Bağımsız Müzik başka neler anlatır?
“Üniversite paradigmasının dışında ama ciddi bir araştırmayla bağımsız yazılan Türkiye’de Bağımsız Müzik, 'Başlangıç' sadece bağımsız müzik hakkında değil; çok daha fazlasını anlatıyor...”
Kulağımıza çalınmış tınılar, yerimizden kaldıran bir ritim, kimin söylediğini çıkartamadığımız o şarkı, bir flütün üflemesi. Müzik hiçbir zaman sadece müzik değildir. Yaşamlarımızın görünmez bir parçası, sıklıkla en bilinmezidir. Hiç dinlemediğimiz bir müzik türüne ait bir ezgiyi ezbere bilme gizemimizin çözümsüz formülüdür. Kelimelere dökmenin imkânsıza neredeyse yakın olanıdır. Tayfun Polat’ın Türkiye’de Bağımsız Müzik, “Başlangıç”ı[1] bu zor işe kalkışmış, önemi yeterince anlaşılmamış bölük pörçük bilinen bir hikâyeyi doğru bir yaklaşımla, akıcı bir üslupla anlatmış – ve bu henüz bir başlangıç. Sevmediği bir ses duyduğunda kanal değiştiren, marşlarla galeyana gelen, film müziklerini önemseyen, siyasi kampanyalarda çalan şarkıları eleştiren, çalan müziğe göre mekân seçenlerin müzikte neler olup bittiğini bilmeden kültürü, toplumu ve kapitalizmi anlamaya çalıştığı zamanlarda yazar sadece başlıkta söz verdiğini anlatmamış; bir de buradan okumaya başlayın şu tarihi demiş. Müzik âleminde indie denip geçilen bağımsız müziğin neden iyi anlaşılması gerektiğini anlatan bir eser vermiş.[2]
Tayfun Polat’la sadece birkaç kez yazıştık, hiç yüz yüze gelmedik. Ülkedeki en iyi müzik arşivlerinden birine sahip olduğu yazılı biyografisinde; DJ’likten, radyo programcılığına, binin üzerindeki konser organizasyonu yaptığı da. Arşivciliği bu kitaptan anladığım kadarıyla daha öncesine gidiyor ama müzik piyasasında doksanlardan beri sahnede. Müzikle ilgili yayımlanmış eserleri takip etmeye çalıştığımdan[3] kitabını hemen almıştım, gereğinden fazla uzamış bir süredir okunacaklar arasında bekliyordu. Tayfun Polat geçen yıl sosyal medyadan ulaşıp, 2000’ler sonrasını anlatacağı ikinci cildi için rock festivalleri etnografimi anlattığım kitap bölümü olarak yayımlanmış bir makalemi isteyince çok sevindim. Kitabının elimde olduğunu, okuyacağımı yazdım. Vaat ettiği içerik haricinde arka kapakta Amerikan üslerinden söz etmesinin kitabın okunmasını nasıl elzem kıldığını söyleyemedim.
Türkiye'de Bağımsız Müzik
"Başlangıç"
Karaplak Yayınları
Eylül 2021
320 s.
Kitabı ilgiyle, hele ikinci bölümden sonrasını artan merakla okudum. Bittikten sonra hayli uzun bir e-posta yazdım. Eleştirilerimden, bulgularıyla bilimsel eserlerin de yararlanabileceği önemde bir eser vermiş olduğundan ve üzerine yazı yazmayı planladığımdan söz ettim. Yazdıklarımın çalışmasıyla ilgili o âna dek aldığı en uzun geribildirim olduğunu söyleyince yazar, ülkede böyle bir eser hakkında yazabileceklerin ya müzikle ne kadar az ilgilendiğini ya da yazmaya, eleştiriye giderek ne denli az vakit ayırdığını anımsadım. Edebiyata çark ederek bilimsel dergilerdeki makaleleri sonlandırdığım akademik yaşamımda rock müzik üzerine çalıştığımı söylediğim zamanlar dudaklarının kenarındaki alaycı bir gülücükle –bugün bile– önemsiyormuş yapanlar aklıma geldi. Rock müziğin küreselleşmesi üzerinden piyasa yaratma ve marka teorileri dahil kapitalizmin şifrelerini çözebileceklerini, rock’ın dünyadaki ilk küresel metalardan biri olduğunu (ve bu tespiti yapan ilk makalenin Türkiye’de yapılmış bir araştırmayla ortaya çıktığını) anlatsam da inanmazlardı.
