ÖLÜMÜNÜN 50. YILINDA
Kemal Tahir üstüne... değil
“Kemal Tahir, roman-tarih-toplumbilim ilişkisi içinde vazgeçilmeyen bir edebiyatçı... Son zamanlarda kitaplarının yeniden yayınlanması, hakkında yeni kitapların yazılması hâlâ ilgi odağı olduğunu gösteriyor. Fakat hem ilgi gösteren çevrelerin irdelenmesi gerekiyor hem de getirilen yorum çerçevelerinin ele alınması bence bir zorunluluk.”

Kemal Tahir
I
Belli bir çevre o işi başardıysa da daha geniş bir kesim Türkiye’de romanı henüz roman olarak okumuyor. Roman, o kesimlerde Türkiye’deki meşhur tanımla söylersem ‘toplumsal dönüşüm’ün bir aracı olarak görülüyor. Ötesindeki yaklaşımlarla ele alınan romanlar edebiyat incelemelerinin izleğini de tayin ediyor. Tarihçiler, iktisatçılar, siyasetbilimciler romanı tarihsel, toplumsal, ekonomik gerçeklikler açısından değerlendiriyor. Fethi Naci roman konusunda en çok yazmış eleştirmenlerdendi. Ama romanı toplumsallık üstünden okudu durdu, şematik incelemelerinde.
Bazı romancılarımız böyle bir yaklaşım için biçilmiş değil de seçilmiş kaftandır. Yakup Kadri’den başlayarak Tarık Buğra’ya kadar ‘klasik’ dönemin neredeyse tüm büyük yazarları bu yönden ele alındı ve ne yazık ki, romancıların romancılık ve edebiyat çabası diğer sorgulamaların, hatta övgülerin altında yok oldu veya görmezden gelindi. Ancak 2000’lerden sonra özellikle ‘minör edebiyat’ diyebileceğimiz bir çevrenin yazarları yeni kuşak eleştirmenler tarafından elbette sorunsallar etrafında ama hiç değilse farklı sorunsallara değinilerek irdelendi. Feminist, psikanalitik eleştirel anlayış, sömürgecilik sonrası, özellikle de yazınsal kurama ait yaklaşımlar başta olmak üzere gelişen Kültürel Çalışmalar alanı her şeyin toplum odağından görüldüğü dönemde geriye itilmiş yazarları bulup ortaya çıkardı ve değerli incelemelerle yorumladı.[1]
Kemal Tahir, roman-tarih-toplumbilim ilişkisi içinde vazgeçilmeyen bir edebiyatçı, bahsettiğim metodolojiye büyük imkânlar sunan bir romancı. Romanını yazarken benimsediği yöntem yakın tarihin (hatta Osmanlı’nın) sorgulanmasıydı. Özellikle bu tutumu ve yaklaşımı, dile getirdiği görüşleri, iddiaları ve polemikleriyle Türkiye’deki toplum-roman etkileşiminde özel bir köşe başıdır. Hatta romancılığın şu vurguladığım çerçeve içinde algılanmasında en önemli rolü Kemal Tahir oynamıştır. Vaktinde başını çektiği Asyatik toplum kavramı, Osmanlı feodalitesinin özel koşulları, Batılılaşmaya yönelik değerlendirmeleri, Atatürk, Kurtuluş Savaşı, İttihat ve Terakki yorumları Kemal Tahir’in romancılığını aşan, çok uzak bir noktada tanımlanmasını zorlamış ve kabul ettirmiştir.[2]
Son zamanlarda kitaplarının yeniden yayınlanması, hakkında yeni kitapların yazılması Kemal Tahir’in hâlâ ilgi odağı olduğunu gösteriyor. Fakat hem ilgi gösteren çevrelerin irdelenmesi gerekiyor hem de getirilen yorum çerçevelerinin ele alınması bence bir zorunluluk. İki konuda da ciddi itirazlarım var. İtirazlarım sevdiğim ve önemsediğim bir romancı olan Kemal Tahir’e değil. Onun görüşlerini doğal olarak eleştiriyorum. Katıldıklarım kadar katılmadıklarım da var. Asıl sorun Türkiye’deki eleştiri kurumu ve bir romancının, hakkındaki eleştirilerde romancılığının kenarda bırakılarak bambaşka bir çehreye büründürülmesi. İkincisi, Tahir hakkındaki eleştirilerin sürekli olarak romancıyı ve görüşlerini olumlayıcı tavrı. Hiçbir eleştirel yaklaşım görünmüyor Kemal Tahir hakkında yazılan kitaplarda. Öyle olunca da sürekli olarak kendisini tekrarlayan kalıplar gelişiyor. Hakkında yazılan ilk kitaplarla son kitaplar arasında hiçbir fark yok.
Son nokta Kemal Tahir’e dönük çalışmaların ideolojik perspektifi. Görüşlerimi son zamanlarda yayınlanan iki kitabı, Kurtuluş Kayalı’nın ve Mustafa Güven’in yapıtlarını eksende tutarak ele alacağım. Ama önce bazı genel değerlendirmelerde bulunacağım.
II
Kemal Tahir’in Türk romanındaki en özgün, en ilginç, en tartışmalı yazarlardan biri olduğunu sağır sultanın duyması bir yana, ortaöğretim öğrencileri de biliyor. Üstüne en çok yazılan, en çok ele alınan yazar belki de odur. Türk romanı kuruluşu ve özü gereği ‘sosyal’ yani toplumsal bir roman olduğundan, hatta toplumsallığı (societal) bilinçli bir tutum olarak benimsediğinden, Kemal Tahir’in de içinde bulunduğu bir romancılar çevresi hep ‘roman ötesi’ yaklaşımlarla ele alınmıştır. Özellikle sosyoloji ve tarih açısından bakıp yapılan Kemal Tahir incelemeleri Türk edebiyatında görülmemiş bir genişliktedir. Ama edebiyat dışı incelemelerin doğrudan edebiyat incelemelerinin bunca ötesine geçtiği yazar sayısına az denemez. Özellikle 1970’lerde hâkim olan edebiyatı toplumsal optikten ele almak yaklaşımı bazen iyi sonuçlar vermişse de, çoğu kez hayli zayıf örnekleri çoğaltmaktan öte gidememiştir.

1970’lerde edebiyatın mutlak ve muhakkak şekilde ‘toplumsalcı’ olması gerektiği düşünülüyordu. (‘Toplumcu’ demek kadar büyük yanlış olamaz ama, o yılların bilinci ‘toplumsal’ (societal) ile toplumsalcı (socialist) arasındaki ayrımı bile yapamamıştı.) Toplumsalcı edebiyat bir olgudur. Her olgu gibi de somuttur ve gerçektir. Fakat dikkat gerektiren incelikleri ve ayrıntıları mevcuttur. Eski ve zarar yekûnlu defterleri açmanın anlamı elbette var ama o işe şimdi girişmek gerekmez. Gene de bazı noktalara değinelim: örneğin, o yılların gözde kuramcısı Lukacs’la Brecht’in toplumsalcı edebiyat konusunda söyledikleri arasındaki farkı Türkiye’de edebiyat çevreleri hiç içselleştirmedi.

