Neo-kolonyalizasyon, Deleuze ve
Filistin’in işgali
“Neo-kolonyalizm, 'sahipsiz toprak' addedilen (ama özünde sahipliği feshetmekle tanımlı) yerlerin, bu örnekte Filistin’in Filistinlilerden arındırılmasını, mutlak sürgünü içerir.”

Ateşkes sırasında Gazze şeridinde evlerine dönmeye çalışan Filistinliler. 27 Ocak 2025. [Mohammed Salem/Reuters]
Esasında “Filistin sorunu” diye bir şey söz konusu değil ve bugün, sorunun kimin sorunu olduğunu açıkça dile getirmek gerek: İsrail’in. Bugüne dek Filistin sorunu olarak bilinen şey, hatta yer yer medyada bir harp kisvesine büründürülmek için “İsrail-Filistin sorunu” olarak adlandırılan şey, esasen “İsrail sorunu”ndan başka bir şey değil ve hiç de olmadı. İsrail sorunu, özünde, İsrail’in işlemiş olduğu savaş suçlarının da ötesinde, otoriter bir devlet olarak gerçekleştirdiği makus ve sistematik eylemde temellenir, ki bu eylemin adı da bellidir: Soykırım. Bugüne dek Filistin sorunu addedilen, aslında Filistin halkının İsrail devleti tarafından kıyılması, kırıma uğratılması, her tür yola başvurmak suretiyle yok edilmeye çalışılmasıdır. Dolayısıyla ortada bir sorun bile değil, (hâlâ süren) bir katliam var ve bunun bugünlerde dahi bu şekilde teslim edilemiyor olması, katliamın bir parçası.
Yine de, Filistin’in giderek daha da derinleşen işgaliyle eşzamanlı olarak ilerleyen soykırımı herhangi bir soykırım olarak görmemek lazım. Bu, olan bitenleri hafife almak olurdu. Gerçek bundan apayrı. Özünde Filistin’de gerçekleşen soykırım, başlı başına bir soykırım olmaktansa, henüz tam manasıyla gerçekleşmemiş, daha doğrusu nihayetine ermemiş olan işgalin bir yan etkisi. Bir “yıldırma politikası”nın parçası. Bundan kasıt, İsrail’in birincil amacının (her ne kadar artık bu bile kesin olmasa da) Filistin halkını yok etmek değil, bu halkı yaşadığı, mesken edindiği, evi olan topraklardan sürmek. Dolayısıyla burada, sıklıkla iddia edildiği gibi, Yahudilere uygulanan tipte bir soykırım yok; zira o soykırım Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da yaşanan ekonomik çöküş hasebiyle politik anlamda aşırı sağa kaymış kitlelere bir “günah keçisi” sunan Nasyonal Sosyalist Parti’nin örgütlediği bir sistemik canilikle eşti. Bir halka değil bir toprağa göz koymanın ürünü ve uzantısı olan bu soykırım ise başkadır. Gilles Deleuze’ün dediği gibi:
“Fiziki yok etmenin coğrafi boşaltmaya bağlı olduğu bir soykırım bu.”[1]
Her ne kadar bu göz koymanının kökeninde Tevrat’taki vaat edilmiş topraklar mitinin yattığı konusunda uzlaşılmış gibi dursa da, dolayısıyla bu “hak iddiası”nın bir tür “aşkın mülkiyet” iddiası olduğu söylenebilir gibiyse de, esasen mesele bu değildir; bu, yalnızca kisve. Bir sözde gerekçe, bir “meşrulaştırma stratejisi”nin parçası. Asıl mesele, görünen o ki, Filistin’i kolonize etmek, ama bunu da Filistin halkından tastamam kurtularak yapmak – bu da yepyeni bir kolonyalizm temrinine karşılık geliyor. Kolonileşmenin eski haline kıyasla yepyeni bir kolonileşme şeklinden söz ediyoruz: “Bir toprak parçası”nı, bir devletin resmî uydusu haline getirmek suretiyle bir tür çok yönlü ihtisas alanına çevirmek. Benjamin Netanyahu’nun ve kabinesinin (ve tabii ulusaşırı lobilerin) halen yaptığı bundan başka bir şey değildir: Bölgedeki (ekonomik ve politik) erkini artırmak, “Araplardan korunmak” için, kendisi için tanınma talep ettiği ama kendisinin hiçbir zaman tanımadığı bir halkın ortadan kalkması için her yola başvurmak. (İsrail devletinin sözde entelijensiyayı, örneğin Jordan Peterson ve benzerlerini tarafına çekmesi de, sürecin cinai doğasının üstünü örtmek ve Batı nezdinde aklanmak için.)

