“Böyle olabilirdi”:
Peter Stamm’ın dört romanı
“Stamm’ın roman kişileri gerek yalnız başlarına yürüdüklerinde gerekse yanlarında bir başkası varken bir yandan çevreyi gözleyip bize aktarır, tasvir ederler, bir yandan da düşünürler. Kuşkusuz, iki kişi olduklarında sohbet de ederler, ama başı sonu belli diyaloglar değildir bunlar.”

Peter Stamm (kolaj)
Her ne kadar 2018’de K24’te yayımlanan yazımın başlığı “Peter Stamm’ın Yedi Yıl Romanı” olsa da, yazı boyunca bu romanı Stamm’ın Türkçede 2009’da yayımlanan Böylesi Bir Günde romanıyla birlikte ele almaya çalışmıştım – Stamm’ın öykü kitabı Uçuyoruz’a da çok kısacık değinmiştim. Yedi Yıl [1] ile Böylesi Bir Günde [2] arasındaki paralellikleri vurgulamaktaki niyetim, bir romanın anlam dünyasını öbürünün katkılarıyla derinleştirmekti. Benzer bir yolu denemek ve Stamm’ın geçtiğimiz ay yayımlanan Gece Mavisi Bir Saatte[3] romanını, Türkçede 2019’da yayımlanan Uzağın Ötesinde,[4] 2021’de yayımlanan Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı [5]ve 2023’te yayımlanan Duyguların Arşivi [6] romanlarıyla birlikte el alıp benzeştikleri ve ayrıldıkları yanlar üzerinden anlamaya çalışmak mümkün.
Bu dört romandaki kişilerin uzun yürüyüşleri mesela. Kuşkusuz, en önce Uzağın Ötesinde’nin başkahramanlarından Thomas. Bir gece eşi Astrid ve iki çocuğuyla yaşadığı evden pat diye ayrılıp yürüyerek kendisini İsviçre köylerine, dağlarına vuran bu adamın yürümekten ne murat ettiği çok açık değildir; bir menzili, varmak istediği bir yer yoktur, herhangi bir hazırlık da yapmamıştır evden ayrılmadan önce. Stamm, yürümeye başladıktan sonra kimi anlarda Thomas’ın hissettiklerine dair bir şeyler söylemekle beraber içinden, aklından geçirdiklerine pek az değiniyor, ağırlıklı olarak yapıp ettiklerini anlatıyor. Niyeti, arzusu hayli flu kalsa da, Thomas’ın kendisini devam etmek zorunda hissettiğini kavrıyoruz. Elbette bunun önceki hayatından bir kopuş olduğunu da…
Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı da bir yürüyüş sahnesiyle başlıyor. Yaşlı bir adamı, kendisinden genç bir kadın, “Haydi gel yürüyüş yapalım” diyerek çağırır ve yürümeye başlar. Yaşlı adam da peşi sıra onu takip eder. Hemen ardından gelen bölümle beraber başka bir zamana sıçrarız; anlatıcının ilk bölümün sonunda “hatırlıyorum” dediği bu zamanı tanımlarken de yürümek ön plandadır.
Dağlarda önüm sıra koştuğu zamandan kalma imgeler geliyor gözümün önüne; kent içinde yönümüzü bulmaya çalıştığımız, Stockholm sokaklarında kol kola dolaşırken ona hikâyemi, hikâyesini anlattığım, beni öptüğü o geceyi hatırlıyorum. (s. 9)
“Hikâyem, hikâyesi” dediği şey olağanüstü, sürreel bir olay. Stockholm sokaklarında kol kola dolaştıkları zaman anlatıcımız orta yaşlı biridir; her nasılsa gençlik yıllarındaki sevgilisinin beraber oldukları yaşlardaki haline rastlamıştır ve ona hikâyesini, hikâyelerini anlatır. Stockholm sokaklarında ya da şehrin merkezinden banliyösüne yürürlerken, hatta yolları şehrin dışındaki kırlık yerlere, göl kenarlarına vardığında uzun uzadıya “hikâyelerinin” farklı anlarını öğreniriz.
“Benim görevim biriktirmek ve düzenlemek” diyen, kış boyunca evinden çıkmayan Duyguların Arşivi’nin anlatıcısını da romanın girişinde yürüyüş yaparken tanırız. Bir gazetenin arşivinde yıllarca çalıştıktan sonra internetin gelişmesiyle gazetede arşiv tutma ihtiyacı kalmayınca işten çıkarılan, allem edip kallem edip gazetenin arşivini alıp evine getiren ve onu düzenlemeyi iş edinen biridir bu adam; bir yandan da günlük gazetelerden arşiv için uygun haberleri kesip biriktirmeyi, tasnif etmeyi sürdürüyordur. Hayatı boyunca münzevi olmayan, ama “normal bir hayat sürme denemeleri [her seferinde] boşa çıkan” anlatıcımızın gazetedeki işinden ayrıldıktan sonraki hayatında, evinden çıktığı ender zamanlarda alışveriş dışında yaptığı tek şey doğada yürüyüştür. Roman ilerledikçe, bu arşivi kendisini hapsettiği bir zindan gibi algılamaya başladığında yaptığı bu yürüyüşler sıklaşacak ve süresi uzayacaktır.