İki düşünür arasında hiçbir zaman ‘formel’ bir tartışma şeklinde belirmediyse de modernizm ve gerçekçilik konularındaki farklı yaklaşımlar, yorum farkları, hatta zıtlaşma da Türkiye’de dikkate alınmadı.[3] Doğrudur, Brecht, Shakespeare’den nefret ediyor ama metinleri yeteri kadar tanımıyordu. Klasik mirasa toptan karşı çıkılmasından yanaydı. Halbuki neredeyse bütün oyunlarını klasik oyunlardan kalkarak, onları yeniden yorumlayarak ya da kurgulayarak dile getiriyordu. Ve büyük iddiasını modern açılımların, avangardın güncel beklentilere daha çok karşılık vereceğini, kaynaklık edeceğini belirterek yazıyordu. Öte yanda yer alan Lukacs ise klasik metinleri benimsiyor, savunuyor, eğer maksat gerçekçilikse o metinlerin çok daha kapsamlı, işlevli olduğunu savunuyor ama modern metinlere uzak duruyordu.[4]
Güncellik açısından Türkiye’deki edebiyat çevreleri Brecht’ten yanaydı. ‘Toplumcu gerçekçi’ edebiyat ise Lukacs’la başlayıp bitiyordu. Daha ötesini sorgulamak, irdelemek pek akla gelmiyordu. Lukacs’dan öğrenilen ‘tip’ ve ‘karakter’ ayrımı çok kullanışlıydı, işlekti, yeterince değerlendiriliyor ve yararlanılıyordu.[5] Gene de edebiyatın dip çizgisinin toplumculuktan yana olmasına ayrı bir önem veriliyordu. Söz konusu değerlendirmede roman-burjuvazi ilişkisinin ayrı bir yeri vardı ve gerçekti: roman burjuvazinin sanatsal üretimiydi. Bir türün özünü, ‘genetiği’ni, tarih planındaki varlığını yadsımak söz konusu olamayacağına göre, o gerçekten yola çıkarak varacağımız yere varmak belki de bir kürenin üstünde yürüdüğünü bilemeyen karıncaya veya fareye dönüştürebilirdi zihinleri.
III
Kemal Tahir tam bu eksene oturtulmuş mudur, emin değilim. Söz konusu bakış açısı daha kuramsal bir eğilim içerir. Kemal Tahir değerlendirmeleri romanlarının toplum ilişkileriyle ilgisi içinde ele alınır ve kabaca köy romanları ve kent ya da tarih romanları diye iki grupta toplanır.
Köy, Kemal Tahir’de, köy edebiyatı yazarlarının anlattığı (sadece ‘anlattığı’) köyden hayli farklıdır. Kemal Tahir köy realitesini daha geniş bir toplum bakışının odağından irdeler. Temel kavramı mülkiyet ilişkileridir ve açıkça İnce Memed çizgisine karşı bir pozisyonu savunur. Edebiyatımızda kanon üstüne uzlaşamadık ama yayınlandığı günden beri düşünce hayatımızı etkileyen bazı kitaplar var. Beş Romancı Tartışıyor onlardan biridir.[6] Bugün yeni bir değerlendirmeyle ele alınsa hakkında bambaşka şeyler söylenecek, başka görüşlere esin verecek metin, Kemal Tahir’le diğerleri arasındaki farkı ortaya kor.
Kemal Tahir büyük ölçüde hapishane izlenimleriyle ve o dönemde çevresinde yer alan kişilerin etkisiyle köyü anlatmaya yönelir. Kültürel ve düşünce birikimi daha o dönemde farklılaşmıştır. Köy onun için bir tarih ve sosyoloji problemidir. Az önce bahsettiğim kitaptaki görüşleri çok sabittir: roman insanı anlatır, köyde anlatacak bir şey yoktur. Düşüncesini oluşturan kaynakları yeterince bilmiyoruz. Muhtemelen bir miktar Marx okudu.[7] Fransızca olarak bazı metinleri inceledi mi, iddia edemem ama muhtemeldir.[8] Yakaladığı düşünce kırıntılarından dahi büyük sentezler çıkaracak zekâya ve muhayyileye sahipti. Köy ve mülkiyet ilişkisini de o bağlamda kurguladı. Öte yanda Kemal Tahir’in mevcut sistemik düşünceyi aşacak ve çok dile getirilen bir cesaretinin olduğu ya da tersinden söyleyeyim, Tahir’de herhangi bir düşünce konformizminin bulunmadığı çok yazıldı. Köy romanlarını sarıp sarmalayan ve 1950’li yıllar için hayli öncü ve yenilikçi, bir o kadar da cesur olan kadın cinselliğini de aykırı bir anlayışla ortaya koyması gene romancının özgüllüğünün bir başka göstergesi.
Bütün olarak bakıldığında köy romanlarında Kemal Tahir’in daha önceden ele alınmamış bir tutumda olduğu belli ve açıktır. Hazırlık yaparak o alana yöneldiği anlaşılıyor. Söylediğim gibi hazırlığının kökenleri hakkında bilgimiz yok. Unutmayalım ki, Nâzım Hikmet’le çok benzer bir kaderi yaşamış ve 12 yılını hapishanede geçirmiş bir kişiden söz ediyoruz. Gene de Kemal Tahir’in Türk romanındaki yeri, köyü ele aldığı romanlarından tarih romanlarına geçtiğinde başlar. Onun köy romanları da tarih romanlarının geliştirdiği Kemal Tahir izlenimiyle değerlendirilir.
Her şeye rağmen 1946’da tefrika edilen ve 1950’de kitaplaşan Bizim Köy’den ve 1954 yılında yayınlanan Yılanların Öcü’nden, 1955’te yayınlanan İnce Memed’den sonra 1955’te Sağırdere’nin yayınlanması bir farklılıktır. Hele 1956’da beklenenin aksine, Kemal Tahir’in köy romanları dizisine devam etmeyip Esir Şehrin İnsanları’nı yazması daha romancılık yolunun başında hem köy romanı, köylülük konusunda tereddütleri olduğunu hem de bilhassa tarih romanlarına geçerken çok farklı iddialar öne sürecek bir edebiyatçı olduğunu gösterir. 1957’de iki romanla (Körduman, Rahmet Yolları Kesti), 1958’de Yedi Çınar Yaylası’yla, 1959’da Köyün Kamburu’yla köy romanları dizisini bitirir. 1970’teki Büyük Mal bu çizgideki son kitaptır ama o romanın dört büyük ve çok tartışmalı romandan, (Bozkırdaki Çekirdek [1962], Yorgun Savaşçı [1965], Devlet Ana [1967], Kurt Kanunu [1969]) sonra yayınlanması özellikle dikkat çekicidir. Besbelli ki, Kemal Tahir köy romanı ve köy konusuna çok ‘aykırı’ bir cevap vermek istemiştir.
IV
Öte yanda tarih romanlarının yazarı Kemal Tahir var ki, bu önemli yazarı aynı zamanda bir ‘düşünür’ katına yükselten ve çok tartışılan bir entelektüel konumuna yerleştiren kitapları bunlardır. Adlarını yukarıda geçirdiğim o diziye iki kitap eklenmeli: Esir Şehrin Mahpusu (1961) ve yaşarken yayınlanan son romanı Yol Ayrımı (1971). Kemal Tahir külliyatının Türk edebiyatında üç noktada somutlaştığını şimdi söyleyelim: tezli roman geleneğinin kurulması, tarih romanlarına getirilen yeni bakış açısı, Kemal Tahir’in özgün görüşleriyle yerleşik kanona farklı açıdan bakan bir yazar olması, o sıfatıyla da düşünür kabul edilmesi.