Vakti zamanında Deleuze, Filistin’de gerçekleşen soykırımın ancak ikinci tahlilde bir soykırım olduğunu, meselenin açıkça yeni tipte bir kolonileşmeyi ilgilendirdiğini belirtirken, bugün olan bitenlerin dünkünden farklı olmadığını anlaşılır kılmanın yanı sıra siyonist bir devlet olarak İsrail’in amacının hiçbir zaman değişmemiş olduğunu da göstermiş oluyordu; en azından bugünden bakıldığında (amacın, iddia edilenin aksine, “bir arada yaşamak” olmadığını bugün herkes görüyor). Zaten Deleuze’ün İsrail devletini kast ederek şu sözleri sarf etmesi de bundandır:
“İşgal altındaki topraklardan çekilme davetini buralara koloniler yerleştirme zorunluluğuna çevirdi.” [2]
Bu açıdan Filistin’in işgali, açıkça siyasal-iktisadi bir temele oturur, yoksa teolojik değil. Bu, (en azından belli bir kesimce) dün olduğu gibi bugün de kanıksanır görünen bir gerçek.
Bu noktada, Filistin’in işgalinin temelde kapitalist bir yorumuyla karşı karşıya kalıyoruz. Tekrarlarsak: İşgalin motifi ve motivasyonu teolojik değildir, Tanrı tarafından “haklı olarak” vaat edilmiş bir toprak değildir sorun, ama bu hakkın gerekçe gösterilmesiyle, bir toprağın mutlak hâkimiyeti sağlanarak o toprağın ticaret için “uygun koşul”lara sahip olmasını imkânlı kılmaktır. Tam da bu nedenle, Filistin’in işgalinin nedeni, bu topraklarda gerçekleştirilebilecek geniş çaplı bir “kalkınma politikası”ndan ayrı düşünülemez, ama tabii bir “çıkar çatışması” olmaması, sermayenin bu topraklarda rahatça akabilmesi, kısacası yabancı sermayenin bu topraklara girişinde sorun yaşanmaması için de (zira Ortadoğu halkı, en başta da Araplar, “Amerikan değerleri”ni hiçbir zaman benimsememiştir) Filistinlilerin topraklarından sürülmesi gerekir. Dolayısıyla mesele, sömürgeden çok sürgünle ilgilidir ve kolonileşmenin yeni tanımı tamamen sürgünü ilgilendirir. (İsrail’in, bulunduğu bölgede kendi kendini yalnızlaştırma haline bulduğu çare, bu bakımdan, Filistin’in kolonileştirilmesi ve “devlet sınırları”nın genişletilmesidir.)
Deleuze’ün tanımlarından feyz alacak ve bu feyzle ilerleyecek olursak, kapitalizmin “birbirinden çok farklı iki hareket” içerdiğini söyleyebiliriz.[3] Bu hareketlerin ilki, kolonileşmenin ilk tanımına uyar ve bir toprağın işgali, orada yaşayan halkın boyunduruk altına alınması, zorla çalıştırılması ve bu yolla artı-değer üretiminin bir parçası, devre parçası haline getirilmesi üstünden tanımlanır:
“Kapitalizmde birbirinden çok farklı iki hareket var. Birisi, halkı olduğu topraklarda tutup, bir artı-değer birikimi için çalıştırıyor, sömürüyor: Bu, adına sömürge dediğimiz şey.” [4]

Deleuze
Deleuze’ün burada kastı, esasen 19. yüzyıl tipi kolonileşme, yani sömürge yaratmaya yönelik kolonizasyon. Bunun en tipik örneği, Amerikan topraklarının İngilizler tarafından işgalinin ardından, bu toprakları mesken edinen kızılderililerin ama aynı zamanda “dışarıdan gelen” siyahilerin “ucuz iş gücü” olarak çalıştırılarak, gerekirse köleleştirilerek ve tabii yer yer isyan halinde katledilerek bir tür “tabiyet rejimi”nin kıskacında sindirilmesidir. Ama tabii böylelikle (temel ayrıma ek yapacak olursak) sömürgenin de domestik ve tecimsel olmak üzere iki yönü olacaktır: Kızılderililer “efendi”lerinin işlerini yürütmek üzere görevlendirilirken (haberci, satıcı ve benzeri), siyahiler ev içinde tutulur ve hizmetkâr adı altında köleye çevrilir (ki bu anlayış 20. yüzyılın ortasına dek sürecekti). Bu bağlamda, kolonizasyonun kamusal olduğu kadar özel alanı da tanımladığını, sömürgeleştirilen halk ve ırkların tamamen kapitalist bir mekân dinamiği içinde boğulduğunu görürüz: Ev/iş yeri. Ezcümle, sömürge budur: Bir toprağı halkıyla boğumlu halde artı-değer kazanımının aracı kılmak.