Daha sık dışarı çıkmaya başladım. Neredeyse her gün. Boş sokaklarda yürüyor, tekrar dışarıda olmaya yavaş yavaş alışıyorum. […] Belli bir yere gitmek zorunda değilim, nereye gittiğim önemsiz. Bir hafta sonra, evde kalmaya bu kadar süre nasıl dayanabilmiş olduğuma hayret ediyorum ama moralimin eskisinden daha sert şekilde değiştiğini de fark ediyorum. (s. 29)
Bir zaman sonra bu kişinin “yürüyüşleri […] daha da geniş çaplı, hatta gezintiden ziyade günübirlik turlara dönüş[ür.]” Stamm’ın öbür romanlarındaki kişiler gibi “sadece şehri gezmekle kalm[az], dağ tepe dolaş[maya]” da başlar.
Gelelim Gece Mavisi Bir Saatte’ye. Romanın anlatıcısı olan belgesel film yönetmeni kadını, Andrea’yı, hakkında belgesel çekmek istediği yaşlı yazar Richard Wechsler’le birlikte adamın doğup büyüdüğü köye gittikleri sırada tanırız. Film ekibi üç kişidir, ama zaman zaman Wechsler’le Andrea öbürlerinden ayrılıp (bunu onlardan saklayarak, daha doğrusu onlara haber vermeden) yürüyüşler yaparlar. Andrea’nın köyün yakınlarındaki yürüyüş güzergâhında yalnız başına yürümesine de tanık oluruz. Bu romanda yürüyenler sadece bu ikisi değildir üstelik; Andrea daha sonra Wechsler’in gençlik yıllarındaki sevgilisi olduğunu öğrendiği kadınla, rahip Judith’le tanışır ve onunla da bir akşam “karanlık çökmesine rağmen” dağda yürüyüşe çıkar. Bir zaman sonra Judith ve Andreas Paris’e gittiklerinde de devasa bir parkta yürüyeceklerdir.
Stamm’ın roman kişileri gerek yalnız başlarına yürüdüklerinde gerekse yanlarında bir başkası varken bir yandan çevreyi gözleyip bize aktarır, tasvir ederler, bir yandan da düşünürler. Kuşkusuz, iki kişi olduklarında sohbet de ederler, ama başı sonu belli diyaloglar değildir bunlar. Aralarında gidip gelen cümlelerin hepsi bize aktarılmaz. Stamm’ın romanlarındaki diyaloglarda tırnak ya da tire bulunmuyor; hatta kimi romanda birinin sözü bitip öbürü başladığında satırbaşı bile yapmamış Stamm. Üstelik anlatıcının aklından geçenler de roman kişilerinin konuşurken söylediklerinin arasına girebiliyor. Kimin konuştuğunu ancak cümleler “dedi”, “cevap verdi” diye bittiğinde anlayabiliyoruz, o da her seferinde değil.
Bu, okuru zorlamak için seçilmiş bir yöntem değil hiç kuşkusuz, ama Stamm’ın okurdan dikkatini muhafaza ederek okumayı sürdürmesini istediği de açık. Beri yandan, anlatıcının düşündüğü ya da hatırladığı bir şeyi aktarırken araya uzun uzadıya devam etmeyen bir diyalogdan cümlelerin selamsız sabahsız, tiresiz tırnaksız girmesinde zihnimizin akışını andıran bir yan da var. Başkasının yanında dalıp gitmelerimiz; şimdiki zamanda olanı biteni düşünür, aklımızdan geçirirken bir hatıranın canlanıverip zihni meşgul etmesi; sarf ettiğimiz ya da işittiğimiz bir cümlenin kulağımızda yeniden çınlaması; tam o sırada yanımızdakinin sözlerini işitmemiz... Bunlar önce birine, sonra öbürüne söz hakkı ya da sıra verilen, düzenli, tumturaklı, kurallı akışlarla yaşanmaz, iç içe geçerler çok zaman; hayatta da ânında kavramamızın zorlaştığı hallerdir.
