Bitki, hayvan, insan ve makine zekâsı
...ve bizim kibirli ahmaklığımız
“Öteki zekâları, mantarları, ağaçları, hayvanları... insan deneyiminin sınırlı, dar tanımlamalarıyla anlamlandırmaya çalışıyoruz.”
Fotoğraflar: Ebru Bilun Akyıldız
Kitap, Epirus'ta ormanı parçalayan yapay zekânın diş ve pençe izleriyle açılıyor. Bunlar Repsol şirketi tarafından geliştirilen akıllı algoritmaların, dağın altında yatan petrole ulaşma girişimleri. Başarılı oldukları takdirde ağaçlar kesilecek, yaban hayatı yok edilecek, sular zehirlenecek. Âşina olduğumuz karanlık hikâye, Yunanistan'ın kuzey batı köşesinde de sahnede. Yapay zekâ, sermayenin kaynak olarak gördükleri her ne ise, onu elde etmek üzere yüksek karlılık hedefinin hizmetine koşulmuş. “Ne pahasına olursa olsun” komutuyla. Mevzuatlar bir biçimde kitabına uyduruluyor. Geleceği olmayan geleceğimiz, meşhur kollektif kâbusumuz yerküreye yayılıyor.
Varolma Biçimleri:
Bitki, Hayvan ve Makine Zekâsı
çev. Mukadder Erkan, Malike Hancı
Fol Kitap
Ekim 2024
440 s.
Yazar James Bridle, bir sanatçı; kendini teknolojik ekolojist olarak tanımlıyor; bilgisayar gibi karmaşık şeylerin topluma, siyasete ve çevreye olan etkileriyle yakından ilgili. Olup bitene onun zihninin kıvrımlarından bakarken, Parmassus dağına çıkan yollarda, kiraladığı bir Seat hatchback, birkaç ucuz web kamera, direksiyon simidine bantlanmış bir akıllı telefon ve internetten kopyaladığı bir yazılım ile kurduğu akıllı düzeneğini, tamamen rastgele sürüşlerle kaybolmayı öğreterek ‘eğitmesine’ tanık oluyoruz.
Dağ yollarında avare gezinmeye programladığı düzeneğiyle, GPS sistemini tam da ters köşeye yatırmış diyebiliriz. Hani şu, varmak istediğimiz noktayı bildirdikten sonra itaatte kusur etmediğimiz, oysa hiç de şeffaf olmayan GPS sistemini.
Bridle, makinesi öğrenmeyi sürdürdükçe ona otonom tuzaklar kuruyor, gereçlerin aralarındaki iş birliğini izliyor. Alan Turing'in “zekânın belki tamamen kafanın ya da makinenin içinde değil de, ikisinin arasında bir yerde, aralarındaki ilişkide yer aldığı” fikrini tartıyor. “Zekâ çoklu ilişkisel olabilir; birçok farklı biçime sahip olabilir ve tüm farklı türlerdeki varlıkların içinde değil, arasında olabilir.” Bu tezle kadraja insandan fazlası zekânın diğer öğeleri giriyor, mantarlar, ağaçlar, hayvanlar...
Tabii onları insan deneyiminin sınırlı, dar tanımlamalarıyla anlamlandırmaya çalışıyoruz. Anatomisi, yaşam biçimi hesaba katılmadan tasarlanmış bir deney ile pek de zeki olmadıklarına kanaat getirdiğimiz jibonlar gibi. Maalesef bilim bazen “orangutan veya jibon fark etmez, ikisi de primat değil mi” özensizliği ile tasarlanmış bilimsel yöntemlere takılıp sendeleyebiliyor.
Jibonlar, ağaçcıl yaşamları yüzünden uzamış parmakları sebebiyle, yerde yatan nesneleri kavrayamıyor, orangutanlar ve gorillerin aksine, çubuk gibi araçları kullanma becerileri gerektiren oyunlara yanıt veremiyorlardı. Zaten gözleri de yerlerde gezinmiyordu, dikkatleri yukarılara yönelikti. Bütün bunları hesaba katan bir başka çalışmada iplerle sarkıtılmış meyvelerle karşılaşınca marifetlerini gösterip, 'zekiymişler aslında' etiketine –gecikerek de olsa– kavuşmuş oldular.
Gönül hayvan gözlemlerinde Jane Goodall mertebesini ister ama maalesef bazen elimizde sadece, fillerin bileklerinin seviyesine ayna koyup kendilerini bu akisten tanımalarını bekleyen araştırmacılar oluyor. Kötü tasarlanmış deneyin bahanesi, filler çok büyük, onların kıramayacağı aynayı bulmakla mı uğraşacağız gibi bir şey... Neyse ki filler yeterli büyüklükte aynalarla yüz yüze gelip özfarkındalıklarını insanoğluna sergilemişler bir noktada.