Öte yandan, sürgün farklılık arz eder. Kapitalizmin ikinci hareketini tanımlayan sürgünde, esasen sömürgedekinden farklı bir dinamikle karşı karşıyayızdır; zira artık bir toprakta bir halkın mevcudiyeti gereklilik arz etmez, zira “ayak işleri”nin yapılmasına gerek olmayan bir gelişim evresindeki sermaye, “çare”yi halkı topraktan tamamen lağvetmekte, halkı ilga etmekte bulur: “Nitelikli işgücü”yle yapılacaklar vardır, bu işgücüne katılım sağlayamayacak herkes de (bu örnekte Filistin halkı) yok sayılacaktır. Deleuze şöyle yazar:
“Diğerinde [kapitalizmin ikinci hareketinde] ise söz konusu olan, başka yerlerden bir iş gücü getirebilmek, ileri doğru bir sıçrama yapmak için, o yurtta yaşayan insanları boşaltmak. Siyonizmin ve İsrail’in tarihi, tıpkı Amerika gibi aynı yollardan geçti: Nasıl bir boşluk yaratılacak, nasıl bir halk boşaltılacak?” [5]
Bu soru, Filistin’in işgalinin ikinci tipte kolonyalizm tanımına tamı tamına sığdığını gösterir. Düşünüldüğünde, bugün dahi Filistinlilerin topraklarından sürülmeye çalışıldığı açıktır (her hafta bir başka sürgün haberi geliyor) ve onlara yaşama hakkı başta olmak üzere hiçbir hakkın tanınmaması da bunun göstergesidir. Bu raddede ise kolonyalizm (Deleuze böyle adlandırmasa da) neo-kolonyalizme evrilir, çünkü mesele bir halkın toprağında boyunduruk altına alınması değildir artık; daha ziyade, toprağın halktan azat bir şekilde temellük edilmesi, dış güçlerin bu temellük için sevk ve seferber edilmesi ve sonuç olarak toprağın bir pastaymış gibi bölünmesi, dilimlenmesi, bir tür uluslararası kâr artırım alanına çevrilmesidir.
Özünde on yıllardır, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana da yoğunlaşmış bir şekilde, yalnızca haksızca değil canice yurdundan sürülmeye çalışılan, sürülemedikçe de öldürülen (bugün ölü sayısı “resmî rakam”lara göre elli bini aşmıştır) Filistinlilerin yaşadıkları, sürgün mantığının hâlâ nasıl da devrede olduğunu gösterir. Bu açıdan Deleuze’ün çıkarımı, dün olduğu gibi bugün de doğru, geçerlidir: Kapitalizmin ikinci hareketi olarak neo-kolonyalizm, “sahipsiz toprak” addedilen (ama özünde sahipliği feshetmekle tanımlı) yerlerin, bu örnekte Filistin’in Filistinlilerden arındırılmasını, mutlak sürgünü içerir– ki bu, Sürgün Üzerine Düşünceler’de ve Filistin Sorunu’nda Edward Said tarafından da uzun uzadıya bahsi geçirilen bir olgudur.