Kemal Tahir incelemesi yapmıyorum. Gene de yazarın şu atfedilen ve kabul edilen üç özelliğiyle ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Söz konusu çerçevenin iki katmanı var: politik solda 1960’lardan itibaren başlayan, tarihe Marksist açıdan yaklaşmak dürtüsü ve Türkiye’de bilhassa muhafazakâr çevrelerin Cemil Meriç, Nurettin Topçu, nihayet Attila İlhan üstünden geliştirdiği ‘eleştirel’ modernlik sorgulaması.[9] Kemal Tahir her iki çevreyi de kuşatan bir kişisel tarih geliştirdi ve galiba Tahir’in ‘imajı’ gerçekliğinden ağır bastı.
Gerçekten de 1960’ların ortasında Hikmet Kıvılcımlı’nın başını çektiği bir yaklaşımla Osmanlı tarihinin ‘maddeci’ açıdan ele alınması yaygın bir yaklaşıma dönüşmüştür.[10] Kıvılcımlı’nın tarihe eleştirel bakışı ve onu yeni bir senteze taşıma fikri çok daha eskiye gider.[11] Daha 1935’lerde Marksizmi ‘yerlileştirme’ çabasındadır. Yine 1960’larda Mihri Belli’nin ve Doğan Avcıoğlu’nun (kısmen de Rasih Nuri İleri’nin) öncüleri olduğu bir çevre ‘milli demokratik devrim’ tezi etrafında Türkiye’deki toplumsal yapıyı ‘yerlilik’ esasları içinde ele almak kaygısındadır. Aynı tarihlerde Kıvılcımlı da İkinci Kuvayı Milliye hareketinin başını çekecektir ki, tüm çevrelerin ortak kaygısı ‘yerlileştirme’dir. Önerilen modeller aynı zamanda birer ‘devrim tezi’dir. Kemal Tahir’in tezlerle koşut düşündüğü söylenemez. Fakat yerlileştirme anlayışı 1970’lere açılan bir dönemde genel kabul görür. Türkiye’de eli kalem tutan herkes o dönemde Türkiye üstüne düşünür. Halka Yalçın Küçük’e kadar genişler.

Kemal Tahir’in entelektüel özgünlüğü yerlilik konusuna yabancı veya uzak değildir. Fakat iki özellik taşır. Birincisi, daha Marksist özellikleri içeren bir platformu tercih etmesidir. İkincisi, diğer düşünürlerin sürekli olarak güncel/günlük politikayla uğraşmasına, cuntalarla içli dışlı olmasına mukabil Kemal Tahir sadece romancılığıyla ve yakın çevresindeki entelektüellerle meşguldür. Kemal Tahir’in Marksizmle bir manada ‘yeniden’ buluşması muhtemelen Sencer Divitçioğlu’nun başını çektiği ‘Asya Üretim tarzı’ düşüncesiyledir. Kavram, Tahir’e neredeyse aradığı tüm imkânları sunmuştur. Hatta meseleye anlatıla anlatıla tüketilemeyen heyecanıyla ve coşkusunun romantizmiyle bakar.

O kadar ki, Divitçioğlu anılarında veriyor, Arslan Kaynardağ’ın küçük bir risale olarak bastığı kitabını[12] (1966) Kemal Tahir’e iletmiştir. O akşam karşılaştıklarında Tahir, ‘kerim devlet yok bu kitapta’ diyecektir. Hemen belirteyim: Divitçioğlu’nun çığır açan kitabı belirttiğim tarihte yayınlanır ama Maurice Godelier’nin Asya-Tipi Üretim Tarzı ve Marksist Şemalara Göre Toplumların Evrimi kitabı, film yönetmenliğinden çevirmenliğe kadar birçok iş yapmış Atilla Tokatlı tarafından çevrilerek 1966 yılında basılır. Marx’ın Kapitalizm Öncesi Ekonomi Şekilleri (Asya Üretim Tarzı, Antik Çağ, Feodalite) isimli kitabı hem de Mihri Belli tarafından çevrilerek 1967’de yayınlanır. Tartışma o kadar genişlemiştir ki, sanat tarihçisi Sezer Tansuğ dahi 1968’de Fertname – Sencer Divitçioğlu’nun Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu Adlı Kitabı Üstüne Bir Eleştiri Denemesi’ni neşredecektir. Kemal Tahir o sularda ‘kerim devlet’ tezini geliştirir, oradan aldığı hızla Devlet Ana romanını yazacaktır. ‘Yeni’ düşüncelerinin o tarihten sonra yazdığı romanlarına, o arada son köylülük romanı olan Büyük Mal’a da tesir ettiği muhakkaktır.
Tez, Türkiye’de herkesin bilinçdışı olan ‘devlet’ kavramını yeniden tanımlar ve bu defa ona ‘kerim’ sıfatını takar. Şaşırtıcı şekilde kerim devleti ‘devlet baba’ kavramından uzaklaştırarak, ‘devlet ana’ diyerek biçimlendirir ve ilgili yapıtını hemen hemen aynı tarihlerde okura iletir. Olan olmuştur. Tahir, sol bakımından her zaman zorlu, çetin ve çapraşık bir meseleyi kendi yorum çerçevesine almıştır. Buna göre devlet yücedir ve Tahir, Selçuklu-Osmanlı geleneğinin kurduğu devleti özgülleştirerek kutsamaktadır. Zamanla Kemal Tahir’i muhafazakâr çevrelere benimsetecek ana görüş budur.
V
Tahir, Devlet Ana’yı yayınladığında zaten tartışmalı bir yazardır. 1965 yılında Yorgun Savaşçı, 1969’da Kurt Kanunu yayımlanmıştır. İki roman da büyük tartışma doğurur. Bilhassa Yorgun Savaşçı yeni tezlerle gelmektedir. Kemalist çevreler kitapta anlatıldığı şekilde Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı’na başlangıçta direndiği, hareketi kabul etmediği görüşünü tepkiyle reddeder. Tahir doğrusunu yazmaktadır. İkincisi, Kurt Kanunu’nda İzmir Suikastı’nı daha ziyade ahlaki açıdan ele almaktadır. O da kalabalık sözlere yol açmıştır. Asıl mesele Kemal Tahir’in bir türlü sonuçlandıramadığı İttihatçılık kavgasıdır. İki roman da İttihatçıları yanlışları ve Tahir’in görmezden gelmediği yurtseverlikleriyle ele alır.
Orada kritik bir nokta daha var. Kökenlerini ve geçmişini yeterince bilmediğimiz şekilde, Kemal Tahir, zaman içinde Atatürk’le ilgili, dile getirildiğinde hayli yadırganan düşünceler öne sürer. Dönem diyorum, çünkü 1965’te Yorgun Savaşçı okura eriştiğinde, Türkiye 27 Mayıs 1960 darbesinin hâlâ etkisi altındadır ve kabarmış sol dalga Kemalizm’i ötesine geçilmez bir ufuk olarak benimsemiştir. Keza, bu defa Milli Demokratik Devrim çizgisi, YÖN bildirisi ve yayını da ‘milli sol’u TİP’i bölecek kertede ileri bir politik pratiğe taşımıştır. Kemal Tahir, Atatürk’ün edimi konusunda ikirciklidir. Spekülatif olabilecek bazı görüşleri ödünsüz şekilde dile getirir. İngilizlerin Mustafa Kemal hareketini desteklediği söyler. Türkiye’nin bir ‘kabile devleti’ olmadığını, büyük bir geçmişi olduğunu vurgular. Batılılaşmanın mevcut haliyle yanlış olduğunu açık açık yazar. Yorgun Savaşçı ve Kurt Kanunu kadar Esir Şehir kitapları da farklı çehreleriyle konulara gidip gelip değinir. Hatta söz konusu düşünceler bu kitaplarda daha kapsamlı şekilde ele alınır.