Ayna testine en renkli cevabı yunuslar vermiş. Ve yunus pornosu diye adlandırılan seri çıkmış ortaya. Zaten testi geçmeyi insanınkinden çok daha erken bir evrelerinde başarıyorlar.
National Geographic dergisinin 1978 Ekim kapağında yer almış, aynadan kendi fotoğrafını çeken goril Koko’yu hatırlayanlar olabilir. Hani bir hayvanat bahçesinde dünyaya gelen, insanlar tarafından büyütülen, yolu araştırmacı Patterson ile kesiştikten sonra ondan işaret dilini öğrenen. Bu yolla duygularını, düşüncelerini, isteklerini ifade eden. Aradığı kelime dağarcığında yoksa –mesela yüzük kelimesi yerine 'parmak bileziği' koymak gibi– linguistik beceriler sergileyen. Bir gün kedi isteyen, ona sunulan peluş kediyi kabul etmeyip üzüntüsünü ifade eden. Sonunda istediği yavru kediye kavuşan, ona isim verip şefkatle büyüten. Trafik kazasında ölen kedisinin uzun süre yasını tutan, sonsuz bir uykuya yattığını işaret diliyle ifade eden Koko.
İşte onu ölçüp biçip zekâsını 4 yaşındaki bir çocukla eşleştirmişiz. Tabii ki gorilin zekâsını insanlar için tasarlanmış testlerle ölçtük! Onunla da kalmadık, hikâye dinlemeyi, film izlemeyi seven, hatta en sevdiği film Mussolini ile Çay’ı tekrar tekrar seyreden, her seferinde üzüldüğü sahnede arkasını dönen Koko'ya, ‘acaba öz farkındalığı var mı’ diye meşhur ayna testini uyguladık. İşaret dili ile iletişim kurarken neden gramer kurallarını kullanmadığını sorguladık. Biz de böyleyiz işte.
Hayvan resim yapmayı seviyor, yalan söylemeyi öğrenmiş. İşaret dili bilen bir başka goril arkadaşı Michael oyuncak bebeğini kaptığı için kızıp “sen kötü pis tuvalet” şeklinde bir küfür icat etmiş… Gorilliği elinden alınıp yerine insanlık konmuş olan Koko. Öyle olmasa büyük olasılıkla ayna testini geçemezdi, çünkü goriller göz göze gelmekten kaçınıyorlar doğaları gereği.
Koko’nun arkadaşı hüzünlü goril Michael’dan da bahsedelim. Kamerun’da annesinin avcılarca öldürülmesine ilişkin anıları var. Henüz bir yavruyken şahit olduğu düşünülen sahneyi defalarca uzun uzun, detaylı anlatmış. Michael’ın yası ömrü boyunca sürmüş.
Hayvan bilincine ilişkin bölümler kitabı sık sık elimden bırakmama sebep oldu. 'Hayvan hakları yasası' adıyla maskelenmiş katliam yasasının acı sonuçları ile ülkenin duyarlı insanlarını kahrından öldürme süreci azimle ilerliyordu. Köpeklere yönelmiş şiddet çapını diğer türlere doğru genişletirken, yaban eşekleri de toplanıp, tutsak edildi. Kazların denizde yüzmesi şikâyet konusu oldu, ardından bu şikâyet anlamlı bulundu ve bu hayvanlar da tutsak edildi. Bazılarının öldüğünü öğrendik, insan olmaktan duyduğumuz mahcubiyetle. Hemen öncesinde tutsak bir aslanın özgürlük arayışı, öldürülmesiyle son buldu. Sonra ortaya çıktı ki eşini yakın zamanda kaybetmiş. Kurulu düzendeki diğer tutsak aslanları suistimal etmeye devam edebilmek için öldürülen aslan için inşa edilen görkemli mezarın önünde akıtılan gözyaşları ile yapılan PR çalışması sahne aldı. O sırada kadim zeytin ağaçları sökülüyordu. Ardından ülkenin hemen her köşesindeki ormanlar ateşe verildi. Söndüremedik, izledik. O sırada sosyal medyada gündemin futbol olduğunu gördüm ve yavrularına ağzındaki ekmeği götürürken öldürülmüş olan köpeği. “Alışın” diye önümüze konanlar bunlardı. Failliğimiz ile baş edemediğim bu zamanlarda kitap bana başka coğrafyalar ve başka zamanlarda yaşamış başka tutsak hayvanların acı hikâyelerini anlatıyordu.
Biz nehirden ne istiyoruz değil, 'nehir için ne istiyoruz'?