Bu sürgün, günümüzde, ABD başkanı ve İsrail devletinin her koşulda destekçisi olan Donald Trump’ın Kudüs’ü açıkça İsrail devletinin başkenti olarak tanıması ve Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliği’ni Kudüs’e taşımayı vaat ederek bir tür misilleme yapmasıyla, varlık nedenini açıkça belli etmiştir: İsrail devleti üstünden ABD’nin etki alanını büyütmek ve sınırlarını Ortadoğu’ya doğru genişleterek “İslam tehdidi”ni kontrol edilebilir kılmak. Dolayısıyla Filistin’in işgalinin, yalnızca yerel bir sorunsal olduğunu söylemek imkânsız, aksine sorunsal küreseldir; bir ikili blok olarak İsrail ile ABD arasındaki on yılları aşan paktı ilgilendirir. ABD öcüleştirdiği İslam’a karşı bir müstahkem mevki tahsis etmeye çalışır (ki bunu en son denediğinde, aşırı İslamcı terör örgütlerine mahal vermişti), İsrail ise yerel nüfuzunu kuvvetlendirmek üzere Filistin’i devreden çıkartmaya uğraşır. ABD ile İsrail arasındaki anlaşma, bu açıdan, bir tür “kazan/kazan” anlaşmasıdır: Filistin’in işgali ve olası boşaltılması, iki ulus-devletin de işine gelir (çifte bir uydulaşma söz konusu olacaktır: Filistin İsrail’in, İsrail de ABD’nin uydusu). Dolayısıyla neo-kolonyalizm, kolonyalizme kıyasla, Deleuze’e bir ek yapacak olursak, yerel bir sorunsal değildir; hatta küreselleşmenin etkisiyle birlikte kolonyalizmin aldığı halin açık bir ifadesidir.
Ama sorun, bir yandan da bir başka küresel düzlemle ilişkilenmeyi kesmez, ki o da neo-liberal politikaları kökten tanımlayan (ve özünde sermayenin gelişim evresinden ayrı tahlil edilemeyecek olan) özelleştirme istencidir. Her ne kadar bugün neoliberalizm kavramının (tıpkı sol cenahta pejoratif olarak kullanılan “liberal” kavramı gibi) içi tamamen boşaltmış olsa da, neoliberalizm dendiğinde (özellikle de solcu kesim) ne dediğini hiç mi hiç bilmese de, neoliberalizm, esasında devlet regülasyonunun olabildiğince azaltılması ve “hizmet”lerin özelleştirilmesi (ve tabii böylece şirket gücünün artırılması) üstünden tanımlanıyordu (bkz. Damien Cahill ve Martijn Konings’in Neoliberalizm’i) ve bu açıdan liberalizmden ilkesel olarak değil, derecesiyle ayrıydı: Neoliberalizm daha katıksız liberalizmdi, o kadar (liberteryenlik ise neoliberalizmin “devlet politikası” olmayı kesip, socius’un kılcal damarlarına işlemesinin ardından boy gösteren neoliberalizm varyantıdır; bürokratik değil de bireysel düzeyde iş gören neoliberalizmdir). Trump’ın Filistin politikası da esasında bu hattadır, yani neo-liberal politikaların bölgesel ölçekte ve zorla uygulamaya geçirilmeye çalışılmasının bir parçasıdır. Ve ilginçtir, Félix Guattari tarafından nerdeyse kırk yıl evvel farkına varılmış bir eğilimin de uzantısıdır bu. Üç Ekoloji’deki şu pasaj, tüyler ürpertici bir güncelliğe sahip:
“Bu sefer sosyal ekolojiye ait bir çeşit yosun, Donald Trump adlı bir kişinin New York’taki Atlantic City’nin tüm mahallelerini ele geçirmesine izin vermiştir. Bu kişi buraları ‘yeniliyorum’ diye kira fiyatlarını yükseltmiş ve bu nedenle de evsiz olmaya, evinden barkından olmaya mahkûm olmuş binlerce fakir aile buraların dışına atılmıştır. Bu kişiler, çevre ekolojisinin ortaya çıkardığı ölü balıklara eşdeğerdir.” [6]

Guattari
O vakitlerde (1980’ler) bir “emlak imparatoru” olarak tanımlanan Trump’ın gücü şehir çapında yoğunlaştığından, bugünkü eriminde değildi; dolayısıyla söz konusu olan, özelleştirmenin dar çevrim bir işletimiydi. Oysaki bugün, bu çevrimin genişlediğini ve şehir çapından ülke çapına vardığını görüyoruz. Trump’ın Instagram’da (ve resmî başkanlık hesabından) yayınlamış olduğu yapay zekâ üretimi videoyla birlikte bu kesinleşmiştir ve Guattari’nin sözünü ettiği “evsizleştirme” sürecinin sınırlarına varılacağının sinyali verilmiştir.