Aslında gerek edebiyat gerek inceleme olsun, okuduklarımız ta derinimizdeki anılara, ukdelere dokunmadıkça bizi kolay kolay heyecanlandırmaz. Belleğimizdeki şarkıların çağrıştırdığı anılarla döşenir başrolünde bizim oynadığımız, muhtemelen sadece kendimizin izleyeceği kişisel müzikalimiz. Bir taraftan da müzik piyasası her zaman olduğu gibi ülkenin fonunda çalar; oksijeni soluduğumuzda nasıl anlamıyorsak, benzer bir şekilde müzikte olan bitenin ruh halimizi belirlediğini sıklıkla fark etmeyiz. Müzikteki gelişmelere birçok alanda birer pusula olarak bakmanın faydasını, aşağıda söz edeceğim Türkçeye çevrilmemiş onca kitap aklıma geldikçe daha çok düşünüyorum – birçok alanda bu sorun vardır kuşkusuz. Nice temel eserin, misal Bourdieu’nün Ayrım’ının bile çevirisinin kaç yıl gecikmeyle yayımlandığı düşünülünce müzikte hayli vahim olan durumdan şikâyet etmek ne mümkün.
Türkiye’de Bağımsız Müzik, “Başlangıç”ın nasıl bir alana el attığıyla ilgili kısa bir giriş yapmak isterim.
Müzik, bağımsız müziğin müsebbibi rock müzik
Savaşlar, ekonomi, hatta resim sanatı üzerinden tarihi okumaya alışığızdır da müzik, popüler müzik ve onun bir alt türü olan rock müzik nedense bunların arasında değildir. Yapabilenler oldu, müziğin geleceğin habercisi olduğunu ispatlayan ve nice ilham veren Jacques Attali; dünyanın tüm müziklerinin her zaman başkasına ait olduğu sözüyle aklımı başımdan alan, Richard Middleton; İngiltere’de ismi geçtiğinde ceketler iliklenen David Hesmondhalgh, popüler müziğin teorisini öğreten çalışkan Simon Frith; Batı müziğinin diğer kültürlere yansımalarını nasıl inceleyeceğimizi gösteren yaratıcı Georgina Born; Doğu Almanya’daki rock hareketinin Berlin Duvarı’nın yıkılmasına dek oynadığı siyasi rollerin hikâyesini anlatırken heyecanlı bir roman okuyormuş hissi uyandıran otobiyografisiyle Peter Wicke; Rusya’daki rock altkültürünün hikâyesini anlatan Thomas Cushman; etnomüzikolojik bakışı kavratan Martin Clayton, başta Arabesk, müzik tarihimizi öğreten Martin Stokes; bize altkültür kavramını hediye ederken otoetnografinin de ışığını yakan, bağımsız müziğin gelişimini etkileyerek ana akıma direnişin simgesi olan punk’ın (s. 16) yıllar sonra bile eliyle arada düzelttiği saç stiliyle bir neferi olan cool’luk abidesi Dick Hebdige… Yazdıkları, anlattıkları için tanıyoruz tüm bu yazarları. Okuyalı yirmi yıla yaklaşsa da hepsini sevdiğim romanlarmış gibi ezbere sayabilmek çok garip geliyor. Bilimsel eserler popülere oynamadıkça sıkıcı olur diye düşünürüz oysa ki.
Sadece ikisi çevrilmiş bunca kitap sadece rock kültürünü ya da onu nasıl çalışmak gerektiğini anlatmıyordu. Bu Amerikalı, sonra İngiltere’ye gitmiş, bu topraklara geldiği zaman bile uzunca bir süre İngilizce konuşmuş yabancı ve diğer hepsi gibi gizemli bir metanın nasıl Türkçe öğrendiğini, sonra da ismini bile uydurup, Türkçe Rock yaparak, kültürün bir parçası olmasının ilginç bir durum olduğunu söylüyordu. Adana, İncirlik, Kadıköy derken, ben de bu hikâyenin önemli sayılacak bir kısmını bire bir yaşayanlardandım. En önemlisi bir rockçıydım.