Kemal Tahir görüşleriyle o tarihlerde çok dogmatik ve yakın dönem Türk tarihi söz konusu olduğunda hayli şematik yaklaşımlara sahip sol tarafından bir yere oturtulamaz. Oktay Akbal gibi iyi edebiyatçı fakat kötü ve zayıf siyaset yazıları yazan kişiler, Tahir’i Atatürk konusundaki düşünceleri nedeniyle tepeden tırnağa yadsır. Kendisine Türk Dil Kurumu Ödülü verilmesini eleştirir ve kınar. Bunlar sentimental ve dogmatik tutumlardır ama Kemal Tahir’i sol tarafından ‘mahkûm’ etmeye yeter. Kemal Tahir daha ziyade İttihatçı geleneğine karşıdır. Kurt Kanunu’nu değindiğim gibi bu maksatla yazmıştır. Komitacı geleneğin sonuçsuz kalacağı görüşündedir.
Kurt Kanunu, Türkiye’de ‘eksik’ okunmuştur ya da bilhassa ‘öyle’ yani eksik okunmak istenmiştir. Nedeni 1969’da Türkiye’deki sol hareketin komitacılık, darbecilik geleneğiyle beklenenden çok ileri şekilde içli dışlı olmasıdır. 9 Mart 1971’de doğrudan doğruya Genelkurmay’da ve ‘resmen’ planlanan darbenin beklentisi içindeki sol (ve aydın) çevrelerde Kurt Kanunu’nun komitacılığa dönük eleştirel tutumu doğallıkla görmezden gelinecekti. Ayrıca Kemal Tahir’in muhtemelen kendi örgütlü sol hayatında yaşadığı bazı olayları romanın sonundaki dramatizasyonla vermesi, kitabın büsbütün anlaşılmamasına veya görmezden gelinmesine katkıda bulunmuştur. Türkiye o yıllarda romanı roman olarak okumuyordu. Roman ancak politik önermeleri, hatta politik militanlığı ölçüsünde kabul görüyordu.[13] 1970’e gelindiğinde Kemal Tahir solun dışladığı isimler arasındadır. İddiayı ‘Kemalist solun’ diye düzeltmek ve genişletmek gerekir. Önemli bir durumdan söz ediyoruz. Kemal Tahir’le değil, Türkiye’deki solla ilgili bir gerçeği dile getiriyoruz.
Daha ileri gitmeden bir başka noktaya değineyim. Kemal Tahir, adı konsa da konmasa da birçok incelemede ‘Türk modernleşmesi’nin eleştirisini yapan yazar olarak tanımlanır. Kısmen doğrudur ama bir genel doğrudur ve tüm genel doğrular gibi yanlıştır, hiç değilse eksiktir. Çünkü Türkiye’de şu veya bu şekilde modernleşmenin eleştirisini yapmamış yazar bulunmaz. Modernleşme ise mesele, Tanpınar’dan Orhan Pamuk’a uzanan çizgi çok daha eleştirel romanlar vermiştir. Kemal Tahir hiçbir romanında doğrudan modernleşmeyi söz konusu etmez. Eleştirmenler, Türk romanını değerlendirmenin genel kavramı olan ve başlangıçta ele aldığım ‘toplumsal dönüşüm’ düşüncesiyle Tahir’in kitaplarını okur ve onun Batılılaşma, devlet ve İttihatçılık hakkında söylediklerini ‘modernleşme eleştirisi’ olarak değerlendirir. Kemal Tahir’deki toplumsal dönüşüm ve eleştirisi Orhan Kemal’deki, hatta Peyami Safa’daki kadar dahi değildir. Modernleşme Kemal Tahir’de bir atmosferdir ve romanlardan çok, sonradan yayınlanan notlarından çıkarılan bir sonuçtur. O arada Kemal Tahir’in her zaman düşündüğüm gibi içinden geldiği sol çevreleri ve olayları yazmaması da ayrı bir bahistir.
VI
Şimdi o doğrultuda ilginç, daha ilginç bir başka isme, Attila İlhan’a işaret edeyim. İlhan’ın görüşleri Kemal Tahir’in düşüncelerine çok yakındır. Buna rağmen Tahir’i izleyen çevrelerdeki alımlanışı farklıdır ve bu durum o çevrelerin niteliğini saptamak bakımından önemlidir. Aynı şekilde Türkiye’deki zihniyet dünyasının bazı iç problemleri de bu karşılaştırmadan çıkarsanabilir.
İlhan, Hangi Batı isimli, daha önce Varlık dergisinde (biraz da YÖN) yayınladığı yazılarını bir araya getiren ve temel tezini sergileyen kitabını 1972’de yayınlar. İddialarıyla Kemal Tahir’in görüşleri arasında fazla bir fark yoktur. Fark yöntem farkıdır. İlhan, Marksist metodolojiyi kullandığını çok açık şekilde ve hayatı boyunca zikreder. Tutumu onun temel çabasını yansıtmaktadır: sol çevrelerle bağlarını kopardığını ama ‘solda kalarak’ görüşlerini eleştirel şekilde dile getireceğini belirtmiştir.[14] Düşündüğünü dikkatle uygulamak kaygısındadır çünkü, aynı görüşlerin muhafazakâr çevrelerde geçerli olduğunun bilincindedir. 1970’te Hangi Sol isimli kitabını çıkarır.
Şair İlhan, düşünür İlhan’a evrilmektedir ama meselelere hâlâ edebiyatçı olarak bakmaktadır. Nitekim Hangi Sol’da yer alan Dostoyevski’yle ilgili bölümleri daha sonraki baskılara almayacak, Hangi Edebiyat isimli kitabına ekleyecektir. İlhan, gazetelerde köşe yazarlığını ömrünün sonuna kadar sürdürür. Zamanla düşünceleri büsbütün muhafazakârlaşsa da, solculuğunu/Marksistliğini sürekli olarak vurgulaması, polemistliği, kendisini ve görüşlerini gündelik politika içinde ifade etmesi ve sürekli olarak gündemde kalmayı bilmesi nedeniyle Tahir’den farklı, daha ileride bir yerde durmayı başarır.
1990’dan itibaren romanı bırakacak, büsbütün gazete yazılarıyla meşgul olacaktır. Kabul edelim ki, gerek romanlarında gerek yazılarında ele aldığı konular, toplumsal çözümlemeleri Kemal Tahir’in hazırladığı çerçeveyi fersah fersah aşacak kapsam ve niteliktedir. 1860-1960 arasını ele aldığı ve eleştirel şekilde çözümlediği, Aynanın İçindekiler adını verdiği dizi romanları her bakımdan Kemal Tahir’in ‘tarihçilik’ yaptığı romanlarından çok ileridir. Ayrıca, odak noktası, az önce Kemal Tahir’in ele almadığını söylediğim 27 Mayıs darbesidir. Geriye dönüşlerle geçmişe açılır İlhan. Tekil olarak dönemleri ele alma çabasında değildir.
