Biz Hiç Değişmedik Gönül:
Nezihe Meriç’in mektupları
“Türkçenin en önemli öykücülerindendir Nezihe Meriç. Onun kaleminden çıkan bu mektuplar, yukarıda belirttiğim gibi, yakın bir dostla haberleşmekten çok dertleşmek, halleşmek için yazılmış oldukları için onun iç dünyasını yakından tanımamıza imkân veriyor; okudukça sıkıntılarına, isyanlarına, telaş ya da avuntularına tanık oluyoruz.”

Nezihe Meriç
Nezihe Meriç’in İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okurken arkadaş olduğu Gönül Hürkuş Şarman’a yazdığı mektupları okurken Meriç’in öykü ve romanlarında kadın arkadaşlıklarının ne kadar ön planda olduğunu hatırlamamak mümkün değil. Kadın arkadaşlıklarının Meriç’in yapıtlarındaki önemi bahsinde K24’ün Nezihe Meriç dosyasında yayımlanan yazımda[1] şöyle demiştim:
Kadın kahramanlar kendilerini dipte, bozgunda hissettikleri anlarda bile başka kadınlarla bağlantılarını sürdürürler; kadın arkadaşlığı önemlidir onlar için, bir başka kadının tutunmuş olmasında kendileri için de bir umut kaynağı bulunduğunu hissederler.

Biz Hiç Değişmedik Gönül
Gönül Hürkuş Şarman'a Mektuplar 1953-1991
YKY
Ocak 2023
252 s.
Biz Hiç Değişmedik Gönül’ü[2] okurken Meriç’le Hürkuş Şarman arasındaki arkadaşlığın yıllar boyunca aralarındaki on bin kilometreye rağmen, eskimeden, yıpranmadan birbirlerine güç veren, destek olan sağlam bir bağ olarak sürdüğünü görüyoruz. 1953 sonbaharında Gönül Hürkuş Şarman’ın ABD’ye gitmesiyle başlayan mektuplaşmaları 1967’ye kadar neredeyse aralıksız devam etmiş; 1967’den sonra da iki arkadaşın ayrı şehirlerde yaşadıkları zamanlardan tek tük mektup bulunuyor kitapta. Nezihe Meriç, arkadaşının mektuplarını bir iki istisna dışında saklamamış, bu nedenle çok büyük ölçüde onun mektuplarından takip ediyoruz her iki kadının hayatlarını ve arkadaşlıklarını.
1956’da yazdığı bir mektupta Meriç o yıl yayımlanan ikinci öykü kitabı Topal Koşma’dan söz ederken, “İçinde hep biz varız” diyor, “Sâtı, Sen, Ben, örneğin İsmail, örneğin şu bu.” (s. 85) Meriç’in öykülerini ve ilk romanı Korsan Çıkmazı’nı okuyanların bu yapıtlardaki arkadaşlıkları, örneğin romandaki Meli’yle Berni’yi sıkça anacak, hatırlayacak olmaları bundan. Bu noktada Nezihe Meriç’in anı kitabı Çavlanın İçinde Sessizce’deki[3] şu cümleleri de hatırlayabiliriz:
Benim çocukluk arkadaşlarım var, okul arkadaşlarım, başka yakınlarım var. Yılların içinden süzüle süzüle iki üç kişi kalıyor sonunda. Bu herkes için geçerli. Bu arkadaşlarım edebiyat dünyası denen bu dünyadan değiller ama çok iyi okur, çok iyi düşünürler. Bir edebiyatçı gibi yaşarlar. (s. 14)
Mektupları okudukça Meriç’in bu satırları kaleme alırken başka arkadaşlarının yanında, büyük ihtimalle de en önce Gönül Hürkuş Şarman’ı andığını anlıyoruz. Mektuplarda kişisel yaşantılarından, sıkıntılardan söz edilen satırlar hayli fazla, ama mutlaka mektupların sonunda Meriç’in arkadaşına gönderdiği (ya da gönderemediği, gönderdiği halde iade olmuş) kitaplar, gazete kesiklerinden de bahis var. Hürkuş Şarman’ın ABD’den Türkiye’deki edebiyat dünyasını, yayımlanan kitapları, gelişmeleri Meriç’in yazdıkları üzerinden oldukça yakından takip ettiği anlaşılıyor. Sadece olaylardan, yayımlanan kitaplardan söz etmiyor mektuplarında Nezihe Meriç, bazı değerlendirmelerini da paylaşıyor arkadaşıyla. Bir örnek:
Bilge [Karasu] iyice isim yaptı. ‘Çağdaş Batı sembolizmini Türkiye’ye ilk getiren hikâyeci’ diyor birkaç kişi. Ben de diyorum ki ‘Çağdaş Batı sembolizmi Türk edebiyatı için fesleğen takmaktır’, hani derler ya ayağında donu yok başına fesleğen takar diye. (s. 49)
Bu gibi mektuplaşmalarda dedikodu eksik olur mu? Az önceki alıntının devamı şöyle: “Bilge’nin şahsiyeti Vüs’at O. Bener’i ezecek. Müthiş tesiri altında. Bakalım ne olacak.”