Küreselleşme ve maddi kültür üzerine çalıştığımdan, rock festivalleri sayesinde başladığım literatürün bir kısmını zaten bildiğimi düşünüyordum. Soruların soru doğurduğu, işin ucunun aktivizme dayandığı altı-yedi yılımı alacak bir etnografiye kalkıştığım aklımın ucundan bile geçmeden, rock’ın yurtsuzlaşma ve yeniden yurtlanma aşamalarını araştırmaya karar verdim.
Bugün hâlâ üretim eksenine, yani rock tarihimize, müzisyenlere, odaklanmış otobiyografilerin, otoetnografilerin eksikliğini çeken bir alan bu. Kültür piyasasının bu tür araştırmaların çokça yapıldığı örneğin İngiltere’den daha küçük olması nedenlerden biridir muhakkak; Tayfun Polat da bu fikri desteklemiş.
“Başlangıç”a başlayalım: “Enter the Dragon”
Türkiye’de Bağımsız Müzik: “Başlangıç” sadece önemli başka bir boşluğu doldurmakla kalmamış, otobiyografik kısımlarla da müzik üzerinden sosyokültürel olguları incelemek isteyenler için alanı genişletmiş.
Her iyi hikâyede yazarın kendi üslubuyla okuru sıkı bir muhabbete davet edişini izlemek imrendirir, ilham verir. Yazarın söylediği, “Tanık olduğumuz kendi tarihimizdir” (s. 10) şu meşhur “anlatılan senin hikâyendir” sözüne denk düşüyor tabii, “Açıkçası bağımsız müziğin öznelliğinin altını çizmek için de kişisel tarihten faydalanmak çok iyi fikir gibi geldi bana… okuyucu değişen üslubu yadırgamasın diye…” derken hem otoetnografi sözcüğünü kullanmadan yöntemi açıklıyor hem de açıklama yapıyor çünkü denediğinin ülkemiz için pek alışılmamış bir tarz olduğunu biliyor; oysa misal, İngiltere “buna hazır” hem de en az yirmi yıldır.
Otoetnografinin ne olduğu konusuna ikinci bölümden söz ederken detaylı uğrayacağız; birkaç önemli noktaya dikkat çekip bu yazıdaki en önemli şikâyet ve temennilere en baştan girmek en doğrusu.
Tayfun Polat otobiyografik kısımları metne nasıl dahil ettiğini en başta şöyle anlatıyor:
Önce tarihçede anlatacağım bölüm ne olursa olsun, benim o durumla karşılaştığım üzerine kafa yorduğum, yaşadığım bir ya da birkaç hikâyeyi anlatarak girişler yaptım. Böylece olayı hikâyeleştirerek okuyucunun zihninde bir atmosfer oluşturmaya çalıştım. İkinci olarak da okuyucunun metinle aidiyet duygusunu geliştirebilmesini sağlamaya çalıştım ki bağımsız müzikte en önemli olgulardan biridir aidiyet duygusu. (s. 11)
Aidiyet, evet. Müzikle kurduğumuz en önemli ilişki bu. Kendimizi ya da o anki ruh halimizi ait hissetmediğimiz anda kanal, mekân değiştirten, telefon ekranlarında aşağıdan yukarıya kaydırtan. Madem yazarımız bunu biliyor, acaba şu soruyu nasıl cevaplıyor: Türkiye’de Bağımsız Müzik başlığına kendini ait hissedecek ve üç yüz sayfayı aşkın bir metni sadece bir “Başlangıç” yapmak için okumayı düşünecek acaba kaç kişi var?