Gene de İlhan muhafazakâr çevrelerde Tahir kadar ilgi görmemiştir. İlgi farklılığı İlhan’a ve entelektüel şahsiyetine ait değildir. Tahir’i benimseyen çevrelerin görüşlerini genişletmemesine, sınırlı tutmasına ve İlhan’ın getirdiği kapsamı anlayamamasına bağlıdır. Ayrıca belli planlarda eleştirse dahi, Tahir dar bir çevrede, dediğim gibi, belli başlı birkaç nokta çevresinde ele alınır. Batıcılığı eleştiren, Kemalizm’in şematikleşen ve kültleşen tutumuna karşı çıkan, resmî kanonun dışında yorumlar olabileceğini düşünen ve hâkim görüşleri eleştirmek manasında tarihe ‘eleştirel’ (!) bakmak isteyen çevreler Kemal Tahir’i baş tacı eder. Buna bir de Tahir’in geleneksel devleti yücelten ve Osmanlı birikiminin özgünlüğünü vurgulayan yaklaşımını eklemek gerekir. Kısacası geleneksel sağ çevreler Kemal Tahir’i savunuyor. Geleneksel sağ çevreler kendilerini savunuyor aslında.

Tahir savunusunun bunca gelişmesinde bir başka neden 1960’lardaki Türk sinemasında cereyan eden hareketleridir. Metin Erksan’ın, Halit Refiğ’in başını çektiği ‘ulusal sinema’ tartışmaları Kemal Tahir’i sinemayla buluşturmuş, ortaya Haremde Dört Kadın gibi senaryosunu romancının yazdığı, hayli şematik bir film de çıkmıştır. Sinema dünyasında ‘ulusalcılık’ arayışı içinde olanlar Kemal Tahir’den etkilenmiştir. Romancının yakın çevresinde bulunan Metin Erksan sinemasının Tahir’in görüşleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Halit Refiğ de birkaç filminden sonra o kulvardan çekilmiştir. Sağ sinemanın öncülerinden Yücel Çakmaklı’nın Tahir’i adı geçen yönetmenlerden daha fazla izlediği açıktır.
VII
Kemal Tahir’in gerçeği bu. Söylenecek şeyler elbette var ama herkes için geçerli bir kuraldan söz ediyoruz. Sorun Kemal Tahir’de değil; nasıl olabilir ki? Sorun Tahir’e dönük yaklaşımların niteliğinde. Bu önemli ve değerli yazarın görüşleri, Türkiye’de, roman-toplumsallık bağlamında gitgide tıkızlaşan, sığ, şematik, dolayısıyla da birbirini tekrar eden değerlendirmelerin ötesine geçen daha ileri okumalara henüz tabi tutulmamıştır. Belki de bu olguyu veri kabul etmek, cesur davranmak ve Tahir’in yapıtlarındaki birikimin daha fazlasına izin vermediğini ileri sürmek gerekiyor. Gene de o roman birikiminin toplumsal anlamını daha farklı ölçütlerle aramanın mümkün olduğu kanısındayım. O yaklaşımları bekliyoruz; sadece Tahir için değil, sadece kanon oluşturamamış ama bir külte dönüşmüş yazarlar için değil, tüm romancılar için bekliyoruz. Tahir bugüne kadar olduğu gibi düşünceleriyle değil, artık romanlarıyla ele alınmalıdır. Bir de Kemal Tahir bahsettiğim mevzularda belli şekillerde düşünen kişilerin görüşlerini kanıtlamak için kullandığı bir ‘araç’ gibidir bugün. Hele o kısıtlama büsbütün aşılmalı ve Kemal Tahir özgürleştirilmelidir.
Bu bakımdan geçerken Oğuz Atay ‘meselesine’ değineyim. Tahir’in getirdiği eleştirileri yani büyük anlamıyla ‘yerlilik’ meselesini, ‘ruh’ meselesini Atay da çok ele aldı. Daha postmodern bir roman dokusu içinde olsa bile, sadece Tutunamayanlar adıyla bile toplumun gevşek dokusunu, insanın dayanacak bir yer bulamamasını dile getirdi. Oyunlarla Yaşayanlar bu bakımdan daha da ilginç bir metindir. Genç kuşaklar daha çok soldan bir yaklaşımla Atay’la çok ilgilendiler.
Atay, Halit Refiğ’in yakın dostuydu ve Kemal Tahir’le de uzak değillerdi. Atay gibi bir ismin basbayağı ‘kültleşmesinin’ nedeni ‘Türkiye’yi aramak’tır. Yazar kadar okur da Türkiye’yi ve ruhunu arıyor. Tahir’le Atay arasındaki değerlendirme ve sahiplenilme farkları ise neyin arandığını büsbütün muğlaklaştıran bir durum ve Tanzimat’tan beri devam eden ‘patolojimizin’ ilginç bir göstergesi.
VIII
Son dönemde yayımlanan iki kitap bu bakımdan çok dikkat çekicidir. İlk kitap, Tahir’i çok önemseyen, onu ‘yerli’ yazar kabul eden Kurtuluş Kayalı’nındır. Kayalı’nın kitabı Kemal Tahir’in Entelektüel Portresi başlığını taşıyor. Şanssız bir isim, çünkü bir biyografi kitabı izlenimi uyandırıyor. Değil… Kayalı, koca kitabında, tıpkı benim bu yazımda yaptığım gibi ve Türkiye’de ‘toplumsal düşünce’ dendiğine kullanılan tek yöntem olduğu gibi Kemal Tahir’in Türk düşünce dünyasındaki ‘yerini’ daha çok kronolojik ve çapraz okumalarla/göndermelerle bulmaya, bu çerçeve içinde pozisyonlandırmaya çalışıyor. Tahir’le aynı yıllarda yayınlanmış diğer metinler, karşılıklı atıflar, polemikler bu anlayışta öne çıkıyor. Derinlemesine inmeyen, sürekli kendi yakın tarihi ve çevresiyle yatay düzlemde mukayeselere girişen, çeşitli dergilerde yayınlanmış yazılardan oluşan bir kitap.
Kayalı Türk düşünce tarihine önem ve emek veren bir akademisyen. O yönde çok çaba harcamıştır. Sinemayla yakından ilgilendi. Metin Erksan üstünde çalıştı. Fakat Kayalı da bu yazıda ele aldığım genel sorunla/kısıtlamayla maluldür, hem de ileri derecede. Kemal Tahir’i hiçbir teorinin içinden okumamak, Kemal Tahir’e ‘dışarıdan’ bir bakış yöneltmemek, romancılığının iç dinamiklerini bırakıp sadece tarih-düşünce merkezli irdelemelere yönelmek, dönemsel çözümlemelerle yetinmek daha fazla bir şey söylemek anlamına gelmiyor. Gerçekten de Kayalı’nın kitabını okuduktan sonra belki konuyla ilgili hiçbir şey bilmeyen insan bazı esinler alabilir, bir şeyler öğrenebilir. Ama iyi kötü konuyla ilgilenen kişilerin kitaptan öğreneceği fazla bir şey olmadığı gibi tekrarlardan sıkılmaması olanaksız. Özgün bir şey yok o kitapta.
