Bir iç dünya ve aşk hikâyesi olarak Jamal
“Aşk bir özgürlük müdür; kişinin kendisi olmaktan çıkması anlamına mı gelmektedir; bu yüzden bir tutsaklık mıdır?”

Selahattin Demirtaş, Başak Demirtaş, Edirne Cezaevi, 2018.
Selahattin Demirtaş’ın yeni romanı Jamal hakkında olay örgüsünü ele vermeden, kitabı henüz okumamış olanların okuma zevkini kaçırmadan bir şeyler yazmak kolay değil. Bunun esas nedeni, tahmin edileceği üzere, sürprizli olay örgüsünün roman için merkezî önemde olması. Ne ki, bu sürprizi Demirtaş’ın sıkı sıkıya saklama çabasına pek de girmediğini belirtmek şart; hatta olaylar ilerlerken bıraktığı ipuçlarının bizi olmadık gelişmelere az çok hazırladığını söylemek bile mümkün. Birinci tekil kişinin ağzından anlatılan romanı biz de anlatıcının durduğu yerde, onun görme hizasında, hatta onun beklentileriyle uyum içinde, onun duygu durumuna girerek okuduğumuz halde, anlatıcının kendisine söylenen bir şeyleri, uyarıları atladığı, atlamak istediği anlarda muhtemelen onun baktığı açıdan ayrılıp buralara birer mim koyuyoruz. Olay örgüsünün nereye bağlanacağı sorusu da çeşitleniyor böylece. “Bakalım neler olacak?” sorusuna, şu soru da ekleniyor: “Olaylar sezdiğimiz yahut sezer gibi olduğumuz şekilde mi gelişecek?”
Romanın anlatıcı-kahramanı Jamal’in hayata, dünyaya, başkalarına ve kendisine bakışındaki ince mizah, ironi romanda ikili işlev görüyor. Bence Demirtaş’ın yazı hünerinin önemli bir özelliği bu. İroni çok zaman bir özdeşleşme jammer’ıdır; pay, mesafe bırakılmasına neden olur. Demirtaş’ın kurmacalarında da açık biçimde bu işlevi görmekle beraber, bizi aynı zamanda anlatıcıya yakın da tutuyor. Romanın başlarında Jamal’in Dalgacı Mahmut’vari söylem ve tutumları ona duyduğumuz sempatiyi artırırken, kendimizi onun yerine koymamıza da vesile oluyor. Bu yüzden olayların seyrine dair bir şeyler sezsek de, anlatıcının bulunduğu koordinattan çok şaşmıyor, onun farkına varır gibi olup da görmezden geldiklerini biz de görmezden gelme eğilimine giriyoruz; başkaları bir şeyi işaret ettiğinde işaret edilen yere değil de, adeta muhatabının işaretparmağına şaşkınlıkla bakmayı sürdürmesini, yahut başını çevirmesini yadırgamıyoruz. O anda o başka bir yerde çünkü – insanı şaşkınların şaşkını kılan “aşk”a düştüğünün farkındayız.
Olay örgüsünün önemli olduğu bir roman olduğunu belirttim Jamal’in, ama bence aynı zamanda bir iç dünya romanı. Jamal’in iç dünyasına –bir gizlenme ve saklanma aparatı olan ironisine rağmen– bir hayli girebildiğimiz için böyle. Çoğunlukla olayların yaşandığı andan ya da az sonrasından hikâyeyi anlattığı için duygusal durumunu, hadi adıyla analım, aşkını ve aşkın onda neden olduğu yükseliş ve alçalışları yakından takip edebiliyoruz; bütün şakacılığına, sözü dağıtmaya pek meyyal olmasına, sokak hayatı üzerine açıklamalar yapmaya düşkünlüğüne rağmen iç dünyasındaki sarsıntıları takip edebiliyoruz. Aslında bunu mümkün kılan, iç sesinden çok hareketleri. İç sesindeki sorular, kuşkular baki de olsa, harekete geçtiği ya da geçmesi gereken her seferde, bütün kuşkuları dağılmış, uzaklaşmışçasına net tutumlar alıyor. Böylece onu harekete geçiren, güdüleyen içerideki hal netlik kazanıyor.