O zaman bu bir hayli renkli kitapla ilgili ilk şikâyetlerim: Aidiyet kümesini daraltan, yazarı tanımayanlar için farklı anlamlar ifade eden başlığı. Yazarın plaklardan konser fotoğraflarına birçok önemli kaydı tuttuğunu tahmin ettiğim arşivini yansıtmayan sadeler sadesi kapağı. Hikâye iyiydi evet, müzik piyasasını, gece hayatını, zamanın rock barlarını, konser organizasyonu yapan üniversite öğrencilerini hayal edebiliyoruz, tamam. Madem –her ne kadar yazar bunu iddia etmiyor olsa da kurallarına uyuyor– etnografik bir bakış var, birkaç fotoğraf metne serpiştirilse, en azından farklı bir sayfada toplansa etnografik değer katardı. Bu tür kaynaklara ihtiyacı olanlar da yararlanırdı.
Eminim bunları yazarı, yayıncısı zaten düşünmüştür – bir maddi beklentisi olmadan bilakis tüm bu yazma zamanını yaratmak için çalışmak zorunda kalan idealizmin, ferdi bir mecburiyetin zorladığı, küresel ve yerli pop müzik piyasasının gediklisi yazara bu konuda hariçten gazel okumak sahiden çok zor. Düşünmüş ama türlü nedenden yapmamışlar.
Bu alt bölüme son bir not: Çalışmanın bulgularının bilimsel kaynak olarak kullanılabilmesi için önsözünde ve arka kapakta otoetnografinin vurgulanmasının şart olduğuna inanıyorum – yeni baskısını, ikinci cildi bir an evvel yazılsın bitsin diye heyecanla bekleyenlere not.
Eleştirilerimi bu yazıya dahil ettim ama bunlar yöntemin ve içeriğin özgünlüğünü bozacak nitelikte değiller. Tür karmaşasından dem vurup türüne inceleme ya da deneme deyip geçecekler de vardır ama bunu yapmak bu eserin önemini azaltır. Otoetnografinin koşullarını ve sunduğu zengin gözlem olanağına ikinci bölümden söz ederken bunu örneklerle anlatmaya çalışacağım – ama önce “Başlangıç”ın başlangıcı:
İlk bölüm: “Küresel müzik âlemine bakalım, öyle konuşalım”
“Nedir Bu Bağımsız Müzik?” başlıklı ilk bölüm müzik literatürüne bir katkı sağlamış olsa da, ikinci bölümde anlatılan Türkiye, özellikle doksanlar kısmında bizi bekleyen özgün anlatı ve gözlemler için az ipucu taşıyor. Yapıcı olduğuna inandığım birkaç eleştiriyi söylemeden edemeyeceğim, sadece yazara değil, bir gün müzikle ilgili bir araştırmaya başlayacak, literatür çalışması yapacak bilimsel yaşamına henüz başlayan okurlara da kısa birkaç not.
Bu ilk bölüm, okurla bilgisini eşitlemeyi, bir temel atmayı hedeflemiş, akademik dille konuşacak olursak, literatürü taramış. Eğer müzik araştırmacısı değilseniz bağımsız müzik kavramının zor anlaşılacağını tahmin ederek söz verdiğini yapmış, amacına ermiş: Başlıkta sorduğu soruyu detaylıca cevaplamış. Hatta bir müziğin bağımsız olup olmadığına dair bir kontrol listesi ortaya çıkarmış.
Burada Elvis Presley ve rock’n roll sayesinde altın yıllarını yaşamaya başlayan popüler müzik endüstrisinde ellilerden itibaren neler olup bittiğinden streaming zamanlarına kadar pek çok şey geniş bir bakışla ele alınmış. Ahmet Ertegün’ün Atlantic Records’ı kurduğu zamanlardan, yetmişlerde disco’nun patlamasına, grunge’a, ülkenin en sıkıcı tabir edilen şehrinden çıkan şu Manchester Sound’a, en son 24-Hour Party People[5] (2002) filminde izlediğimiz efsanevi Hacienda’ya da uğranmadan geçilmemiş, Napster, 2010’ların bağış ekonomisi ve kitlesel fonlamanın (crowdsourcing), sonra da Spotify gibi streaming hizmet sağlayıcılarının müziği nasıl değiştirdiğine kadar kapsanan zaman özetlenmiş. Birçok çalışmada eksikliğini hissettiğimiz, kitap boyunca anlatılan yerel-küresel kültür piyasası etkileşimi, yereli daha da detaylı incelemek üzere bir sonraki bölüme bırakarak doğru bağlamlarda incelenmiş.