Kayalı kişisel sorumluluğunu entelektüel olarak yerine getiriyor. Ötesine bakalım ve neden daha ileri gidemediğini ele alalım: nelerin yapılabileceğine az önce değindim. Daha ‘doktriner’ bir önermede bulunmam gerekirse, Tahir’e yeni eleştirel söylemlerin kazandırdığı yeni perspektiflerle bakmak gerek. Bu da mikro analizlere yönelmeyi gerektirir. Kemal Tahir’in veya bir başka yazarın daha fazla genel/makro yaklaşımlarla ele alınmasının, ‘taranması’nın anlamı yok. Fakat mikro çözümlemeler ortaya yeni sonuçlar çıkarabilir. Eğer yeni kuşak bu noktada değilse, dediğim gibi, üstünde düşünülmesi gereken sorundur.
Kemal Tahir-modernleşme ilişkisi diyelim, hangi ilişki? Kemal Tahir modernleşmeyi bir benlik veya zihniyet sorunu olarak herhangi bir karakterinin ‘esoterik’ meselelerinde mi vermiş? Kemal Tahir toplumsal dönüşümün geliştirdiği bir bireyin içkin davranışlarını ayrı bir özenle mi kurgulamış? Selim İleri’nin birçok defalar dikkat çektiği, benim de yukarıda değindiğim ve bu anlama gelebilecek tek olgu, Kurt Kanunuromanının sonundaki davranıştır. Romancı tarihi düzeltemez. Objektif tarihin ‘doğrusu’ romancının görüşleriyle temellendirilemez. Romancının görüşlerini o konu hakkında bir entelektüelin düşünceleri, yorumları olarak okur ve önemseriz, fakat roman romandır. Malraux da, hatta Conrad da tez romanı yazar. Gene de Malraux’nun meseleleri içkin davranışlarla kendisini ifade eder. Toplumsal arka planın ve tarih çerçevesinin olmadığı roman parodik olabilir ama söz konusu unsurların romanın kendine has karakteristiklerini geçmesi halinde ortaya karikatürler çıkar. Karakter tarihten değerlidir.
İkincisi, mukayeseler ve kuramlar önemlidir. Kemal Tahir’in yaratıcı bir zihne sahip olduğu aşikâr. Farklı açıdan bakmak, verili olanı aşmak, yetinmemek, ufkun arkasını görmek onda bir tutku. Kayalı’nın yazdıkları da, hakkında diğer yazılanlar da o ölçüde yaratıcı değil. Tahir’in yöntemini adeta reddeden veya ona karşı bir tutum içinde, yani farklı açılardan bakılmıyor Tahir’e. Kemal Tahir’de veya Reşat Nuri’de ‘toplumsal dönüşüm’ ya da ‘modernleşme’ sorunları başlıklı bir tez bize ne öğretecek? Faulkner işin o kısmıyla uğraşmadığından kötü romancı mı sayılacak?

Kunt çalışmalar bunlar ve aynı şeyi tekrar edip duruyorlar. Kemal Tahir’in yaratıcı olduğunu sürekli olarak söylemenin yaratıcı bir yanı yok. Öte yanda, üstüne en çok yazılan yazarlar arasında bulunan Oğuz Atay hakkındaki incelemeler artık başka bir boyuta geçti. Tanpınar incelemelerinin yörüngesinden çıktığını söylenebilir, gene de önemli saptamalarda bulunan, ilginç yönelimler söz konusu. Türkiye’de bir zamanlar marjinal kabul edilen romancılar/edebiyatçılar hakkındaki yeni ve çığır açıcı incelemelerin Tahir gibi yazarlara yönelmemesi başlı başına bir sorundur.
Yeni bir kuşağın çabası henüz müdahale etmeye başlamadığından yerleşik yaklaşımlar kendilerini tekrarlıyor Tahir konusunda ve kısır döngü ya da sarmal devam ettikçe ediyor. Nedeni, yazanların kuram bilmemesi. Geriye sadece döneme ait bazı entelektüel açılımların bir arada zikredilmesi kalıyor ki, bizde toplumsal kuram çalışmalarının özü, yineliyorum, sadece ve sadece budur. Siz Asya Tipi Üretim Tarzı hakkında, bırakın Kemal Tahir’i, meseleyi bütün kapsamıyla birlikte ele alan bir tez gördünüz mü Türkiye’de? Ama herkes ATÜT’ten söz ediyor ve Kemal Tahir o kavramla özdeşleştiriliyor.
Edebiyat incelemeleri sorunuyla yüz yüzeyiz. Edebiyata edebiyatın içinden bakarak onun düşünceyle ilişkili yanını bulmak başkadır, edebiyatı düşünce tartışmalarının öznesi yaparak değerlendirmek ayrıdır. 1960’larda başlayan ikinci yaklaşım ve entelektüellerin toplumsal/tarihsel eksenleri öncelikle benimsemeleri ve aramaları bugün de devam ediyor. ‘Toplumsal değişim’le romanı ilişkilendiren kitaplar Türkiye’de roman incelemelerinin esasını teşkil eder ve burada zikredemeyeceğimiz kadar çoktur. Sevinmek gerekir bu duruma ama her şey bu değildir.
‘Toplumsal iyi’nin arandığı ve tek kriter olduğu bir evrende edebiyatın kendi erdemini nerede arayacağız? İkincisi, tekrara dayalı ve yeni bir şey söylemeyen eleştiri, nesnesini öldürmekten başka yarar sağlamaz. Şimdi Kemal Tahir’in romanlarının ‘Türk modernleşmesi’ bağlamında konumlandırılması, Orhan Kemal’in Çukurova’da toprak mülkiyeti dönüşümünün yazarı olarak temellendirilmesi, Attila İlhan’ın bahsettiğim çerçeve içinde okunması (hatta hiç okunmaması, evet İlhan, okunmayan bir romancıdır), Yakup Kadri’nin yine toplumsal dönemlerin yazarı olarak ele alınması doğrudur ama edebiyatın özneleştirildiği düzlemlerin ötesine geçmeyen, önü tıkalı yorum eşikleridir. Oysa Reşat Nuri’nin ‘dilenciliği’ anlattığı (!) Miskinler Tekkesi romanındaki kişinin tüm varlığıyla bir metafor olduğunu ve çok farklı olguların sembolü olduğunu düşünmek gerekir. Bir romancının salt dilenciliği anlatması için deliden öte, zırdeli olması gerekir. Ama kimse bugüne değin bu türden bir yoruma kalkışmadı. Bir kişinin yaptığı tanım yüz yıla yakın süredir yinelenip duruyor.
Toplumsal düşünce veya toplumsal kuram çözümlemeleri de bunca sığ olmamalı. Türk modernleşmesinin Tanzimat’tan bu yana devam eden bir problem olması toplumsal kuram çalışmalarının sadece bazı kronolojiler üstünden ele alınmasına yol açmamalı. Toplumsal kuram ve düşünce olağanüstü geniş bir alandır. Türkiye’de o bağlamda ele alındığı sanılan çok az şey evrensel kuramların ışığında okunmuştur. Yazının olduğu gibi kuramsal incelemelerin de kipleri vardır: ansiklopedik, journalistic, analitik, akademik... Türkiye en fazlasından gazetecilik düzeyinden ansiklopedi düzeyine çıkmıştır. Elbette önemlidir ama daha ötesine bakmak zorunluluktur. Özellikle edebiyat metinlerine felsefe arka planıyla bakmak, onları düşünce planında irdelemek ve yorumlamak bugün dahi neredeyse hiç yönelmediğimiz bir yaklaşım. Generalistic (genellemeci), konuyu yatay kesen anlayışları aşmanın zamanıdır.