Biz Hiç Değişmedik Gönül’ü okurken 1950’li ve ‘60’lı yıllar Türkiyesi’nin birçok yönü gözlerimizin önüne geliyor. Öncelikle kadının toplumsal hayatta değişen rolü ve bunun sonuçları. Özellikle çalışan kadının hem işte hem evde üstlendiği işlerin onu nasıl tükettiği. Bu kadın üstelik bir yazar, yanı sıra dergi ve yayınevi yönetiyor, dolayısıyla onun ekstra yükümlükleri var.
Şimdi bu geri kalmış ülkede kadın çalışmaya zorunlu. Kocası, çocukları ve anası var. Anası şu veya bu biçimde en büyük yardımcı. Çocuklara bakıyor. İşte çıbanın başı. Kadın, işi, kocası, evi, çocukları arasında bir robot. Bir sinir küpü. Beni düşün… Bu büyük problemin tam ortasında benim bir de şöyle durumum var: Arkadaşlar, misafirler, ev işi, yemek, çamaşır, derginin işleri, telefonlar, geceleri tiyatro, sinema, kültür bilmemneleri, konserler… (s. 203)
Mektuplardan anlıyoruz ki, bunca iş güç arasında Nezihe Meriç esas uğraşını, edebiyatı çok zaman ertelemek zorunda kalmış. Korsan Çıkmazı 1961’de yayımlandığında, 1956’da çoktan çıkmış olması gerektiğini yazıyor arkadaşına. Bir yandan da bütün bu yıllar boyunca ağır aksak da olsa romanı yazmayı sürdürdüğü ama bu süreçte çok zorlandığı anlaşılıyor. (Nezihe Meriç’in yayımlanmış bir mektup kitabı daha var. Orhan Suda’yla mektuplaşmalarını içeren Aix-Londra-İstanbul Mektupları’nda[4] 1979’da yayımlanan öykü kitabı Dumanaltı’ndaki öykülerin de “yıllar önce hazır öyküler” olduğunu, ancak “küçük küçük yazılma[sı]” gerekirken 1968-1974 arasında yazılamadığını belirtir Meriç. Gene hayat gailesidir bu ertelemenin nedeni, ama aynı zamanda Nâzım Hikmet’in şiirlerini yayımladığı için Ekim 1972’de bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırılmasının ve 1974 affına kadar kaçak yaşamasının da etkisi olmuştur. Anılarında şöyle anar o dönemi: “Yarının, hatta bir saat sonrasının ne olacağını bilmeden, o gerginlik içinde ne okuduğunu anlıyorsun, ne yaşadığını.”)
Anılarında lise yıllarındaki bir mektup yazma “serüveni”nden de söz eder Nezihe Meriç. Sınıfındaki en yakın arkadaşı Ayhan’a yaz tatilinde mektup yazma sözü vermiş ve “köşe yazarı sorumluluğu içinde” haftada iki ya da üç mektup yazmıştır. Yazdıkları, kendi başından geçmiş gibi anlattığı hayalî bir aşk öyküsüdür. Mektup yazmaktan söz ederken “serüven” kelimesini seçmesinin nedeni budur. “Ben mektup yazarak başladım yazarlığa gibi bir şey.” İlk mektuplarını yazdığı arkadaşı Ayhan’dan yıllar sonra Gönül Hürkuş Şarman’a da söz ettiğini görüyoruz; acı bir nedenle, bebeğini doğururken vefat etmiştir Ayhan. Annelik bahsinde de arkadaşıyla birçok şey paylaşmış Nezihe Meriç. Kendi annesiyle yaşadığı sıkıntılar mesela, Meriç’in kuşağının yetişirken annelerinin kuşağından ne çok ve önemli konularda farklılaşmış olduklarının da hikâyesi. Nezihe Meriç anne olmayı çok istediği halde uzun yıllar çocuğu olmamış, mektuplarında da yaptığı düşüklerden söz ediyor. Anılarında da değinir itiyadi düşük olduğundan, ancak belli ki sürdürdüğü zorlu, sıkıntılı, telaşlı gündelik hayat da çok etkilidir bunda.