En önemlisi literatürdeki bir eksiklik olan bağımsız müzik tanımı ortaya çıkarılmış. Önemli bir katkı bu. Başka önemli saptamalar daha yapılmış. Bağımsız müzik tanımı yazarın gerek gördüğü yerlerde yinelemesi bu kavramı anlamakta zorluk çekenlere iyi bir hatırlatma olmuş ve eksen kaymasını önlemiş.
Piyasa koşullarını değil kendi müzik zevklerini, düşkünlüklerini seçimlerinde öne alan, basacağı albümünden öncelikle kendisi hazzeden ve üretimini, dağıtımını, tanıtımını kendi olanakları dahilinde halletmeye çalışan firmalar bağımsızdır (s. 135).
Bağımsız müzik tüm sanat-ticaret tartışmasının da, kapitalizm eleştirisinin de tam ortasında olduğu için önemli sahiden. Amerika’da doğan, yeraltı edebiyatından müziğe “kendin yap” akımı başlatan saikten söz ediyoruz. Rock geleneğinin başkalaşarak İngiltere’ye yansıması (ve talihin cilvesiyle en önemli grupları oradan çıkartması) ve bağımsız müziği farklı açıdan tetikleyen rock kültürünün “yumruğu” punk (s. 219) dahil bambaşka türleri başlatması…
Bağımsız müzik ekseninden kaymamaya dikkat etmesi bu bölümün en büyük artısı. Birçok tarih araştırmasında olduğu gibi, bunda da her şey birbiriyle bağlantılı gerçi. Küçük firmanın bağımsız firma demek olmadığını, bağımsız müziğin neden tektipleşmeye karşı olduğunu açıklarken yazar bir dipnotta belirtmeden edememiş:
Yani majör firmaları tercih eden müzisyenleri kötülemek gibi bir niyeti yok bu kitabın. Ama majörlerin üretimlerinin önemli bir yüzdesini fabrikasyon seslerin oluşturduğunu da hep akılda tutmak gerekir. (s. 16)
Bağımsız müzik kapitalizmin tam karşısında mı? Bilakis, Polat kâr odaklı olmasalar da bağımsız firmaların majör firmalar kadar büyüyebildiğine dikkat çekmiş, özellikle bir firma yetmişlerdeki proto-punk olarak tanımlanan Blondie, Talking Heads gibi gruplara ya da Patti Smith’e sahipse. Kapitalizm, kapitalizmler yaratabildiği için güçlüdür. Belki buna dair görüşlerini ve varsa örneklerini son yirmi beş yılı anlatacağı ikinci ciltte daha fazla okuruz (istek parçaları, loading…).
İlk bölümü birkaç eleştiri yaparak bitirmek isterim. Literatürden söz ederken normalde bilimsel bir çalışmada bulamayacağımız detayda bazı makalelerden[6] söz edilmiş. Buna en bariz örnek, bağımsız müzikle ilgilendiği için yazarın uzun uzadıya dahil etmeyi uygun gördüğü (s. 38-39) ve eleştirdiği (s. 42) bir makale.[7] Bu denli detaylı çözümlemeyi eğer ilgili makale sizin yazdığınızdan önemli bulgulara sahipse ve olgulara onun eleştirisi üzerinden bakıyorsanız yaparsınız.[8] Aksi halde akışı kesmiş, güzel kitabınızda biraz yersiz malumata dalmış olursunuz. Eleştirdiğimiz, sonradan başvurulması gereken kaynaklar arasında göstermediğimiz (s. 45), bağımsız müzik hakkında az araştırma olduğundan yer verdiğimiz bir makaleye, okurun da zaman ayırması gerekmediğini yazarın kendisinin de bildiği kesin ama burada diğer yazara ders vermek amaçlı bir tercih var sanki. Bu dersi okurun da almasına gerek olup olmadığının takdiri yazara ait.