Bu video aracılığıyla Trump, “Trump Gazze” adını verdiği bir meşum “vizyon”u sunar. Buna göre Gazze, oryantalist bir yeryurda çevrilecektir; dansözlerin doygunlaştırdığı, gazinoların açıldığı, beach’lerin kurulduğu bir tatil köyüne dönüştürülecektir. Diğer bir deyişle, (tıpkı Atlantic City gibi) “yenilenecek”tir. Ve bu noktada, İsrail devleti gibi ABD de artık niyetini hiçbir şekilde saklamaz ve neo-kolonizasyon sürecinin kendince bir parçası olur: Gazze halkı Filistin topraklarında ikamet edecekse, bunu yalnızca birer “tüketici” ya da “müşteri”, menşeisiz bir “çıplak hayat” olarak yapacaktır; yoksa ülke sakini, vatandaş, ikametgâh sahibi biri olarak değil. Neo-kolonyalizmin “Amerikan hali”.
Bu düzeyde şunu anlıyoruz: 7 Ekim 2023’ten beri sadece yeni bir evreye geçiş yapmış (asla “başlama”mış), Hamas’ın Demir Kubbe’ye saldırısı bahane edilerek yoğunlaştırılmış (ve aylardır süren) zulüm, İsrail devletinin (ve onu yüksek teknolojili silahlarla ve tabii mali olarak destekleyen ABD’nin) “öz savunma” adı altında Filistin halkını çocuk, kadın ve yaşlı ayırt etmeksizin, sivil halkın her kesimini öldürerek, hastaneleri bombalayarak, yerleşim yerlerini yıkarak, hatta geçici yerleşim yerlerini dahi yok ederek işlettiği katliam, giderek kesifleşen ve akutlaşan neo-kolonyal pratiğin bir uzantısıdır. Ve eğer ki Filistinliler İsrail ile Amerika tarafından dolaylı değil direkt olarak öne sürülen, “Nasıl bir boşluk yaratılacak, nasıl bir halk boşaltılacak?” sorusunu kabul etmiyorsa, bu, Filistin’in, “terörist örgüt” addedilen ama aslında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün edilginleşmesiyle ve İsrail devletinin bölgedeki uygulamalarının sertleşmesiyle birlikte, bu uygulamalara tepki olarak zuhur eden Hamas’ın, ama tabii bir yandan da Filistin’de bağımsız bir biçimde savaşan halkın, bu soruyu gayrimeşru kabul etmesi, haklı olarak bir hiç saymasıdır. Bu perspektiften söz konusu olan, sanıldığı gibi, devlet terörizmine karşı devlet terörizmi değil, Filistin’in işgalinin ereği ve katalizörü olarak neo-kolonyalizme dirençtir. Bir halkın haklı direnişidir. Deleuze şöyle yazıyordu “Taşlar”da:
“Filistinlilerin fırlattıkları kendi taşları, ülkelerinin yaşayan taşları. Kimse, ne bir üçüncü kişiyle anlaşarak ne de ölümlerle, bir, iki, üç, yedi, günde on ölüm, bir borcu ödeyebilir. Üçüncü kişiler kaytarıyorlar, her ölüm yaşayanları çağırıyor. Filistinliler İsrail’in tinine geçtiler ve bu tini her gün burgulayan, delen, yarıp açan bir şey gibi işliyorlar.” [7]
NOTLAR
[1] Gilles Deleuze, “Yaser Arafat’ın Büyüklüğü”, İki Delilik Rejimi: Metinler ve Söyleşiler 1975–1995, çev. Mahir Ender Keskin, Bağlam Yayınları, İstanbul, 2009, s. 249.
[2] “Rahatsız Edenler”, a.g.e., s. 169.
[3] “Filistin’in Yerlileri”, a.g.e., s. 202.
[4] a.g.e., s. 202.
[5] a.g.e., s. 202.
[6] Félix Guattari, Üç Ekoloji, çev. Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul, 1990, s. 20-21.
[7] Deleuze, “Taşlar”, a.g.e., s. 344.
Önceki Yazı

“Böyle olabilirdi”:
Peter Stamm’ın dört romanı
“Stamm’ın roman kişileri gerek yalnız başlarına yürüdüklerinde gerekse yanlarında bir başkası varken bir yandan çevreyi gözleyip bize aktarır, tasvir ederler, bir yandan da düşünürler. Kuşkusuz, iki kişi olduklarında sohbet de ederler, ama başı sonu belli diyaloglar değildir bunlar.”
Sonraki Yazı

Mutavassıt konuma retrospektif bakış:
Aşk-ı Memnu’yu Saatleri Ayarlama Enstitüsü ile okumak
“Her nasıl ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde insandan eşyaya ve eşyadan insana doğru bir akış varsa, Aşk-ı Memnu’da da başlangıçta temessül eden ve tabi olan eşyaların Bihter’in arzularına cevap vermedikleri görülür.”