Stamm’ın yürüyüşlere, gezintilere romanlarında sıklıkla yer vermesi, bir yanıyla yurttaşı İsviçrelilerdeki bu yaygın eğilimin, alışkanlığın bir görünümü olabilir, ancak romanlardaki bu yürüyüşlerin hepsinin karşılık geldiği şey aynı değil. Uzağın Ötesinde’de tam bir kopuş, gündeliğin rutininden çıkmak anlamına gelirken, Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı’nın anlatıcısı “mutat uzun yürüyüşlerinden birine çıktığını” söyler bir yerde ve cümlesini değişiklik aramadığını vurgulayarak tamamlar. Keza bu romanda yürüyüş bir yandan da zamanları birbirine bir şekilde bağlayan laytmotif işlevi de görür. Yukarıda kısacık değindim. Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı’nın anlatıcısı eski sevgilisinin gençliğine rastlar ve ona vaktiyle yaşadıklarını anlatır; bundan yıllar önce de kendi gençliğine rastlamıştır. Gelgelelim her şey birebir aynı yaşanmamaktadır, birtakım farklar vardır daha önce yaşananlarla daha sonra yaşananlar arasında.
Böyle bir şey nasıl olabilir?, dedi. Eğer Chris sizin, Magdelana da benim gibiyse ve sizin on beş, yirmi yıl önce yaşadığınız hayatı sürüyorsak, o zaman ebeveynlerimiz, dostlarımız, yaşadığımız evler, benim ve Magdelena’nın oynadığı oyunlar, Chris ile sizin yazdığınız dramalar aynı olmalı. O zaman da tüm dünyanın ikiyle çarpılması gerekirdi. Öyle olmadığını biliyoruz. Haklısınız, dedim, ikiyle çarpılmadı. Arada kimi farklar, sapmalar var. Hayatımızı mümkün kılan da bu hata ve asimetriler. (s. 58)
Romanın bu olağandışı olay örgüsü bilimkurgu yapıtlarda sıkça işlenen zamanda yolculuk temasının farklı bir versiyonunu, ya da paralel hayatlar kurgusunu andırıyor; ancak Stamm’ın kişinin kendi gençliğine ya da eski sevgilisinin gençliğine şimdiki zamanda rastlamasının nasıl bir rasyonalitesi olduğunu izah etmek gibi bir çabası yok. Bilindiği üzere, bilimkurgularda bu durum sözümona rasyonelleşir; bir cihaz vardır mesela, ya da zamanda bükülme yaratan birtakım patlamalar olmuştur! Stamm’ın sadece bir tür “hata ve asimetri”den söz etmekle yetinmesi, yaşananların birebir anlatıcının daha önce yaşadığı gibi olmadığına, Magdalena ile Lena’nın, anlatıcı ile Chris’in aynı kişiler olmayabileceğine, hatta olmadıklarına dair pay bıraktığı anlamına geliyor. İllaki inanmamızı istemiyor olmakla beraber, işleri karıştırmayı da seviyor. Yaşlı Chris mesela, vaktiyle Barselona’dayken bir adamın gelip kendisine bir şeyler anlattığını hatırlar gibi olur – ama yaşlı Chris’in değil, genç Chris’in bakış açısıyla hatırlıyordur.
Yaşlıca bir adam bana hayat hikâyesini anlatmıştı, bense onu başlarda inanmadan, sonradansa hayatın kargaşası içinde bir düzen belli olmaya, hikâyecikler oluşmaya başladığında hissedilene benzer bir heyecanla dinlemiştim. (s. 74)
Alıntıda vurguladığım kısım önemli görünüyor. Hayatlarımızda sabit örüntüler yoktur; bir düzen, kesinlikli neden-sonuç ilişkileri bulunmaz ama kimi zaman bize öyleymiş gibi gelir. Buna inanmak isteriz, bunun işareti olduğunu düşündüğümüz izler dikkatimizi çekmeye başlar. Algımız hataları ve asimetrik olanları değil, vehmettiğimiz doğrularla simetrileri seçmeye eğilimli olur. Stamm’ın bu romanında farklı yaşlardaki ve farklı şehirlerdeki Chris’le Lena’nın yürüyüşlerinin işte bu simetri duygusunu pekiştirdiğini düşündüm. Hataların ve asimetrilerin yanında değişmeyen yürüyüşlerdir sanki; yürüyenlerin yaşları ve yürüyüşlerin yapıldığı yıllar değişse de, hatta kişi aynı şehirde “başka bir dünyaya adım atmış” gibi hissetse de kendisini.
Peter Stamm bir hikâye anlattığında “Böyle de olabilirdi” ya da “Ya böyle olduysa” denebilecek farklı olay örgülerine, değişik olasılıklara pay bırakmayı seviyor. Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı bu ihtimale zar atılan bir roman. Değindiğim olağanüstü durumun yanı sıradışı işleri karıştıran iki etmen daha kendisini duyuruyor roman boyunca: Hafıza ve kurmaca. Hafızanın oynadığı oyunlar malum; yaşananları olduğundan farklı hatırlama, sonrasında da olayların hatırlandığı gibi yaşandığına kesinkes inanma. Chris’lerin kurmaca yazarları olması ve kendi hayatlarından yola çıkarak roman yazmış olmaları da hatırlananla kurgulananın birbirinin yerine geçebilme olasılığını güçlü biçimde devreye alıyor.
Uzağın Ötesinde’de de neyin yaşandığı, yaşanmadığı yahut yaşanma ihtimali olduğu üzerine benzer bir ikirciğin mevcut olduğu söylenebilir.