Bir kısa not daha: Bourdieu ya da Manuel Castells’den söz ederken, yazar kuşak mevzuuna dalmış (s. 68) ve kişisel görüşlerin söz edildiği, bilimsel olmayan bir mecrada yayımlanmış bir yazıyı temel almış-anlatmış. Kitabın ilerleyen bölümlerinde o yazıya ve orada söz edilen kavrama yine atıf var. Bu tür aksaklıklar bilimselliğini etkilemiş demeye dilim varmıyor çünkü yazarın böyle bir iddiası yok ama bilimsel çoğu kaynağa atfı var. Buralardaki ikileme, kendi ironisiyle “kompetan” (s. 38) yazarımızın dikkatini çekmek iyi bir otoetnografiyi gözünden tanıyacağını düşünen ve bilime dair iddiaları bağlama sokan benim boynumun borcu.
Sayfalardır bu kitabı okuyorsunuz, aramızda bir hukuk gelişiyor, yavaştan tanıyorsunuz beni. Yaklaşımımı belli ettiğimi düşünüyorum. İşin kitabını yazmış biri olarak bundan sonra memlekette “Bağımsız müzik nedir?” sorusuna en çok muhatap olacak kişi ben olacağım (s. 47).
Bu araştırma sadece bağımsız müzik hakkında değil, daha fazlasını anlatıyor, her kadar yazar bu siteye verdiği söyleşisinde bunların ilgi çekmesinden biraz şikâyetçi olsa da. Metin yazardan çıktıktan sonra elbette okurundur ama müzik tabii ki sadece müzik değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Yaşamını müziğe adamış Tayfun Polat’a artık iyice birbirine karışmış olan müzik üretimi ve tüketimiyle ilgili soracağımız başka konuların da elbette var olduğunu vurgulayarak kitabın ikinci bölümüne geçelim. Geçmeden önce, çoğu araştırmalarıma dahil olan bilgiler olduğu halde zevkle okuduğum ilk bölümü sonlandıran “bağımsız müziğin hikâyesi daha yeni başlıyor” (s. 79) cümlesinin bizi geleceğin belirsizliğine atıvermiş sanırken bekleyen sürprizi kestiremediğimi tekrar not düşmek şart.
İkinci Bölüm: Esas parti ve yaratıcı anlatı Türkiye’de
Otoetnografide yazarın hayatı araştırmanın nesnesidir; otobiyografiden bu şekille ayrılır. Bu bölümde yazar anılar ve anekdotlarla ilerlerken, tüm bu anlatıyı yapısal açıdan zengin gözlem ve deneyimlerle destekliyor. Dönemin müzik piyasası ve siyasi olayları dahil tüm yapılar eşlik ediyor. Piyasaları şekillendiren üretim ve tüketim ilişkileri anlatılıyor – yaşam, topluluklar (community olan) ve ortaya çıkan kültürlerle ilgili bir derya okura akıyor. Biraz yönteminden söz edip partide birlikte eğlenmeyi müstakbel okurlara bırakacağım.
İlk örnek, ciddi bir kelime olan Firmalar başlıklı alt bölümden. Bu kısım şu arka arkaya yazılmış iki paragrafla başlıyor.
Evde türlü çeşit Ecevit’ler var. Anahtarlıkların, kalemlerin, şapkaların üstünde, sigara paketlerinde… Babam bir gün elinde bir plakla geliyor. Üzerinde yine Ecevit. “Pikap mı kaldı evde, nerede dinleyeceğiz bunu?” diyor annem. “Olsun bulunsun,” diyor babam.
Bu bölümde bahsi geçecek firmaları değerlendirirken birkaç parametre kullandım. Bazı firmalar başlangıcında belli bir tür odaklanırken varlıklarını sürdürebilmek için kısa sürede popüler olan (satan) neyse onu basmaya dönüyor (s. 89).