1970'lerde Norveç hükümetinin Sami'nin geleneksel toprakları olan Sapmi'nin geniş bir alanını sular altında bırakacak Áltáeatnu'ya (Áltá nehri) hidroelektrik santrali planına Sami halkının direniş mücadelesini anlatıyor bize Bridle kitapta:
Áltá Eylemi'nin yankılanan çığlığı “Bırak nehir yaşasın”dı; yalnızca çevreye saygı ve adalet için değil, aynı zamanda nehrin kendisinin, dolayısıyla onunla birlikte yaşayan insan ve insan olmayan toplulukların yaşamının ve özerkliğinin tanınması için eşi benzeri görülmemiş bir çağrıydı. Bu birbirine bağlı olma durumu, Sami müzisyeni Nils-Aslak Valkeapää'nın (Kuzey Sami dilinde Áillohaš olarak bilinir) albüme adını veren bir şarkısında, "Sápmi, vuoi Sápmi!"de duyulabilir hâle getirilmiş ve 1982'de Áltá’ eylemine yanıt olarak piyasaya sürülmüştür.
Şarkı, bir kekliğin ısrarlı ötüşüyle başlar, kuş cıvıltıları, protesto nakaratları, elektrikli testereler, akan su ve polis helikopterlerinin saha kayıtlarına ve genç Sami müzisyeni Ingor Ántee Áilu Gaup'un şaşırtıcı derecede güzel joik söyleyişine kadar uzanır. Sesler, sedalar ve doğa olayları bir araya gelerek, tehdit altındaki bir toprağın ve insanların güçlü bir portresini yaratıyor ve insan ile insandan fazlası dünyanın birleşik gücü, ortak dünyanın karşılıklı savunmasında bir araya geliyor. (s. 209-210)
Kitabın satırlarında eski bir tanıdığa rast geldim; 1973 tarihli Bitkilerin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Plants). Bridle’ın kitaba şüpheyle yaklaşan tarafta olmasına şüphe ile karşılık veriyorum. Yazarlar Peter Tompkins, Christopher Bird, babamın kaybının ardından çok sevdiği bahçesindeki ağaçların toplu intiharını anlamlandırmama yardım etmişti. Başka hiç kimsenin ilgisine cevap vermiyordu bahçe. Üstelik bunu anlattığım ortamda başka babalar ve başka bahçelerde motifin tekrarlandığını öğrendim. Yalan dedektörleri ve kayıt cihazları ile yaptıkları bitki deneylerinin sonuçları beni çok etkilemişti. Ben bu konuda, kitaptan aldığı ilhamla Journey Through The Secret Life of Plants konsept albümünü yapan Stevie Wonder’ın safındayım.
Bitkilerin tepki vererek öğrendikleri, hatırladıkları ve davranışlarını değiştirdikleri yönünde keşifler yapan bilimci Gagliano’nun çalışmalarına da yer vermiş Bridle – onun maruz kaldığı akademik muhafazakârlık konusuna da. Bu noktada, yine sorulardan çok cevapları benimseyen bilim çevreleri konusunda söylenme fırsatını kaçırmak istemem.
Bitki zekâsını anlamlandırmaya çalışırken, “... ilerlemeye başladığımız yer, ‘bizim gibi misiniz?’ ile daha az, ‘siz olmak nasıl bir şey?’ ile daha çok ilgilenen sorular sormayı öğrendiğimiz zamandır.” Sonuçta: “Bitki zekâsı, her ne ise, bitkiseldir.” (s.110)
Bitki zekâsı kavramına beyinleri olmadığı gerekçesiyle itirazlar yükselmiş! Ancak bitkilerin tam da güçlü taraflarının bu olduğunu, modüler yapıları sayesinde gövdelerinin %90’ını kaybedecek olsalar bile hayatta kalabildiklerini hatırlayalım. Zekânın ne olabileceğinin başka başka yollarını düşünme konusunu çoktan çözmüş olmalıydık sanki. Çünkü Dünya bizim zihnimizin cetvelle çizilmiş sınırlarına sığmıyor; mesela bir ağacın ne olduğu konusundaki kabulümüzü yıkan pando gibi.
Bir ormana benzeyen ama yüz dönümden fazla alana yayılabilen, 47.000 uzun ince ağaç gibi görünen ama aslında tek bir kök sisteminden çıkan, bir miyon yıl önce doğduğuna dair bir çalışma olan Utah’daki Fishlake Ulusal Ormanı’ında yaşayan sıra dışı ağaç, titrek kavak. Ancak 1960’larda keşfedebildik. (bkz. s. 111)
Birbirlerinin içine nüfuz eden bitki ve mantarlardan, ormanda her yere, her şeye uzanan miselyum adı verilen mantar şeritleriyle kurulan ağlardan (Wood Wide Web) uzun uzadıya bahsetmeyeceğim, kendileri şu günlerde çok popüler zaten. Ama miselyumun sadece iletişim ağı olmayıp, karar verme ve işleme yeteneğiyle bütüne katkı sağladığını not edeyim yine de.