Sonraki günlerde Astrid’in kafasını meşgul eden düşüncelerden özellikle biri aklından çıkmak bilmiyordu. Olup bitenler aslında gerçek değil, sadece birçok olasılıktan biriydi. Bazen olasılıklardan birini ya da diğerini seçmek kendi elindeymiş gibi geliyordu. (s. 109)
Onu böyle düşünmeye itense şöyle bir muhakemedir.
O cuma, tatilin son günü Konrad’a bakmaya Astrid yerine Thomas gitse, Astrid banka hesaplarını daha önce kontrol etse, polis köpeği daha dayanıklı olsaydı… […] Küçücük bir karar, küçücük bir tesadüf gerçekliği iki farklı biçimde, hatta belki de dört, on altı ya da sonsuz farklı dünyaya bölebilirdi. (s. 110)
Bu romanda da hatırlamanın neden olduğu ikircik gündeme gelir. Thomas’la Astrid’in birbirleriyle tanışma, buluşma ve âşık olmalarıyla ilgili hatırladıkları birbirinin aynı değildir.
Bu olayları [Astrid de] hatırlıyordu. Ama Thomas’ın anlattığı öyküler bambaşkaydı, onunkiler aşk, çaresizlik ve umut dolu öykülerdi. Her bir sözcüğün, her bir yüz ifadesinin, her bir jestin özel mana taşıdığı öyküler. Hiç mi bir şey fark etmemişti? Hayır, demek zorunda kalmıştı Astrid. Senden hoşlanıyordum ama sana âşık değildim, senin aşkından da haberim yoktu. Peki, o zaman onu neden evine davet etmişti? Yapılan her şeyin bir anlamı yoktu ki. Çok önemli bir karar değildi, olsa olsa bir dizi küçük, belli bir hedefi olmayan kararın sonucuydu. Belki bir kayıtsızlığın, duruma teslim oluşun. (s. 128 – vurgu eklenmiştir)
Astrid’in sakin kayıtsızlığı! “Kayıtsızlık” kelimesi ilginç; “ilgisizlik” değil mesela. Öncesindeki cümlelerle birlikte ele alındığında, buradaki kayıtsızlığı, kayıtlı olunsa bile bir şeyin değişmeyeceğinin sezgisi olarak düşünebiliriz. Akışa ne ölçüde müdahale edilebileceğinin sorgulanması; ama büsbütün bir teslimiyet değil, hayatın olay örgüsünün bir hikâyenin olay örgüsü gibi yazarının takdirine tabi olmadığını bilmek gibi bir şey.
Hoş, yazarın bu konuda kadiri mutlak bir gücü olduğu da ne kadar söylenebilir ki! Yazarın bu bahisteki güçsüzlüğünü, iplerin büsbütün onda olmadığını kabul ettiğimiz zaman, edebiyatı bir yaratıcı faaliyet olmaktan öte “anlama çabası” ya da “keşif” olarak ele almak durumunda kalırız. Peter Stamm’ın yazar roman kişileri de tam bu görüşteler.
Ben de bana ikiz kadar benzeyen genç adam hakkında yazmaya başladım; tıpkı ilk kitabımda olduğu gibi, mesele edebi bir metin yazma denemesinden ziyade, yaşananları anlama çabasıydı. (DSK, s. 22)
Hiçbir şeyi önceden planlamadığını söylemişti. Bir sonraki adımın ne olacağını, yazmaya devam ettikçe bilirmiş. (GMBS, s. 34)
Başladığı ama tamamlamadığı bir roman projesini neden bitirmediği sorulduğunda Wechsler’in verdiği yanıtta da bu bahsin altı bir kez daha çizilir.
Gülüp ellerini açmıştı. Yazmak, demişti, bir şeyler yapmakla değil, bir şeyler bulmakla ilgilidir. Bu hikâyede bir şeyler saklı olduğuna inanmıştım ama bulamadım. (s. 159)
Wechsler’in yazmayı planladığı romanına ilişkin tuttuğu notlardaki şu cümle de yazarın neden kadiri mutlak gücü olmadığının bir yanıtı, başka bir deyişle yazarın gücünü elinden alanların kimliğinin ifşası.
Anlatan yazar değildir, hikâyeyi tüm insanlar ve olaylar anlatır. (s. 91)
Anlatıcı bütün insanlar ve olaylarsa, “kader” dediğimiz şeyin kurucularının da onlar olması daha anlaşılır hale gelmez mi? Dolayısıyla olaylar daha farklı seyretseydi neler değişirdi sorusunun abesle iştigal ya da eğlencelik bir zihin faaliyeti olmanın ötesinde anlamlar barındırdığını söyleyebiliriz. Stamm’ın sevdiği mevzular bunlar. Uzağın Ötesi’ndeki tezahürlerine değinmiştim bu izleğin; Duyguların Arşivi’nin anlatıcı-kahramanı için de mühim bir meseledir bu. Geçmişte verilmiş, sözgelimi anlık bir kararın farklı olmasının farklı gelecekler inşa etme olasılığından ibaret değildir üstelik mesele. Geçmişte bir şeylerin yanlış anlaşılması, hatalı yorumlanması, farklı adlandırılması da olay örgüsünü baştan sona değiştirmiş olabilir.