Aşkın yanı sıra bir nedenle daha iç dünyasına vâkıf oluyoruz. Sokakta yaşamayı neden seçtiğini anlattığında. Bu bahiste de uzun uzadıya açık etmiyor içindeki fırtınaları. “Şalter attı” diyor, bir “yıkım” olduğundan söz ediyor; neredeyse hepsi bu. Bu konuda anlattıkları çok ikna edici gelmeyebilir, ama hikâyesi, yani evi değil sokağı yeğlemesi, yaptığı seçimin içeriden gelen yoğun bir tepkinin sonucu olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda iç yaşantısının, dışsal nedenlere nazaran ne yapacağı, neyi seçeceği konusunda onun üzerinde daha kuvvetli bir hâkimiyeti olduğuna işaret ediyor. Sokakta geçirdiği ilk geceyi hatırlar ve anlatırken, “Kendim olmuştum aniden” demesi de önemli. Bu seçimi yapabilmesi salt sokağın güzelliğiyle, albenisiyle, övülesi yanlarıyla ilgili değil; evet, bize bir hayli övüyor sokağı, ama bunları öncesinde ölçüp, biçip, hesap edip de sokağı seçtiği söylenemez. Bize bunları sokaktaki hayatı öğrendikten sonra, biraz yaşadıklarından, biraz da başkalarından, özellikle bir başka sokak insanı olan Düzgün Baba’dan öğrendiklerinden yola çıkarak ifade ediyor. Çok uzun boylu nakletmediği kırılma ânına baktığımızda şu sonuca varmak da mümkün. Sokaktan önceki hayatında bir evde, hem de oldukça güzel ve müreffeh bir hayat sürdürebildiği bir evde yaşamakla beraber, kendisini “ev”de (belki “yuvada” demek daha doğru; yahut yaşadığı yeri “ev” değil, “mesken” diye adlandırmak) hissetmediği için sokakta “kendisi” olmuştur. Hatta şöyle diyor: “Özgürlüğe kavuşmuş köle gibiydim.” İç huzurunu altüst, hatta yok eden nedenlerin bulunmadığı yerdir sokak; bunlarla arasındaki bağı kesip atabildiği için, zorluklarına, pisliğine, yediği dayaklara ve türlü çeşit sıkıntıya rağmen sokak o huzursuzluk ortamına tercih edilesidir.
Dolayısıyla olay örgüsü bir yana, romanın “fikrî örgüsü”nün özgürlük ve kendi olma meselesi, kendi olabilmenin imkânları ya da bunu imkânsızlaştıran etmenler odaklı olduğu söylenebilir. İşte tam bu noktada aşk bir kez daha kafasını uzatıyor. Bir özgürlük müdür; kişinin kendisi olmaktan çıkması anlamına mı gelmektedir; bu yüzden bir tutsaklık mıdır?
İnsan sokakta hem özgür hem âşık olabilir mi, abilerin abisi? Aşkla özgürlük arasında ters orantı mı var, doğru orantı mı? Özgürlük vazgeçebilmekse, aşk sahip olmak mıdır? Aşkın kimyası farklı Halil Abi, denkleme girdiği anda hayatın bütün formlarını ve formüllerini altüst edebiliyor galiba. Âşıkken beynimizin salgıladığı kimyasallar tüm düşünme biçimlerimizi, alışkanlıklarımızı, ilkelerimizi, değerlerimizi ve kararlarımızı etkiliyor, değişime uğratıyor, anlamsız hale getiriyor belki. (s. 79-80)

Aşk ile özgürlüğün karşı karşıya getirilmesinin yanı sıra, beden ile ruh da zaman zaman iki ayrı kutup olarak gündeme geliyor Jamal’de. Az önce andım; bedenin refahı, konforuyla ruhun özgürlüğü arasında bir seçim söz konusu. Başka bir deyişle, kişiyi seçime iten, zorlayan bir itme-çekme hali. Bunun farkına vardığında şu geçecektir mesela içinden: “Konforun, rahatlığın mayıştırdığı ruhum isyankârlığını yitiriyordu.”
Beden-ruh bahsinde şu noktaya da dikkat çekmek lazım. Jamal aşkı kimi zaman kimyasal bir süreç gibi ifade etse de, yani aşkı bedenin bir fonksiyonu gibi görse de, aşkın ruhsal olduğu kadar bedensel bir hal olduğuna pek değinmiyor; aşkı bedenin arzularından büsbütün yalıtıkmış gibi yaşıyor ve sunuyor. Oysa beden hakkında konuşmak konusunda çok rahat biri Jamal. Sokağın ona sağladığı bir hak ya da imkân olsa gerek, bedenin genelde dile getirmekte zorlanılan birtakım işlev ve organlarından çok rahat söz ediyor, şaka konusu yapıyor; ne ki, aşkı bedenden yalıtık bir duygu olarak yaşadığı izlenimi bırakıyor. Bunun bir eksiklik olup olmadığı sorulabilir. Bana öyle geliyor ki, ondaki bu hali bir tür eksiklik ya da tamlık olmaktan çok, Jamal’ı tanıma veya tanımlama konusunda mim konacak bir nokta, bir veri olarak ele almak daha doğru olacaktır. Hassaslığının, nahifliğinin belki, yahut saflığının bir göstergesi; keza kafasındaki ve ruhundaki karmaşanın, karışıklığın da elbette.