Hâlâ Kemal Tahir denince Doğu-Batı çelişkisinden söz ediliyor. Hangi çelişki? Hâlâ mı çelişki? Elbette çelişkiler var. Ama Tanzimat’tan bu yana 180, Cumhuriyet’ten bu yana 100, hatta 1980’den sonra kırk küsur yıl geçti. Çelişki de dönüşür. Hiçbir şey değişmemiş gibi ve Kemal Tahir’de veya Halide Edip Adıvar’daki ‘çelişkiyi’ bugünkü çelişkinin arkeolojik ya da genetik arka planı olarak görüp neyin farklılaştığını aramak yerine sadece çelişkiden söz etmek yetersizlikten öteye gitmez. Metin Erksan, Kemal Tahir’ciydi ve milli sinema tartışmalarının içindeydi. Ama Sevmek Zamanı’nı yaptı. Toplumsal çelişkileri veya modernleşme sorunlarını mı ‘verdi’; Erksan evrensel bir isim olarak durmuyor mu?
Söylediğim sorunları içeren bir başka kitap gene aynı yayınevinden (Ketebe), onun Kemal Tahir çalışmaları dizisinden çıkan Mehmet Güven’in kitabı: Kemal Tahir’i Okuma Kılavuzu. Bu kadar iddialı bir adın arkasındaki kitap, basit bir ortaokul, haydi lise diyelim, çabasından öteye gitmiyor. Kitapların ‘konuları’, bir manada ‘özetleri’ vs, çok iddialı o ‘modernleşme’, ‘toplumsal dönüşüm’ kavramları zikredilerek ele alınıyor. Analitik hiçbir şey yok bu kitapta. Dünyada çok zor alanlardan biri ‘okuma kılavuzları’dır. Bir zarurettir bu kitaplar ama konunun en ileri uzmanları tarafından hazırlanır. Birkaç örneğe bakmak Mehmet Güven’in kitabının hazin sınırlarının nasıl, nerede, ne kolaylıkla (ve güçlükle) aşılacağını gösterir. Bunlar aynı zamanda bir editörlük problemidir. Ortaöğretime kılavuz hazırlanabilir de, başka türlü sunmak gerekir onu.
IX
Eleştiri dünyasında büyük yol alındı Türkiye’de. Zamanında ilkel bir şekilde çok küçümsenen postmodern açılımlar, yapısökümcü yaklaşım, yeni toplumsal kuram son derecede etkileyici bir eleştirel söylemin doğmasına yol açtı. Yeni eleştiri keşfedilmemiş metinler üstünden ilerlediği gibi, eski metinlere de yeni, keşfedilmemiş boyutlar getiriyor. Buna karşılık bazı yazarların gücünün, o gücün zaman içinde donmasından kaynaklandığı görülmüyor. Kemal Tahir veya bir başkası elbette bugün de okunuyor. Sorun onlarda değil. Sorun o yazarları hiç değişmeyen bir perspektifle algılamakta. Türkiye’de öyle bir çevre var. ‘Yerli ve milli’ olmak, ‘millici’ olmak o çevrede önemlidir. Elbette önemlidir bu olgular. Fakat mesele sadece bu sıfatlarla sınırlı kalmamalıdır. Kemal Tahir’i veya bir başka edibi sadece bu açılardan bakarak kütüphaneler dolusu kitaba konu etmek ama defalarca aynı şeyi söyleyerek incelemek arkaik olmaktır.
Tersinden bir noktaya değinerek bitireyim: Ece Ayhan da ‘yerlilik’ kavramı peşindeydi. Kemal Tahir’e değil ama Ömer Lütfi Barkan’a, Ömer Uluç’a veya Cihat Burak’a, Sezer Tansuğ’a, Sencer Divitçioğlu’na ve başkalarına ‘sivil’ diyerek yaklaştı. Yerlilikle sivillik arasındaki çelişki veya uzlaşı neydi? Tanzimat’ta başlayan ama Cumhuriyet’le yeni bir dönemeç alan sert modernleşmenin savurduğu kültürel değerler ve formasyon mu aranıyordu, yoksa maksat başka mıydı? Bugünkü dünyayı hâlâ eski soruların ışığında mı yorumlayacağız? Kemal Tahir kültü aynen devam ettiğinden yeni sorular üretmenin önündeki engele dönüşüyor ve maalesef ortaya çıkan olumsuzluklar en çok da Kemal Tahir’i eksen alarak bazı sorunları çözmeye çalışanların önünü tıkıyor.
Soru her zaman cevaptan önemlidir. Bir de bırakalım, düşünce romanı değil, roman düşünceyi öncelesin. Düşünce tartışması da, politik tutum da kendi alanlarında gerçekleştirildiğinde anlamlı ve verimlidir. Roman romandır. ‘Ne okuyorsunuz’ diye soran Polonius’a ‘kelimeler, kelimeler, kelimeler’ diyen Hamlet’ten ders çıkarmanın zamanıdır.
NOTLAR:
[1] Buna karşılık toplum kökenli bazı gelişmeleri edebiyatında deneysel şekilde ele alan kimi yazarlar henüz bu çerçeveye dahil edilmedi. Mesela minör edebiyatın bir ismi olarak Tezer Özlü irdelendi ama 15-16 Haziran olaylarını bahsettiğim çerçeve içinde yazınsallaştıran Hulki Aktunç şimdilik meçhul ve ‘menkub’.
[2] Muhtemelen Kemal Tahir de romancılığı meslek olarak benimsemişti ama ‘düşünür’ olmayı istiyordu. Yakın çevresinin ona bu şekilde yaklaştığı anlaşılıyor. Düşünürlük geniş bir kavram. Tahir, daha ziyade tarihçi olarak, tarihi düşünceyle damıtarak sorgulayan bir kişi olarak görüyordu kendisini. Tahir’in tutumu benzer yaklaşımlar gösteren diğer romancılarımız için de geçerlidir. Özellikle bu yazıda değineceğim Attila İlhan aynı nedenlerle önemli bir isimdir. Kemal Tahir’e göre kuramsal donanımı ve kültürü çok daha geniştir. İlgi alanları da çok daha yaygındır. Sonradan terk ettiği romanlarıyla tarihin ‘doğrusunu’ yazmak çabasındaydı. Bizzat tanığıyım. Fakat İlhan hiçbir zaman Kemal Tahir ölçüsünde bir düşünür muamelesi görmemiş, yapıtlarına Tahir’in yapıtlarında gösterilen ilgi gösterilmemiştir. Romanlarının Kemal Tahir’in yapıtlarına nazaran çok daha karmaşık yapısı, kentli dokusu, dilindeki ‘yüksek edebiyat’ tutumu, karmaşık cinsel ilişkiler muhtemelen incelemeciler açısından engelleyici olmuştur. Kemal Tahir’in romanlarında görülen, kendisini sürekli yineleyen, tüm protagonistlerin ortak bir sentaks olarak kullandığı dil ve anlatım (Çorum, Çankırı yöresindeki anlatım olduğu söylenmiştir) kolaylığı yine bir nedendir.