Hayatım boyunca Franziska’nın beni sevmediğine inandım, onun için sadece iyi bir arkadaştım, hatta bir süreliğine belki de en iyi arkadaşıydım ve belki de bundan dolayı, sevgilisi olmam imkânsızdı. Şimdiyse her yerde, ona yaklaşmam, aşkımı itiraf etmem, onu öpmem ve sevmem için bana gönderdiği işaretleri ve olasılıkları görüyorum. Geçmişte bunları göremeyecek kadar kör müydüm, yoksa gizliden gizliye onunla birlikte olmak mı istemiyordum? (s. 58)
Bu adamın arşivciliğinden söz etmiştim. Romanın başında, durağan ve birbirinin aşağı yukarı benzer şekilde geçen gündelik hayatının değişmeye başladığı sıralarda tanırız onu. O günlerde çok daha seyrek yaptığı bir şeyi yapıyor, nehir kenarındaki yol boyunca yürüyordur; suyun şırıldaması dikkatini çekince, ne çok şeyin şırıldadığını düşünür; gazete kesikleri arşivinin yanı sıra “suyun çıkardığı seslerle ilgili bir dosya oluşturma” fikri gelir aklına. Bize bir yandan gündelik hayatını anlatır – tam bir münzevidir, tek meşgalesi de arşividir. Ne ki, hep böyle geçmemiştir hayatı.
Ben hep böyle münzevi değildim. Normal bir hayat sürme denemelerim boşa çıktı. Olabilir. Bunda kimsenin suçu yok. Sonu hüsranla bitecek yeni maceralara ve deneyimlere atılmaktansa hatıralarımla yaşamayı seviyorum. Hayatımı ben seçmedim. Her şey yeteneklerim, tesadüfi karşılaşmalar ve sonuçlar neticesinde böyle oldu. Belki de farklı ilişkiler, ofisler ya da çocuklar bir şeyler[i] değiştirebilirdi.” (s. 13)
Hikâyeyi, olay örgüsünü “insanların ve olayların” anlattığının, hatta belirlediğinin bir başka ifadesi değil mi bu?
Peşinden şunlar geçer aklından:
Belki de hayatımın dönüm noktaları bu zamana dek olanlar değil, henüz yaşanmamış olanlardır. Zaten gerisini de durmadan ilerleyen, pireyi deveye ve tesadüfü kesinliğe dönüştüren zaman halletti. Şu an yaşadığım hayat olası senaryolardan yalnızca biri. Tıpkı pek çok olasılıktan doğan dünyamız gibi. (s. 13 – vurgu metinde var)
“Olası senaryolar” fikri öbür Stamm romanlarındaki gibi Duyguların Arşivi’nde de mevcut, ancak “henüz yaşanmamış olanlara”, yani geleceğe bıraktığı pay dikkat çekiyor burada. Zaman meselesi Peter Stamm’ın romanları hakkındaki eski yazımda da merkezî bir yerdeydi. Ancak zamana atfedilen “tesadüfü kesinliğe çevirme” vurgusu, zamanın olay örgüsü üzerindeki etkisinin, baskısının, basıncının hoş bir ifadesi. “İnsanlar ve olaylar”a “zaman” da eklenmeli elbette!

Duyguların Arşivi’nin anlatıcısı yetişme çağındayken listeler yapan, “sınıflandırmayı, yerleştirmeyi” seven, “dosyalar, çekmeceler, küçük plastik kutular, metal tenekeler ya da kapaklı kavanozlar biriktir[en]” bir genç olduğunu söyler. Hayatı, o akışkan şeyi kuşatma, kapatma, biriktirme tutkusu onu yetişkinliğinde arşivci yapmıştır. Şu sözleri de onun hakkında bize önemli şeyler söylüyor.
Bir şeylerin değişmesini istemiyorum, suç mu? Zamanın işlediği suça direnmek, değişimin akıntısına kapılmamak… Bu evde anılarımda yaşıyormuşum gibi sonsuz bir anda var olmak… Hiçbir şey kaybolmuyor, sadece yavaş yavaş soluyor, tozlanıyor ve dağılıyor. (s. 19)
Bir de duyguları vardır; anlamlandırmakta, sınıflandırmakta zorlandığı. Duygular oldum olası netamelidir onun için. Bir şarkı dinlediğinde şarkı sözlerinin duygularına tercüman olup olmadığını bilememiş, hatta başkaları tarafından yaratılan melodilerin, kelimelerin “vücuduna izinsiz girip [onu] güçsüzleştirerek hasta eden mikroplar misali [onda] bu duyguları tetikledikleri” fikrinden kendisini kurtaramamıştır.