Nezihe Meriç mektuplarında Gönül Hürkuş Şarman’a iç dünyasını, manevi ve maddi sıkıntılarını sakınmasızca açıyor. Şu cümleler gibisini insan sanırım ancak çok derin bağlarla bağlandığı, kardeşi bildiği bir arkadaşına açıklıkla itiraf edebilir.
Herkese her şeye sinirleniyorum. Evde kalabalık olmasın istiyorum. Artık herkesi düşünmekten, hayatımı onların hayatına göre tanzim etmekten bıktım usandım. Usandım usandım. Herkesin kaprisini bokunu ben çekiyorum. Artık tükendim. (s. 187)

Mektuplarda Nezihe Meriç’in iç dünyasını ve gündelik hayatını takip ederken bir yandan da o yılların Türkiyesi’nde siyasi ve toplumsal alanda yaşanan değişimlere de tanık oluyoruz. Hürkuş Şarman’a edebiyat dergilerinin yanı sıra gazetelerden kestiği yazılardan da ekliyor mektuplarında. Yön’ün popüler olduğu bu dönemde Meriç bu dergiyi de ilgiyle takip etmekte ve arkadaşına göndermektedir. Gatezelerdeyse, Çetin Altan ve İlhan Selçuk favori yazarlarıdır. Altan’dan “Zamanımızın bir kahramanı bu oğlan” diye söz ediyor mesela, birkaç yıl sonra da Oya Baydar’ı övüyor: “Ne kız! Helal olsun.” Türkiye’ye geldiğinde Saroyan’la görüştüklerinden de söz ediyor. “Sarhoş Ermeni. Çok şirin bir herif” diye anıyor; Saroyan’a kitaplarını “Bu iyiliğimi unutmayın. Okuyun da hikâye nasıl yazılır öğrenin” diye imzaladığını anlattıktan sonra ekliyor: “Koca bıyık zevkinden öldü.” (s. 172)
Eşi Salim Şengil’le birlikte Dost Yayınları’nı yönetir ve Dost dergisini çıkarırlarken ekonomik açıdan oldukça zor zamanlar yaşadıklarını da öğreniyoruz. İcra takipleri, hacizler… “Salim’in bir eski ayakkabısını beş liraya satıp eve öteberi aldığım gün sevincimden akşama kadar ıslık çalmıştım” diye yazıyor 1965’in ilk haftasında. (s. 180) Bütün bu yıllar boyunca yeni bir şeyler yazamamak da sıkıntılarının başında geliyor, sıklıkla bundan dert yanıyor arkadaşına (“Kaç yıldır kitabım çıkmamış zaten. Bir kelime yazacak halde değilim.”) Beri yandan hiçbir zaman pes etmiyor, öykü yazamadığı zaman oyun yazıyor. Tabii, mektuplar da… “Sana bu mektubu yazmam için en ufak bir zamanım yok. Hani dakikamı falan bile değerlendirmek zorundayım. Ama, rahatlıyorum sana yazınca. En büyük dinlenme yerine geçiyor.” (s. 205-206)
Sıklıkla ağladığından söz ediyor Nezihe Meriç mektuplarında. Sürdüğü zorlu hayat, gündelik sıkıntılar, yazmak isteyip buna zaman bulamaması, maddi sorunlar, girmek zorunda kaldığı duygusal çatışmalar, kimi zaman ülkenin hali, geleceğe umutla bakamamak… Ama aynı zamanda bunun onun için bir arınma yöntemi olduğunu düşünebiliriz ve elbette Gönül Şarman’ı ne kadar yakın hissettiğini de. Aradan yıllar da geçse, upuzak kıtalarda yaşıyor da olsalar, ilk tanıştıkları yaşlardaki yakınlığı hep korumuşlar.