Aşkın bedensel yanını hepten ihmal de etmiyor. Çok hoş bir mecazı sıklıkla yineliyor Jamal. Sevdiği kadın, Arus onun elinden tutup bir yere götürdüğünde ya da el ele tutuştuklarında genç kadının parmaklarının sayısı arttıkça artıyordur – ya da ona öyle geliyordur. Yirmi sekiz, yetmiş altı, doksan sekiz… Temastaki, ellerin birbiriyle temasındaki yoğunluğun bir mecazı bu; aynı zamanda Jamal’in hassaslığının da. Bir eldeki beş parmağın kendisinde, ruhunda hissettirdiklerini düşündüğünde çok yetersiz kalacağını, bunlar için misliyle fazlasının gerekeceğini tasavvur ediyor olsa gerektir. Ama dediğim gibi, bu onun temas bahsindeki hassaslığı, yahut aşkın neden olduğu bir hassasiyet artışı.
Birçok meselede Jamal çok net değil aslında (tam aksi yönde çok netmişçesine ahkâm kesse de); fikirleri bir şeyler yaşadıkça, başına bir şeyler geldikçe, çelişkilere düşüp bunlarla cebelleşirken değişiyor, dönüşüyor. Sokak öğretici olmuştur onun için, ama sokağı da içeren daha büyük bir şey var, hayat; işte Demirtaş’ın romanı, Jamal’in onun rahlesinden geçişin hikâyesi.
Aşkı ve özgürlüğü, birbirleriyle bağını yahut aralarındaki çelişkiyi anlamaya çalıştıkça aslında kendini tanıyor Jamal. Olaylar neredeyse ışık hızıyla gelişse ve hayatında inişler çıkışlar vuku bulsa da, aşk ile özgürlük arasındaki bağlantıyı tartmayı sürdürüyor. Önceleri, “Özgürlük vazgeçebilmekse, aşk sahip olmak mıdır?” diye sorduğunu aktardım. Sorunun bu şekilde formüle edilişinden, bu önermeyi olumladığı anlaşılıyor; oysa bir zaman sonra (hiç ummadığı şeyler yaşamasının, yaşamak zorunda kalmasının ardından) başka sorulara (ve sonuçlara) aklı daha bir yatacaktır.
Belki de aşk vazgeçebilmek, özgürlük sıkı sıkıya sarılmaktır, ilkelere, değerlere, anılara ve geleceğe… Aşk ve özgürlük başka türlü nasıl bir arada olabilir ki? Biri seni dibe çekerken diğeri yukarı mı iter? Tersi midir yoksa? Bu çekme ve itme kuvvetleri bir noktada eşitlenir ve yörüngeye mi oturursun? Aşkın ve özgürlüğün yörüngesine… (s. 115)
Jamal ara duraklarda birtakım kanaatlere varsa da, hayat onu yeni sorularla baş başa bırakıyor; hikâyesi (romanın olay örgüsü) bu duraklarda mutlak suretle kalmasına müsaade etmiyor. Önceleri ona doğruymuş gibi görünenleri yeniden gözden geçirme gereği duyuyor; ya da öyle zamanlar oluyor ki, düşünmeye mecali ya da fırsatı kalmıyor – sürükleniyor. Bu sonuncu halin nedeni de duyguları. İçine girdiği (“düştüğü” dense daha iyi belki) ruh hali akıl yürüterek seçimler yapma imkânı bırakmıyor onda; muhakemelerinde hangi sonuçlara ulaşmış olursa olsun, hayatın karşısına çıkardıkları ve kendisinin bunlara verdiği duygusal tepkiler yapıp edeceklerini belirliyor. Bu gibi duygusal tepkiler aşktan kaynaklanabildiği gibi, hüsrandan da kaynaklanabiliyor. Her durumda iç dünyadan! Bu yüzden, Jamal’in –konuşmayı, saptamalar, açıklamalar yapmayı ve ahkâm kesmeyi pek seven bu roman kişisinin– söylediklerini esas alarak romanı tartışmak yetersiz kalacaktır.
Kimi zaman bir peri masalı havasında ilerleyen romanda, Jamal hayatın katı gerçekleriyle de yüzleşmek durumunda kalıyor. Katı gerçekler devreye girdiğinde, Jamal’in Arus’la karşılaşmasının ardından arttıkça artan karmaşalarına rağmen eksilmeyen neşesinden, ruhunun yükseldiği anlardaki coşkusundan eser kalmıyor. Ruh haline koşut olarak anlatının tonu da değişiyor. Olayların ritmi de hızlanıyor; hızlı hızlı olanı biteni aktarmakla yetiniyor. Sanki hayatının hatırlamak, anmak istemediği bir dönemini anlatmak zorunda olduğu için anlatıyor; haliyle bu kısımlarda Jamal’in iç dünyasına dair izler, izlenimler oldukça az.