Gelgelelim, romanın başında aklına gelen “suyun çıkardığı sesler” dosyası fikrini benzerleri takip eder: “Mevsimlerin kokusu dosyası”, “uçan kuşların sesi dosyası”, “uykunun kokusu dosyası”… Hayatında bir şeyler, daha doğrusu birçok şey değiştikten sonra, arşivini açtığı biri o ilk dosyanın, suyun sesi dosyasının içinde bir şey bulunmadığı kendisine söylendiğinde şu yanıtı verecektir.
Her şeyin dosyalarda olduğunu, sadece hepsinin yazılı olmadığını hayal ediyorum, diyorum. (s. 99 – vurgu eklenmiştir)
Olasılığa, hayale, rüyaya, kurmacaya, fikirlere, henüz yaşanmamış olanlara gerçekler kadar, yaşananlar kadar pay bırakmak… Stamm’ın roman kişilerinin çoğunun vardığı, hatta yerleştiği bir uğrak burası. Anlattıkları da bırakılan bu paylara ilişkin farklı hikâyeler, Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı’nda şaşırtıcı, handiyse sürreel kurguyla ele alınıyor; Duyguların Arşivi’ndeyse nerdeyse çocukluğundan bu yana bir boşlukta yüzercesine hayatını sürdürmüş bir adamın gündelik hayatı ve aşkı üzerinden. Her halükârda bu izleği didiklemeyi sevdiği aşikâr Peter Stamm’ın.
Duyguların Arşivi’ne bir kez daha dönersem… Durumunu açık seçik teşhis edecek kadar farkındalıklı, ama kendi çıkış yollarını da arşivleyip saklamış biridir bu romanın anlatıcısı. Şu teşhisini kastediyorum. “Bütün olma ya da ait olma hissi[nin] eksik” olduğunu söyler üniversiteye başladığı yılları anlatırken – bu eksikliğin yetişkinlik hayatında da gerek yalnız başına geçirdiği yıllarda gerekse bir sevgilisi olduğu zamanlarda devam ettiğini anlarız romanın devamında.
“Bütün olma” ve “ait olma” hissi sanırım her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunun farkında olmak şeklinde de anlaşılabilir. Romanda arşivcimizin bunun farkına varma hikâyesi de çok ilginç. Bir nedenle arşivindeki bazı dosyaları kaldırıp atmak istediğinde şunu idrak eder: Bir dosyayı atmak yetmeyecektir, o dosya başka dosyalarla bağlantılıdır.
Eşyaları ve insanları öylece ayrıştırmanın mantığı yok. Her şeyin birbiriyle bağlantısı var, en kötü şey bile bir gün iyi bir şeye yol açabilir. Faşizmi çöpe atarsan bunun sonucunda antifaşizmi ve faşizme karşı savaşmış o harika insanları da sistemden çıkarmam gerekir. (s. 76)
Her şeyin birbiriyle bağlantısı varsa, bu “her şey”in içine farklı olasılıkları, “böyle de olabilirdi”leri, hayalleri, kurmacaları, kurmacanın hayat, hayatın kurmaca üzerindeki etkisini, yalan yanlış hatırladıkça geçmişin değişmesini, geleceğin getireceği olasılıkları neden katmayalım?
Bu olasılıklar bahsine bunca vurgu yapmama rağmen, Stamm’ın romanların salt böyle bir “fantezi”den ibaret olmadığını eklemeliyim. Anlattıkları günümüz üzerine, hayatlarımız üzerine, yitirdiğimiz ya da farkında olmadığımız bağlarımız üzerine hikâyeler. Duyguların Arşivi mesela, aynı zamanda bir aşk hikâyesi; yıllara yayılmış, yıllarca sürmüş, farklı olasılıklarla çatallanmış ya da daralmış bir aşk hikâyesi. Aynı zamanda kişinin kendisiyle karşılaşmasının, duygularıyla karşılaşmasının hikâyesi.

Gece Mavisi Bir Saatte
çev. Ufuk Tonka
Deli Dolu
Mart 2025
168 s.
Yazının girişinde esas niyetimin Stamm’ın Türkçede en son yayımlanan romanı Gece Mavisi Bir Saatte hakkında bir yazı yazmak olduğunu belirtmiştim; sayfalar boyunca öbürlerinden söz ettim ama bu romana pek değinmedim. Hayatta ve kurmacada olduğu gibi, bu gibi yazılarda da başta niyet edilenin ötesine çıkmak, taşmak kaçınılmaz, çünkü bu da bir keşif. Tesadüflerin katkısına açık bir keşif. İki roman arasında onları okurken kurulmayan bir bağlantı, bunlardan birinden bir alıntıyı aktarırken belirebiliyor.