[3] Bu konuda Türkçede de yayınlanmış bir kaynak var. Tam manasıyla bahsettiğim zıtlaşmaya dönük değilse de Marksist edebiyatçıların ve düşünürlerin temel görüşlerini ve yaklaşımlarını verir. Estetik ve Politika, çev. B. Aksoy, E. Gen, T.U. Belge, İstanbul: İletişim Yayınevi, 2016.
[4] Brecht’in estetik görüşlerini yansıtan, Türkçede yayınlanmış önemli çevirileri mevcuttur. Fakat zannederim kitapların baskıları mevcut değildir. Lukacs’ın sanat kuramı bağlamındaki önemli yapıtları dile kazandırılmıştır. Ama felsefi metinleri eksiktir. Brecht-Lukacs konusunda bkz. Werner Mittenzwei, “The Brecht-Lukacs Debate”, Preserve and Create içinde, Ed., G. LeRoy, U. Beitz, New York: Humanities Press, 1973, s. 211.
[5] Neo-Kantçı okulun içinde biçimlenmiş, Marksist felsefeye büyük katkıları olan bu ‘sofistike’ düşünürü yıllar sonra bir edebiyatçı ‘Macar köylüsü’ (!) olarak değerlendirdi.
[6] Beş Romancı Tartışıyor, İstanbul: Düşün Yayınevi, 1960. Bu kitap aslında 1950’li yılların sonunda Pazar Postası dergisinde yapılan bir açık oturumun kitaplaştırılmasıdır. Yönetici Turhan Tükel’dir. Kitapta özellikle köy konusunda romancıların görüşleri önemlidir. [Kitaptan bir bölümü K24 arşivinden okuyabilirsiniz. E.N.]
[7] Hikmet Kıvılcımlı 1935’te bazı Marx çevirileri yayınlamıştı. O çevirilere sonradan bir arada yayınlandığı için ulaşılabilir: Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Marks Engels ve Lenin’den 1935 Çevirileri, çev. Hikmet Kıvılcımlı ve Fatma Yalçı, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008. Haydar Rifat da aynı yıllarda (1934-35) Lenin (Devlet ve İhtilal, İşçi Sınıfı İhtilali ve Kautski Mel’unu) ve Engels’in (Hayali Sosyalizm ve İlmi Sosyalizm) bazı metinlerini çevirmiştir. Bildiğim kadarıyla komünizm hakkındaki ilk kitap da 1934 yılında gene Haydar Rifat’ın bir yayınıdır: Lenin-Stalin-Buharin, Komünizm: Ulusallık-Müstemlekecilik, çev. Haydar Rifat, İstanbul: Vakit (Gazete-Matbaa-Kütüphane, 1935). Geçerken değineyim: Atatürk’ün Çankaya köşkündeki kütüphanesinde bu kitapların hiçbiri bulunmuyor. Sadece Lenin’in bir risalesini Fransızcadan –ama Moskova baskısından bazı bölümlerini işaretleyerek– okumuş Atatürk: N. Lenin, Théses sur la democratie bourgeoise et la dictature proléterriene: Stenogramme du rapport et de la résolution adopté au Congres, Moscou, 1919. Bilgiyi şu kaynaktan alıyorum: Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, Cilt 18, Ankara: Anıtkabir Derneği Yayınları, 2001; s. 401-404.
[8] Türkiye’de hiç yapılmayan bir tür mikro-sosyoloji çalışmasına değineyim: Kemal Tahir veya bir başka yazar için bunca metin yazılır da, o yazarların kültürlenme kaynakları hakkında ben herhangi bir şey okumadım bugüne değin.
[9] Attila İlhan sonuna kadar solda ve Marksist olduğunu savundu. Fakat son on yılı doğrudan politika yapmakla geçti. O dönemdeki görüşlerini de ‘Marksist’ bir çerçeveye oturttuğunu iddia ediyordu ama o artık sadece onun iddiasıydı. Son girişimlerinden biri Türkçü-Devrimci Diyaloğu’dur. (Bu başlık altında yayınlanmış bir kitap vardır ve A. İlhan’la ve Doğu Perinçek’le yapılmış röportajları içerir: haz. Arslan Bulut. İstanbul: Kaynak Yayınları, 1998). Günümüzdeki geniş tabanlı ve tanımlanması güç ama sağ bir yaklaşım olduğu besbelli ulusalcılığın kurucu metinlerinden biridir. İlhan muhtemelen bu kitapla ve Bilgi Yayınevi için hazırladığı Dip Dalgası dizisiyle bütün sol iddialarına rağmen daima dirsek temasını koruduğu politik sağa açılmıştı. Ulusalcılığın da Türkiye’de solu ve sağı birleştiren quasi-ideoloji olduğu söylenebilir.
[10] Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet’in arkadaşıdır, Kemal Tahir’le ve büyük şairle birlikte hapis yatmıştır; hatta Nâzım Hikmet’le birlikte tutuklanmış, elleri aynı kelepçenin iki farklı halkasıyla birbirine bağlanarak Bâbıâli’den götürülmüştür. Kıvılcımlı zamanında Marksizm Kalpazanları başlıklı kitabıyla Nâzım Hikmet’i ve Kerim Sadi’yi şiddetle eleştirmiştir. Kerim Sadi’yle kavgası sonuna kadar devam etmiştir. Fakat Nâzım Hikmet’le zaman içinde barışmıştır. Nâzım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları’nda ‘doktor’u ‘Mahkûm Halil’ adıyla ve çok olumlayarak, sevecenlikle şiirleştirir.
[11] Kıvılcımlı örneğin Şeyh Bedrettin’e farklı bir açıdan eğilir. Tıklayınız.
[12] Sencer Divitçioğlu, Asya Tipi Üretim Tarzı, İstanbul: Elif Kitabevi, 1966. Kitabı bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi Yayınları basmıştır.
[13] Kemal Tahir, 27 Mayıs darbesini hiç ele almamıştır ama YÖN dergisi bildirisini imzalamıştı. Yaşasaydı o dönemi de romanlaştırır mıydı, bende kalmış bir sorudur.
[14] Selim İleri, Attila İlhan’ı Dinledim, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 3. baskı, 2005, s. 153-154.
Önceki Yazı

AB’de resmî dil olması beklenen,
Kıbrıs’ın öteki dili Türkçe
“UNESCO Dünya Kitap Günü” vesilesiyle kaleme alınan bu yazının Yunanca bir versiyonu “Çözümlenebilir Bir Sorun Olarak Kıbrıs’ın Öteki Dili Türkçe” başlığı altında ve K24 ve T24’le eşzamanlı olarak Güney Kıbrıs ile Yunanistan okurları için Politis gazetesinde yayımlandı.
Sonraki Yazı

Biz Hiç Değişmedik Gönül:
Nezihe Meriç’in mektupları
“Türkçenin en önemli öykücülerindendir Nezihe Meriç. Onun kaleminden çıkan bu mektuplar, yukarıda belirttiğim gibi, yakın bir dostla haberleşmekten çok dertleşmek, halleşmek için yazılmış oldukları için onun iç dünyasını yakından tanımamıza imkân veriyor; okudukça sıkıntılarına, isyanlarına, telaş ya da avuntularına tanık oluyoruz.”