• HAKKINDA
  • YAZARLAR
  • YAZILAR
  • İLETİŞİM
  • DENEME
  • DOSYALAR
  • EDİTÖRDEN
  • ENGLISH
  • GASTRONOMİ
  • EVVEL ZAMAN
  • HABERLER
  • HER ŞEY
  • KİTAPLAR
  • KRİTİK
  • PORTRE
  • SANAT
  • SİNEMA-TİYATRO-TV
  • SÖYLEŞİ
  • SORUŞTURMA
  • SPOR
  • TADIMLIK
  • TARTIŞMA
  • VİDEOLAR
  • VİTRİNDEKİLER

Bir Aşk, kaç hayat?

“Taşraya ve insanlığa dair boğucu her şey var Bir Aşk’ta. Diyaloglardaki yüzeysellikle komşular arasında kopması an meselesi olan ilişkiler de cabası. Buna rağmen roman az bulunur bir akıcılığa sahip.”

Sera Mesa'nın romanından sinemaya uyarlanan Un Amor'dan bir sahne (İsabel Coixet, 2023).

MEHVEŞ BİNGÖLLÜ

@e-posta

DENEME

21 Ağustos 2025

PAYLAŞ

Kaçmanın çeşit çeşit biçimi var. Kaçmak sözcüğü ilk anda tehlikeyi çağrıştırıyor; aklıma savaştan, zulümden kaçanlar ve hayatı tehlikede olanlar geliyor önce. Ardından aklının tehlikede olduğunu düşündüğü için dünya hallerinden kaçmaya çalışanlar. Son zamanlarda, “Artık haberlere bakmıyorum” diyenimiz az mı? Bunları düşünürken, eskiden olsa kaçma eyleminin zihnimde doğrudan korkuyla özdeşleşeceğini, oysa artık kaçmanın benim için cesaret anlamına da gelebileceğini fark ediyorum. Çünkü bence karşı karşıya kaldığı tehlikeyi atlatmak için kendini başka tehlikelere sokmayı göze almak ya da enkazdan çıkıp yeniden var olabilmek için kaçmak cesaret gerektiren eylemler. Böylesi kaçışlar tasarlayarak gerçekleştirilebilir ama bazen insan kendini kaçışın ortasında da bulabilir. Rüya görmek gibi biraz; bir sahne önce sıradan bir hayat yaşarken, hemen sonrakinde uzun bir yolda yürürken kendinize rastladığınız ve yürümeye onunla birlikte devam ettiğiniz bir rüya. Yol derken de, sadece gerçek anlamda çıkılan yoldan bahsetmiyorum. Mecazen de yollara çıkabilir insan. Tası tarağı toplayıp, vedaları edip oturduğu yerde kaçabilir.

Sara Mesa
Bir Aşk
çev. Çağla Soykan
Sel Yayıncılık
Şubat 2025
136 s.

Kaçmaya dair düşünmeye birkaç hafta önce Sara Mesa’nın Bir Aşk[1] adlı romanını okurken başladım. Bir Aşk şehirli genç bir kadın olan Natalia’nın taşındığı küçük, dağınık yerleşimli kasabada başından geçenleri konu ediyor. Kitabın ilk satırlarını okurken Gerbrand Bakker’in Dolambaç’ı geldi aklıma. Natalia’nın rezil ev sahibinin kadının evine habersiz girdiği bölüme ulaştığımdaysa Dogville’i anımsadım. Kasabanın adının La Escapa olduğunu gördüğümde doğal olarak bu yer değişikliğinin kaçış olduğunu düşündüm. Genç kadının şehirden kaçıp kasabaya yerleşmesinin nedenini merak etmeye başlar başlamaz da roman küt diye cevap verdi: Natalia kendisi dahil kimsenin anlayamadığı bir nedenle eski işyerinde suç işlemiş, pişman olmuş, affedilmiş ama yine de işten ayrılıp şehri terk etmeyi seçmiş, La Escapa’ya gelmiş, serbest çevirmenlik yapmaya başlamıştı. Kasabaya geldiğinde tanıştığı erkeklerden ilki olan Píter’in La Escapa’ya neden geldiğini sorması üzerine geçmişini anlatırken gerçeği bir parça eğip bükmüştü, ama ne ona ne bana yalan borcu vardı. Dolambaç’taki ya da Dogville’deki gibi bambaşka bir hikâyenin uzantısı bir kaçışla karşı karşıya değildim. Beklenmedik olaylara tanıklık etmeyecektim. Bir şey keşfetmeyecektim (öyle sanıyordum). Kitabın arka kapağında “Bir Aşk, aşk romanı değildir” yazıyordu. O halde aşk hikâyesi de okumayacaktım.