Anlatının tonunun Jamal’in yaşadığı hüsrana koşut biçimde hızlanmasından önceki bölümlerde de “hızlı” bir paragraf var. Anlatı tonunun, anlatma tarzının anlatılan andaki duyguyu okuyana geçirme bahsinde nasıl bir etkisi olabildiğine dair hoş bir örnek olduğunu düşündüğüm için bu paragrafın üzerinde biraz duracağım. Jamal’in bir şeyler anlatırken konuyla dolaylı olarak ilgisi bulunan birtakım bilgileri hatırlayıp söz arasına bunları sıkıştırdığı, ironik bir tarzı var. Araya giren bu “bilgiler” hayvanlar âleminden olabildiği gibi, insanlık tarihinden ya da insana dair de olabiliyor. Farklı hikâyeler ya da olgular arasındaki bağın ne denli yakın olabileceğini sezdirdikleri söylenebilir bunların.
Sözünü ettiğim pasajdaysa bu gibi bilgilerin art arda sıralanışı, bu esnada Jamal’in ne kadar hızlı hareket ettiğini ve buna neden olan telaşını güçlü biçimde hissetmemizi sağlıyor. Şöyle de denebilir; anlatma tarzı, ifade biçimi, içerideki ve dışarıdaki halin somutluk kazanmasına hizmet ediyor – cümle de hızlanıyor, biz de hızlanıyoruz. Sanırım bu hissi Jamal’in o andaki koşusunun, çağrışımların insan zihninde birbirini kovalarkenki hızına eş koşulmuş olması yaratıyor.
Koştuk, sokak sokak, cadde cadde koştuk. Yılanlar duyamaz, zürafalar yüzemez, koştuk, kirpiler suda batmaz, koştuk, filler zıplayamaz, baykuş dışında hiçbir kuş mavi rengi göremez, yaşama şansı, koştuk, kangurular geri geri yürüyemez, timsahlar renk körüdür, karasinekler fa notasıyla vızıldar, koştuk, yaşama şansı için koştuk, pireler boylarının yüz katı yükseğe sıçrayabilirler, mavi balinaların dilinin ağırlığı fil kadardır, çitalar koşarken sıfırdan yüz kilometreye üç saniyede çıkarlar, koştuk, koştuk, koştuk… (s. 67)
Jamal, coşkulu zamanlarında olsun, coşkusunu yitirdikten sonra olsun, anlatmayı seven biri. Öncelikle anlatmak istediği bir hikâyesi var, ama anlatma tutkusu anlamaya çalışmasıyla da ilgili. Zihnindeki soruları, bunlara ilişkin bulduğu ya da bulduğunu zannettiği yanıtları, anladıklarını aktarmak istiyor. Konu özgürlük, aşk ya da ölüm olabilir; hikâyesini insanlığın böylesi temel meseleleri ve bunların birbirleri arasındaki bağlar dolayımıyla anlatmaya, bunu yaparken de biraz olsun bunları anlamaya çalışıyor. Aşk üzerine birçok şey söylüyor Jamal, ama hikâyesi özellikle şunun altını çiziyor bence: Aşkın yokluğu bile kişi üzerinde oldukça etkili olabilir. Nitekim, onun ruhunun yaralanmaya, etki altına alınmaya en müsait kısmının bu olduğunu anlıyoruz. Jamal aşkın sokakta özgürlüğüne halel getirip getirmeyeceği bahsini söylem düzeyinde tartışırken, romanın olay örgüsü (Jamal’in başına gelenler) aşkla özgürlük arasındaki daha incelikli, karmaşık bağların varlığına işaret ediyor, hikâyeyi tamamlıyor.
Önceki Yazı

Demirtaş ve Jamal
“...Sonuçta, yarattığı bütün soru işaretleriyle birlikte eğlenceli bir... Gençlik romanı? Romantik komedi? Popüler roman? Yarı fantastik? Hepsi ve hiçbiri?”
Sonraki Yazı

Selahattin Demirtaş’ın yeni romanı Jamal:
Kökten bir düzen reddiyesi
“Jamal pekâlâ Diyarbakır’ın kuçe’lerinde de yaşayabilirdi ya da Paris, Amsterdam, Londra ya da New York gibi metropollerde. Çünkü bence romanın ana mekânı belirli bir kent değil Halil Abi, sokağın, sokak kavramının ta kendisi…”