Gece Mavisi Bir Saatte’nin anlatıcısı, belgesel film yönetmeni Andrea’dan, hakkında belgesel çekmek istediği yaşlı yazar Richard Wechsler’den ve onun gençlik sevgilisi rahip Judith’ten söz etmiştim. Bu üç kişinin ikişerli hikâyeleri (ve sohbetleri) romanın ana gövdesini oluşturuyor denebilir. Wechsler ve Andrea; Wechsler ve Judith; Andrea ve Judith. Bunların önemli kısmının farklı ikililerin “yürüyüşleri” olduğunu da belirtmeliyim. Romanın olay örgüsü farklı ikililer konuştukça yaprak yaprak açılıyor. Anlatıcı Andrea bize bildiği her şeyi sırasıyla anlatmıyor; yeri gelip ayrıntılara girdiğinde daha önce değindiği bir olayın başını, sonunu, daha önce aktarılmamış kritik bir ânını öğreniyoruz. Üstelik Judith de Wechsler’le ilişkilerinde neler yaşandığını tek seferde değil, zamanla, peyderpey anlatıyor. Andrea’nın bulduğu notlar, sohbet ederlerken hatırladıkları, farkına vardıkları, konuştukları olay ya da meseleyle Wechsler’in romanları arasında kurduğu bağlantılar… bunlar da olay örgüsünün açılmasında, karakterleri biraz daha tanımamızda etkili oluyor.
Wechsler’in tamamlamadığı romanı için tuttuğu notların arasındaki şu cümlelere dikkat çekmek isterim.
Biçimi gözden kaçırmadan rastgele olanı kabul etme sanatı. Biçimin bir unsuru olarak rastgelelik. Ama bu nasıl kontrol edilir? (s. 89)
Peki, ne olabilir, ne anlama gelir rastgeleliğin biçimin bir unsuru olması? Şunu baştan belirtmeliyim, bu alıntının öncesinde ve sonrasında bu bahisle doğrudan ilgili bir şeyler yok. Ancak romanın olay örgüsünü düşününce bu bahiste bir şeyler sezer gibi oluyorum. Andrea için Wechsler-Judith ilişkisi peyderpey kendisine bir şeyler anlatıldıkça açık seçiklik kazanıyor. Bunları öğrenmesinde tesadüfün payı yüksek; biz romanın okurları için de Andrea’nın bize peyderpey anlattıklarının hikâyenin bütünlenmesinde yardımcı olduğunu belirttim. Ne ki, Andrea’nın bize hikâyenin bütününü (“hikâyenin bütünü” diye bir şey mümkünse tabii) bu şekilde anlatmasında bir rastgelelik var. Olayların ilerlemesi, hikâyeye giren başkaları, (sadece andığım üçlü değil, romandaki başka ikincil karakterler de) yarım kalan belgeselden daha önce seyredilmemiş bir parçanın tesadüfen farkına varılması, gazetedeki bir kitap incelemesinden bir-iki cümle, (“Bir hayatı nasıl anlatırsınız? Bilinmeyen bir başlangıçtan her geçen gün daha da belirginleşen ve giderek daha da netleşen bir sona doğru hareket olarak mı?”) beklenmedik şekilde önüne çıkan bir not, bir nedenle hafızanın tetiklenip alakasız bir şeyi hatırlaması… Wechsler’in notundaki gibi hikâyeyi yazar (ya da anlatıcı) değil, bütün insanlar ve olaylar anlatıyor! Notlarından bir alıntı daha yapacağım.
Hayatımızdaki her olay, ondan önce olan her şeyi değiştirir. (s. 90)
Peter Stamm’ın bu romanındaki başarı, bana öyle geliyor ki, olay örgüsünün rastgeleliklerle ilerlediği duygusu vermesinde. Romanın biçimi, kurgusu böylelikle hikâyeyi bütünlüyor, tamamlıyor, güçlendiriyor. Anlatılan her olayla değilse de, bazı olaylarla daha önce olanlar değişebiliyor. Beri yandan bunun bir tesadüf olmadığı, Stamm’ın mahareti olduğu çok açık. Kurmaca ve hayat onun romanlarında zaman zaman paralel, simetrik olarak ele alınsalar da, hataya ve asimetriye yaptığı vurgu da akılda tutulmalı. Hatta hayat-kurmaca paralelliği askıya alındığında başarı geliyor olmalı; arşivcinin arşivinden en önemli dersi tam da arşivi berhava ederken çıkardığını da unutmayalım!

Andrea’nın bir yerde, Wechsler’in “başarısız bir gençlik aşkı hakkında kitaplar yazan bir yazar” (vurgu eklenmiştir) olarak tanımlanabileceğini söylemesi de önemli görünüyor bana. Edebiyatın bu başarısızlığı telafi etmenin arayışı olup olmadığı sorusu ister istemez akla düşüyor. Roman kişileri de örtük olarak buna değiniyorlar. Gelgelelim bir de zaman diye bir etmen var, gerçek ve tam bir telafiyi imkânsız kılan. O halde başarısızlığı başka bir şeye dönüştürmek kalıyor elde. Wechsler’in Andrea’ya tavsiyesi de budur zaten.