Natalia’nın ve La Escapa’dakilerin taşradaki sıradan hayatlarına dair bu eseri neden okuduğumu sorgularken kitabın üçte birini göz açıp kapayıncaya kadar bitirdiğimi, peki şimdi ne olacak diyerek heyecanla okumayı sürdürdüğümü fark ettim. Roman az bulunur bir akıcılığa sahip. Issız araziler, boş evler, dolu olanlardaki küçük burjuva aileler, kasabaya gelen yalnız genç kadına göz dikebileceği düşünülen erkekler, geceleri uluyan köpekler, onlardan biri olan ve Natalia’yla yaşayan hasta, bakımsız Sieso, onarılmayı bekleyen çatılar, geceleri evde duyulan tıkırtılar, La Escapa’dan ayrılacakları günü iple çeken genç kızlar, yapayalnız yaşlılar, bunalımda karakterler… Yani taşraya ve insanlığa dair boğucu her şey var Bir Aşk’ta. Diyaloglardaki yüzeysellikle komşular arasında kopması an meselesi olan ilişkiler de cabası. Mesa, başta Natalia olmak üzere bütün karakterleri, ilişkileri, o boğucu atmosferi o kadar iyi kurmuş, olayları o kadar iyi örmüş ki, romanın temposu bunaltı hissinin önüne geçti.

Eğer şu an sonra ne oldu diye soruyorsanız, söyleyeyim: Sonra Natalia bir adamla tanıştı; sıradan bir adamla, Alman’la. Alman, ne Almandı ne herkes gibi. Ama hem Almandı hem de herkes gibi. Bu bir aşk romanı olmadığı için genç kadın ona âşık olmadı, mutluluğu yakalamadı, kasabada yepyeni bir hayata başlamadı, çoluk çocuğa karışmadı. Ama Alman’ın La Escapa sakinlerinin görmediği harika ve berbat yanlarını yalnızca o gördü. Onu ismiyle, Andreas olarak tanıyan tek kişi oldu. Natalia’nın Andreas’la ne yaşadığının ayrıntısına girmeyeceğim ama şunu anlatmalıyım: Kitabın ortasında bir yerlerde, “Neden bu kadar şuursuzsun, Natalia’cım? Bak sebebini bilmediğin, anlayamadığın davranışların yüzünden kalktın Allah’ın La Escapa’sına kaçtın, niçin düşünmeden hareket etmeye devam ediyorsun?” diye çıkıştım kıza içimden. Ama sonra, Sieso’nun başına gelenlerin ardından gelişen olayları okuyup bütün parçaları birleştirince anladım: Hiçbir yere gitmiyor gibi görünen şeyler Natalia gibi roman kahramanlarını, beni, hepimizi kaçış çizgilerini bulmaya hazırlar.

Bir Aşk’ta kaçış çizgisi (ligne de fuite) kavramına rastlamadım elbette ama beni ona götüren bu roman oldu. Kaçmak/kaçamamak deyince, Nurdan Gürbilek’in İkinci Hayat’ına[2] geri dönmek gerektiğini düşündüm. Ne de olsa, o kitabın alt başlığı “Kaçmak, Kovulmak, Dönmek Üzerine Denemeler”di. İkinci Hayat da beni Deleuze-Parnet’nin Diyaloglar[3] ve Deleuze-Guattari’nin Bin Yayla[4] adlı kitaplarına yönlendirdi. Diyaloglar’da “Kaçmak eylemlilikten vazgeçmek değildir, kaçmaktan daha eylem dolu bir şey olamaz. Kaçmak hayali olanın tam tersidir” diyor Deleuze. Bin Yayla’da tamamlanıyor bu sözler:

