hissederiz. Artık adeta her şey bitmiştir ve bu bitişlerin içerisinde tek hatalı kendimizi çıkarırız. Kimi zaman da tek hatalı gerçekten de bizizdir. Başkalarını suçlamanın hafifliğine alışan ruhlarımız oklar kendimize döndüğünde derinden sarsılır. Önce endişeleniriz, sonra derin derin düşüncelere dalarız. Son artık çok da uzak değildir böyle bir noktaya yaklaştığımızda. O eşikte, bir yatakta uzanırız; sevdiğimiz şarkılardan keyif almanın uzağında. Deneyimlemeye değer hiçbir şey kalmamışçasına. Sanki tüm kuşlar susmuş, görülecek yeni bir yer kalmamış, sevilecek kimse kalmamış yeryüzünde. “Neden yaşıyorum?” diye kendimize sorduğumuz bir düzlemde şiir bazen yardımımıza koşar. Şiir esasında bazen de yardımımıza koşmaz.
Toplumun bize atfettiği kimliklere bir başkaldırı niteliğinde olan Birlerken tüm bu birlikleri de yokluk içerisinde birlerken, bizi kadın olmanın verdiği utançla yüz yüze getirerek bunu aşmamıza yardımcı oluyor. Bu öyle hemen kolay da gerçekleşmiyor. Utanç algılarımızın önünde bir engel olarak belirirken hayatlarımızda, Zeynep Oktay’ın kalemi bu utancın üzerine gidiyor, bu utancı zorluyor, bu utançla mücadele ediyor.
Öncelikle şiir öznesi üzerinden kendi travmalarımızla da bizi yüzleştiren bu kitap size girmek istemeyeceğiniz dehlizlere inme “olanağı” sunuyor. Bunu olanak olarak nitelendirmemin delilik olduğunu düşünebilirsiniz. Oysa olamadıklarımızın acısı içerisindeyiz. Ancak olamadıklarımızı fark ettiğimizde var olmaya, oluşa bir kapı aralamak mümkün olabilir belki de. Olamadığımızda... Hareketsizce donup kaldığımızda… Bir adım atabilsek olabileceğiz, oluşa doğru. Emekliyoruz. Adım adım. Şiir elimizden tutar mı? “Birlerken” kelimelerle, elimize uzanıyor. Bizi ayağa kaldırıyor ve yavaş ancak emin adımlarla geleceğe doğru yol aldırıyor:
Şimdi şiir bana bir sevgiliden hediye
Adını unutmam
En yakın olduğum anda kaybettim onu
Bir banyo fayansının soğuğunda
Ter attım titreyerek
Kimsin sen dedim ona
Kim olacaktın da olamadın?
Dizelerde çıkardığımız “olamadıklarımızın” acısı hafiflerken, bu acı yerini olunabilecek ve daima bir diğeriyle değiştirilebilecek olasılıklar dizisine bırakıyor. Başka bir deyişle, Zeynep Oktay’ın şiiriyle olamadıklarımızla ve asla olamayacaklarımızla da yüzleşirken, tüm bunları kabullenirken dönüşüyoruz. Birlerken’in getirdiği dönüşüm, sufilerin sözünün, o “kuş dilinin” eylemliliğini anımsatıyor. Zeynep Oktay’ın şiirinde bir modern zaman dervişinin kuş dilini yaşatma arzusuna rastlıyoruz. Ancak bu da alışılagelen bir “mantıku’t tayr” ile yapılmıyor. Modernle harmanlanmış bir kuş dili nihayetinde modern ve gelenek ayrımını da sorgulatıyor:
Kabuslarıma
lavantalı dondurma
sosisli pizza
süt mısır sunacağım
Ölmüşleri ve ölecekleri doyuracağım.
Görüldüğü üzere, modern zaman dervişi, doyuracağı ölmüş ve ölecekleri günlük hayatta sıkça kullandığımız kelimelerle doyuracağını ifade ediyor. Gelenektekine oranla “sırlı” bir dil yerine daha aşikâr bir anlatım görsek de, aşikârın da sırlandığı bir atmosfer şiire hâkim.
Modern ve geleneksel olan da birlenirken, şiir aynı zamanda hem kolektif hem de bireysel geçmişin bir telafi çabası haline de geliyor. Yeniden yönlendirme ve geri dönülmezliğe imkân tanımayan bir alanda şiir geçmişi yeniden anlamlandırıyor. Benliğin o kadim hafızası Zeynep Oktay’ın şiirine mekânla birlikte sızıyor. Bursa, hangi Bursa? Hangi benliğin Bursa’sı? Kimin Bursa’sı? Saydam bir zeminde ilerleyen, belki de kimi zaman yalnızca debelenen benliğimizin Bursa’sı olmasına bir imkân var mı? Yoksa bu sahiplenmeler sadece boşuna mı?