James Bridle’ın makine zekâsını gezegen ile nasıl ilişkilendirileceğini merak ediyordum;
Bu makinelerin her biri aynı kusuru kabul eder: Onları oluşturma şeklimiz göz önüne alındığında, bilgisayarlar tek başına çalışarak gerçek rastlantısallık yeteneğine sahip değiller. Bu önemli yetiyi kullanabilmek için atmosferdeki dalgalanmalar, çürüyen mineraller, değişen ısıtılmış balmumu kürecikleri ve evrenin kuantum dansı gibi çok çeşitli belirsizlik kaynaklarına bağlı olmaları gerekir. Dünya'ya tam ve faydalı bir katılımcı olabilmek için bilgisayarların Dünya ile ilişkileri olması gerekir. Bu Turing'in kâhin makinesinin, her ne olursa olsun ‘bir makine olmayacak’ gizemli derecede güçlü o cihazın tam olarak gerçekleştirilmesidir. Bir kez daha mevcut tek sonuca varıyoruz: Kâhin Dünya'dır.” (s. 305-306)
“Elektronların frekansına karşı sağır ve etrafımızdaki bitkileri ıslatan morötesi ışığa karşı kör olduğumuz için, etrafımızı saran insandan-fazlası zekâlara uzun zamandır aldırış etmiyoruz. (…) Hayatta kalmamız, insandan-fazlası dünyayla, her şeyi (hayvan, bitki, makine) zekâsını, doğuştan gelen varlığını kendi üstünlüğümüzün bir başka göstergesi olarak değil, nihai karşılıklı bağımlılığımızın bir çıkarımı ve tevazu ve özene acil bir çağrı olarak gören yeni bir anlaşma yapma yeteneğimize bağlıdır.” (s. 119)
Bridle’ın yapay zekânın, diğer varlıkları ayırmaya ve ezmeye çalışmanın tehlikeleri konusunda bizleri uyarmak biçiminde politik bir rolü olabileceği yönünde biraz safça olabileceğini hesaba kattığı düşünceleri var: “Belki de teknolojinin amacı bizi değiştirmek değil, bize kendimizi değiştirmemiz için içgörü ve fırsat vermektir.” (s. 370)
Keşke diyorum, bütünden kopmuş, avare parçalar haline gelmiş biz insanların bu konuda bir şansımız olsa. Ne bizi uyandırabilirdi diye düşünürken, aklıma Bridle’ın söz ettiği, Her Şeyin Hikâyesi (Overstory) geliyor. Richard Powers’ın kaleme aldığı, bilimkurguda gezegenimize inen ama bizim fark edemeyeceğimiz kadar hızlı hareket eden Dünya dışı varlıklar tasvir ediliyor; onlara göre biz hantal, duyarsız et yığınlarıyız. Bizi besin kaynağı olarak görüyor, dönüş yollarında yemek üzere kurutulmuş etlere dönüştürüyorlar.
Buradan hareketle Bridle başka bir hikâye kuruyor: Bu kez bize fiziksel olarak benzer, bilişsel olarak çok daha üstün varlıklar söz konusu. Bizi köleleştirdiklerini, yiyecek, tıbbi denek olarak kullandıklarını hayal ediyoruz, çünkü bizim tüzel kişiliğimizi haklı çıkaracak türden karmaşık kapasitelere sahip olduğumuzu kabul etmiyorlar. Nasıl?
Dünyaya yaklaşmakta olan yıldızlar arası cisimden haberiniz vardır. Yörüngesi, boyutu, ardında bıraktığı nikel bulutu sebebiyle aşina olduğumuz doğal nesnelere benzememesini sorgulayanlar var. Harvard Üniversitesi’nden astrofizikçi Avi Loeb, gök cisminin doğal olmayabileceği ihtimalini gündeme getirse de, bunun çok küçük bir olasılık olduğunu ekliyor. O çok küçük olasılık da, karanlık değil mi? Ve de zihin açıcı...
Nasıl, ahtapot dendiğinde yine aklınıza ilk gelen şey meze mi? Gözleri bize ne çok benziyor değil mi?
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 37
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: Bırakın Size Katılayım / Bir Hayat Nefesi / Boşluğun Güncesi / Çatışma ve Müzakere / Hayvanlara Şiirler / İkinci Geliş / Kavşaktaki Adam / Ölü Kızlar / Piyano Akortçusu / Yaylı Çalgılar Dörtlüsü