Sahiden biz hiç değişmedik Gönül. Hayat şartlarını boş ver. Bizim içimizde, kafamızda bir yer var ki hep çocuk, hep genç. Bir o tutuyor beni de. Benim burada nelerle uğraştığımı bir bilsen. Bazan kanlı gözyaşları döküyorum. (s. 116)
Ağlamak, dedim ya, bir arınma, belki de bir arkadaşlık biçimi, çok uzaklardaki bir dostla dertleşme.
Yatağa girdim, elektrik sobasını yaktım, mis gibi sabun da kokarak mektubun tadını çıkara çıkara okudum. Tabii bir güzel de ağladım. Salim efendi yanımda olmadığı için ağlamamın tadını bozamadı şükür. (s. 151)
Türkçenin en önemli öykücülerindendir Nezihe Meriç. Onun kaleminden çıkan bu mektuplar, yukarıda belirttiğim gibi, yakın bir dostla haberleşmekten çok dertleşmek, halleşmek için yazılmış oldukları için onun iç dünyasını yakından tanımamıza imkân veriyor; okudukça sıkıntılarına, isyanlarına, telaş ya da avuntularına tanık oluyoruz. Sadece bunlar değil elbette, sevinçlerini de anlatmış mektuplarında, tanık olduğu, başından geçen gülünç olayları, eğlenceli geçirdiği zamanları da… Bütün bunların yanında bu mektuplarla Nezihe Meriç’in kaleminin, edebiyatının gücünü de yeniden hatırlıyoruz. O güzelim öykü ve romanlarının ne koşullarda, ne zorluklar içerisinde yazıldığını öğreniyoruz.
Son olarak mektup okumanın öykü okumayı andıran bir yanı olduğunu da eklemek isterim. Nezihe Meriç, doğal olarak Gönül Şarman’ın halihazırda bildiği şeylerden yeniden söz etmiyor mektuplarında, yahut “Sana anlatmıştım” deyip geçiyor, bunların devamında olan biteni aktarıyor. Dolayısıyla mektuplarda söz edilen kimi olayların öncesi biz mektup okurları için meçhul. Bu halleriyle mektupların bu kısımlarının öykücülerin bilinçli olarak eksik anlattığı, boşluklar bıraktığı metinleri andırdığını söylemek pekâlâ mümkün. Bu yüzden içerdiği boşlukları doldurmak, belirsiz, silik kalan noktaları netleştirmek bize düşüyor, daha sonra yazılmış mektupları okurken de öncekilerde flu kalmış olayların ayrıntılarını satır aralarında bulabilir miyiz diye bakınıyoruz.
NOTLAR:
[1] Behçet Çelik, "Nezihe Meriç'in Öyküleri: Yeni Hamura Yeni Tekne", K24
[2] Nezihe Meriç, Biz Hiç Değişmedik Gönül, YKY, 2023, 249 s.
[3] Nezihe Meriç, Çavlanın İçinde Sessizce, YKY, 2004, 224 s.
[4] Nezihe Meriç-Orhan Suda, Aix-Londra-İstanbul Mektupları, 2011, 192 s.
Önceki Yazı

ÖLÜMÜNÜN 50. YILINDA
Kemal Tahir üstüne... değil
“Kemal Tahir, roman-tarih-toplumbilim ilişkisi içinde vazgeçilmeyen bir edebiyatçı... Son zamanlarda kitaplarının yeniden yayınlanması, hakkında yeni kitapların yazılması hâlâ ilgi odağı olduğunu gösteriyor. Fakat hem ilgi gösteren çevrelerin irdelenmesi gerekiyor hem de getirilen yorum çerçevelerinin ele alınması bence bir zorunluluk.”
Sonraki Yazı

Daniel Mason:
“Zihinlerimizin travmaya verdiği karşılık son yüz yılda çok değişti...”
“I. Dünya Savaşı hakkında yazmayı planlamamıştım aslında; 1930’larda bir akıl hastanesine dair bir kitaba başlamıştım, ama hikâyenin geçmişini kurmam gerekiyordu. Derken Margarete karakterine ve hastanenin ortamına denk geldim ve kısa sürede bu tüm kitaba dönüştü... Zaman ve mekânla aramızdaki mesafe beni bir anlamda özgür kıldı, çünkü Kış Askeri’nin dünyası kolektif hayal gücümüzde pek yer kaplamıyor.”