Kaçış çizgileriyse asla dünyadan kaçmak değildir, daha çok dünyanın, tıpkı bir borunun patlatılması gibi, sızdırılmasıdır, ve her ne kadar toplumsal sistemlerin segmentleri kaçış çizgilerini zaptetmek için durmaksızın katılaşsa da, her yanından sızmayan bir toplumsal sistem yoktur. Bir kaçış çizgisinde ne imgesellik ne de simgesellik vardır. Hayvanda ve insanda kaçış çizgisinden daha eylem dolu bir şey yoktur.

Bunları okuyup, Fransızcadaki “fuite” sözcüğünün bir anlamının kaçış, öbürünün sızıntı olduğunu hatırlayınca, kaçışın rastgele bulduğumuz yolları kullanarak hayata sızmak anlamına da gelebileceğini düşündüm. Bir kere daha, rüyadaymış gibi: Başıboş gibi görünen parçalar birleşince anlam ifade edebilir; sahneye özne olarak çıkmayı, hayata karışmayı, bizim gibi hayat bulan başkalarıyla birlikte hareket edebilmeyi olanaklı kılan bir canlanma olasılığı belirebilir. Nurdan Gürbilek’in müthiş biçimde özetlediği gibi, kaçış derken dünyadan vazgeçmekten ya da sığınak arayışından değil, yeni dünyalar yaratan olumlu bir eylemden, bazen yerleşik imparatorluklar karşısında göçebelerin yaptığına benzer, bazen olduğu yerden kımıldamadan çizilen kaçış çizgilerinden söz ediyor Deleuze, Guattari ve Pernet.[5]

Kısacası, Natalia’nın gerçek kaçışının La Escapa’ya gelirken değil, oradan ayrılırken yaşandığını anlamak için romanın son cümlelerini okumam yetmedi. Haftalarca zihnimde o küçük kasabayla ve Natalia’yla birlikte gezmem, az önce sözünü ettiğim kitaplardan pasajlar okumam gerekti. Bir de birkaç gün boyunca çalışmadığım, okumadığım, yazmadığım, uyumadığım bütün anlarda kafamın içinde dönüp duran şarkı nakaratını (“We can be heroes, just for one day”) zihnimde neden taşıdığımı çözmek de beni aydınlattı doğrusu. Kafamda dönen yukarıdaki dize olsa da, Heroes’la Bir Aşk’ın bağlantısını sonunda şarkının sözlerini internette bulmayı ve okumayı akıl edip, şarkının ortasında bir yerdeki şu dizeyi görünce çözdüm: “We can be us, just for one day.”

Bu arada, İspanyol yönetmen Isabel Coixet’in Bir Aşk’tan sinemaya uyarladığı 2023 tarihli aynı adlı filmini de seyrettim. Dürüst olmak gerekirse, Coixet’in uyarlamada yaptığı değişikliklerin çoğunun romanın ruhuyla uyumsuz olduğunu düşündüm. Özellikle Natalia’nın La Escapa’ya gelmeden önce sığınmacı mülakatlarında çeviri yapan, tanık olduklarının acısıyla tükenmişlik yaşayan bir tercümana dönüştürülmesinin romandaki rastlantısallığın etkisini azalttığı kanısındayım.