Başarısızlığı bir parça olarak düşünmek gerekiyor, demişti. Eserin gelişiminin bir parçası. (s. 164 – vurgu metinde)
Gece Mavisi Bir Saatte, birbirinin içinden geçen hikâyeleriyle en nihayetinde bir aşk romanı, Peter Stamm’ın öbür romanları gibi, ama aşk da sonu ölüm olan varoluşun anlamından ya da anlamsızlığından, yahut inanç sorunlarından yalıtık değil.
Aksi, huysuz, yaşlı bir edebiyatçı zannedilebilir Wechsler; bir yanı öyle ama bir yanı da hayli “mavi”. Bu maviliği Andrea, Judith’e şöyle özetler:
Haklısın, dedim, Richard’la çok eğlendik. Çok kötü bir fıkra anlatıcısı olsa bile. Hatta belki bu yüzden. Film çekimi, hatta her şey onun için oyun gibiydi. Muhtemelen bu yüzden onu sevdim. Hafife alma gibi bir yanı vardı, canlı, mavi bir yanı. (s. 166)
Çok önce, daha romanın ilk sayfalarında Wechsler’den söz ederken de Andrea “mavi”den söz eder.
İçinde mavi bir şey vardı sanki; –başka nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum bunu– pürüzsüz, parlak ve şeffaf, bazen cam gibi sert, bazen de dokunsanız akıp gidecek bir su damlası gibi. (s. 16)
Judith de Andrea’yla hemfikirdir, Wechsler’in kendisinin de kendisini çok ciddiye almadığını, “yaşam sevinci ile geçicilik arasında gidip gel[diğini]” belirtir, onun için en önemli özelliğin “mizah ve sükûnet” olduğunu söyler. Nitekim bir keresinde Wechsler, Andrea’ya “Son eserim neşeli bir sessizlik olacak” demiştir. Bunun öncesinde de şunları söylemiştir.
I don’t give a shit [Hiç umurumda değil] lafı, demişti sonra, sanatçı adam için en önemli cümledir belki de. Sanatçı kadın için de. Gülümsemişti. Bakın, öğreniyorum işte. Umurumda değil. İnsanların ne düşündüğü, eleştirmenlerin ne yazdığı, pazarın ne istediği, satışlarımın durumu… I don’t give a shit. Doğru olduğuna inandığım şeyi yapıyorum. (s. 167 – vurgular metinde)
Yedi Yıl hakkındaki yazımda “zamanın korkunç ağırlığından” söz etmiştim, Stamm’ın roman kişilerinin bunu hep duyduklarından, bu tedirginliği yaşadıklarından, telaşlarının, korkularının zamanın geçip gitmesinden kaynaklandığını ileri sürmüştüm. “Giderek daha netleşen sona doğru hareket”in hızı da diyebiliriz bu ağırlığa. Wechsler için son daha da nettir, netleşmiştir; Andrea’nın altını çizdiği gibi bu ağırlığı da hafife almayı başarmıştır – keşif yapmaya düşkünlüğü olsa gerektir bunu sağlayan. Nitekim Andrea’nın kendisiyle ilgili belgesel çekmesinin ona cazip gelen yanını da şöyle ifade etmiştir yeni tanıştıkları sıralarda. “Sizin bakış açınızla yapılan bu filmden kendimle ilgili bir şeyler öğrenmeyi umuyorum.”
NOTLAR
[1] Peter Stamm, Yedi Yıl, çev. Regaip Minareci, Nebula Kitap, 2018, 223 s.
[2] Peter Stamm, Böylesi Bir Günde, çev. Ogün Duman, İthaki Yayınları, 2009, 163 s.
[3] Peter Stamm, Gece Mavisi Bir Saatte, çev. Ufuk Tonka, Deli Dolu Yayınları, 2024, 167 s.
[4] Peter Stamm, Uzağın Ötesinde, çev. Levent Tayla, Nebula Yayınları, 2019, 139 s.
[5] Peter Stamm, Dünyanın Sakin Kayıtsızlığı, çev. Levent Tayla, Nebula Yayınları, 2021, 115 s.
[6] Peter Stamm, Duyguların Arşivi, çev. Ufuk Tonka, Deli Dolu Yayınları, 2023, 120 s.
Önceki Yazı

Haftanın vitrini – 15
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Cihan Harbinin Cephe Gerisi / Geçmiş Gelecektir / Karanlık Ekoloji / Konstantiniyye Seyahati / Milanolu Kız / Muharrir ve Edip Hüseyin Cahit / Osmanlılardan Önce Anadolu / Tanrı’nın Yalnız Çocukları / Yan Yana Durduğumuz Zamanlar / Yapamadım ve Yapmayacağım