Peki tüm dış dünyamız değiştiğinde ve tüm kimliklerimizi kaybettiğimizde bizden geriye ne kalıyor? Kimliklerimizin ötesinde bizde değişmeyen ne? Zeynep Oktay’ın şiiri tüm bu sorulara cevap aramanın ötesinde, tüm bu sorulara içkin bir benlik inşa ediyor. Yolda yürürken, başka bir insanın bedeninde var olsaydım… Acaba bu Burcu olur muydum? Birlerken’i okuduğunuzda, yollardaki huzurlu yürüyüşlerinize adeta bir tehdit okları yöneltiliyor. Kimdiniz, kimsiniz, kim olacaktınız? Benliğin bu geçişkenliği, tüm bu kimliklere atfettiğimiz anlamları da zayıflatır nitelikte. Bir de bu kimliklerden kurtulamama hali yok mu? Ne yazık ki halen cinsiyet, ırk, renk üstü bir evrenin var olamadığı şu düzlemde kimliklerden kurtulma ve o kimlikle var olma çatışmasından azat olmak zor görünüyor. Böylelikle bu paradoksu çözümlenenin yolu nedir diye sorulduğunda, bu paradoks belki “birlikte” çözümleniyor.
Ercüment Oktay’a ithaf edilen “Mecmaulbahreyn”, Mehmet Ayhan Oktay’a “Bulut”, Ilgın’a “Şarkılar Beni Söyler” ve Ahmet T. Karamustafa’ya ithaf edilen “Deveran” adlı şiirler semah ayininde dedenin şiiri bir iletişim yolu olarak seçişini anımsatıyor. Oktay da adı geçen şiirlerde şiiri bir konuşma biçimi olarak kullanıyor. Şiir, yolunun kesiştiği insanlarla bir haberleşme biçimi olarak ortaya çıkıyor. Bu konuşma biçiminin ise vardığı nokta en nihayetinde sessizlik ve hiçlik:
Ey rahmet melekleri!
Bize sığının munis talihinizden
Solgun yüzümüzde arayın meczup mushafları
Bilin ki ölmediniz hiç
Yokluğunuz bundan.
Tüm iletişimin bittiğini sandığımız yerde hiçbir âşığın esasında ölmediği, ölümün yalnızca bir susma biçimi olduğuyla karşılaşıyoruz. Artık susmanın ve konuşmanın bir olduğu bir demdeyiz.
Kimlikler, mevcut benlik ve olası benlikler arasındaki gerilim Zeynep Oktay’ın şiirinin biçimine de yansıyor. Yaratıcı eylem yastan ümit doğururken, şiirin “olağan” akışında bir cümle, hafızanın travmaya gidiş anlarını yansıtıyor:
Yazılamayanların rüyası
bu şiir,
Ömür içre bir başka ömür
Suskun ağıt
Ham hayal
Silik bir nota derununda…
Zeynep Oktay’ın şiirinin biçiminde dolmayan o boşluk adeta potansiyelini gerçekleştiremediğimiz tüm benlikleri yansıtıyor. O boşlukta tüm benliklerimiz, tüm yaşananlar, yaşanacaklar ve çoktan yaşanmış bitmiş olanlar yatıyor. İkiye bölünen “Ey vah” kelimesinde, kederimiz ve paniğimizde dahi olamadıklarımız gizli. Bu boşluklarda Zeynep Oktay’ın şiiri bir panzehre dönüşüyor. Kederimiz, paniğimiz, kaygımız “bir”.
Önceki Yazı
Yara Bende:
Masal evreninde bir çağdaş roman
“Türküler, destanlar, ninniler ve ağıtlar bu romandaki mekânın sesleridir. Sesler dönemin sözlü tarih anlatısıdır ve yaşayanın bizzat tanık olduğu gerçek olaylardır.”
Sonraki Yazı
Büyülü Çukurova’nın merhametli devi
“Onun tüm romanları eskinin güzel günlerine bir tür ağıttır hep. Biz sadece onun romanlarının yazıldığı zamana değil, o romanların ana konusu olan dönüşüm sancılarının yaşanmaya başladığı anlatı zamanlarına da yabancıyızdır. Ancak bu yabancılık sadece katedilmesi gereken mesafeyi uzatmaz, aynı zamanda bu metinlere aşılması kolay olmayan bir hüzün de katar.”