İki eser arasındaki farklardan başka biri beni epey hayal kırıklığına uğrattı. O fark hem romanda hem filmde La Escapa’ya geldikten sonra hayatını çeviriyle kazanmaya başlayan Natalia’nın yaptığı çevirilerin değiştirilmesiydi. Filmde Avrupa Birliği belgelerini ve ünlü Fransız filozof Simone Weil’in bir kitabını İspanyolcaya çeviren bir çevirmen olarak kurgulanmış Natalia. Romandaysa sürgün olduğu ülkenin dilinde yazan bir kadın yazarın metinlerini çeviriyordu. O yazarın ismi kitapta hiç geçmedi. Ben romandaki Fransızca alıntılardan birinin ona ait olması nedeniyle iltica ettiği İsviçre’de Fransızca yazmaya başlayan, çok sevdiğim Macar yazar Ágota Kristóf’a atıf yapıldığını düşündüm. İnternet aramalarımda benim gibi düşünenler olduğunu da gördüm. Weil de ömrünün son yıllarını sürgünde geçirmiş bir kadın ama bana kalırsa Kristóf veya iltica etmek zorunda kaldığı ülkeye Kristóf gibi uyum sağlamak için elinden geleni yapmış başka bir yazar (gerçek ya da hayalî), Bir Aşk’ın ruhuna daha uygun bir simge: Natalia’nın yardım ettiği yaşlı kadının dediği gibi, La Escapa’da kimse kimseyi anlamazken, herkes başka başka diller konuşurken, Natalia herkesi anlamaya çalıştı. Başına gelen/getirdiği her şeye rağmen oralı olmak için elinden geleni yaptı. Kiraladığı evi tamir ettirdi, bahçeyi derleyip toparladı, Sieso’yu eğitmeye çalıştı, mahalle toplantısına bile gitti. O ne uyum sağlamaya çalıştığının ne de bu çabanın nasıl sonuçlanacağının farkındaydı, ama tam da bu çabalar Natalia’yı kaçış çizgisi çekmeye götürdü.

Sara Mesa

Romanın sonlarına doğru, Natalia’nın halinin betimlendiği bir bölüm var. Bana Bir Aşk’ı tek bir paragraf kullanarak anlat deseler, bu bölümü okurdum soranlara:

Hissettiklerini tarif etmek imkânsız. Belki de buna en yakın şey, başka bir dünyanın manzarasını görebildiğiniz bir pencereden dışarıya bakmak olabilir. Artık uzak, anlaşılmaz ve acı veren bir dünya. Ama başından beri böyle değil miydi: uzak, anlaşılmaz ve acı verici? Evet, diye yanıt veriyor kendi sorusuna, ama daha önce içindeydi, şimdi ise dışında.

Bizim de içinde yaşadığımız anlaşılmaz ve acı verici dünyaları bir kere uzaktan görünce kaçış tasarlamamak olanaksız. Edebiyata meraklı olmak işimize yarar bence, kaçış planını en kusursuz biçimde tasarlayanlar biz olmalıyız sanki. Öyle ya, onca kurmacayı boşuna mı okuduk?

 

NOTLAR

[1] Sara Mesa, Bir Aşk, çev. Çağla Soykan, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2024, 136 s.

[2] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, 208 s.

[3] Gilles Deleuze-Claire Parnet, Dialogues, Flammarion, Paris, 1977, 190 s.

[4] Gilles Deleuze-Felix Guattari, Capitalisme et schizophrénie 2: Mille Plateaux, Editions de Minuit, Paris, 1980, 648 s.

[5] Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat, Metis Yayınları, İstanbul, 2020, s. 79.

Yazarın Tüm Yazıları
  • Bir Aşk
  • Sara Mesa

Önceki Yazı

DENEME

Önce ve Sonra’ya bir ek...

Dünyaya kıymak:

Eko-kırım, eko-politika ve Filistin

“İşgal doğası itibariyle salt politik değil, aynı zamanda ekolojiktir; yani hem insanlarıyla kendini yenileyen ve var eden bir toprağın yaşanamaz hale getirilişi hem de bu yolla insanlardan arındırılan bir toprağın zorla mülk edinilişi.”

HASAN CEM ÇAL

Sonraki Yazı

PORTRE

Unutulmuş bir trans kadın öykücümüz:

Sevgi Özcan Güven

“Sevgi Özcan Güven, 1988'de 2000'e Doğru dergisinde altı yazar ve şairin sorularını yanıtlamış; sorular ne kadar cinsel yönelime yahut cinsel kimliğine yönelikse, o kadar emeğe, insana dair cevaplar vermiş...”

BURAK KUMPASOĞLU
  • P24 Logo
  • Hakkında
  • İletişim
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram

© Tüm hakları saklıdır.
Designed by Katalist