Yazarın da italik kullandığı önce sevimli bir anı gibi görünen ilk kısım sonraki istikrarı da hesaba katınca tesadüfen anlatılmış bir anekdot değil. Kültürel bir çözümleme yapmaya çalıştığımızda bakalım neler okuyabiliriz. Aile CHP’li, özellikle babası muhtemelen bir Ecevit-sever. Bugün bile siyasette benzeri az bulunan zenginlikteki, çoğunun partiden bağımsız imal edildiğini tahmin edebileceğimiz ama yine de kafamıza binbir soru sokan, biraz yanlış olsa da bugünün dilini kullanalım, CHP franchising ürünlerinin üstünde resmi bile var, o denli popüler. Sigara içmenin hâlâ meşru olduğu zamanlardaki tüketim kalıplarının örüntüsünü tamamlıyor. Pikabın artık kullanılmadığı zamanlar, demek kaset çıkmış. Buna rağmen vinil hâlâ direniyor (ve kaset, CD gibi pes de etmeyecek). “Olsun, bulunsun” bize aileden gelen arşivcilik, pikap olmayan eve plak almak koleksiyonerlik alışkanlığını gösteriyor ve yazarın sosyokültürel sermayesini tanıtıyor. Ayrıca anne memnun değil, anlaşılan bu uğraş –nedense çoğu zaman olduğu gibi– babaya mahsus. Metinlerde annenin ya hep yer yokluğundan şikâyet etmesine ya da bunlara para ayrılmasından memnun olmamasına ve arşivciliğin, koleksiyonerliğin erkeklere ait olmasına alışığızdır. Metnin ilerleyen kısımlarında bakalım bir kız kardeş de var mı, bir şey toplamış mı?
Derste buna benzer şekillerde inceleyebileceğimiz bu altı cümleyle yetmişlerdeki solcu bir ailenin bir 45’lik üzerinden çizilen tablosu gözümüzün önünde capcanlı. Aklımızda sorular belirmiş, bir kısmını belki biz araştıracağız ve bu yepyeni bir alan açacak. Bunu ideal bir otoetnografik alıntı olarak niteleyebiliriz. Metnin geri kalanı bu zenginlikteki gözlemlerle devam ediyor. Yazarımız kitaplar yayımlamış bir şair olarak zaten kelimelerde mahir.
Bu bağlamlar özellikle etnografiyi ana yöntem olarak kullanan maddi kültür araştırmalarının, kültürel çalışmaların ilgi alanı. Aklıma Şanghay Borsası’yla ilgili okuduğum bir etnografi (The Trading Crowd) ve bir de kütüphaneciler için yazılmış otoetnografiyle ilgili bir kitap geldi: The Autoetnography for Librarians and Information Scientists. Her gözlemin gözlem olmadığını, piyasa-birey ilişkilerini, siyasi yapılara da uğrayarak nasıl anlayabileceğimiz ve asla tahmin edemeyeceğimiz alanlarda (oto)etnografinin nasıl işe yarayabileceğinin örnekleri. Yazarın etnografik bakışı olduğunu tekrar vurgulayayım.
İlk bölümde bir makaleye biraz fazla detayda yer verilmişti. Buna mukabil rock’ın yeraltı kültürü olduğunu iddia eden bir kitaba[9] verilen yanıt ve eleştiri gayet yerinde (s. 226). Acaba yazarı okumuş mudur? Doksanlarda rock kültürü bir hayli yer üstündeydi, benzer şekilde buna seksenleri ve öncesini dahil edebiliriz. Birkaç arkadaşın karanlık bir bodrum katında prova yapması dışında yerin altında dönen çok az şey var rock tarihimize ait. Rock’ın bir altkültür ya da bir yeraltı kültürü yaratıp yaratmadığı kendi araştırmamın en önemli sorulardan biriydi. Bazı ülkelerin aksine Türkçe Rock bu ideolojik güce ve altyapıya ulaşamamıştır. Gerçi bunun tartışmasıyla vakit kaybetmeye gerek yoktu. Ne o kitabın ne de Polat’ınkinin atıf verdiği hâlâ alanındaki tek bilimsel yayın, uzun yıllar süren bir etnografik çalışma sonucunda Türkiye’de rock’ın bir altkültür, dahası bir karşı kültür oluşturamadığını göstermişti.[10]
Kitaba devam edelim. Atlantic Records’ın alt markası olarak kurulan Finnadar’dan, altmışlardan itibaren Kürtçe plak basmaya başlayan firmalara, 1983’te Üsküdar’da Melodi isimli dükkân açan Pardon Plak’ın sahibi Çığrışım’dan Tünay Akdeniz’e, “Lambaya Püf De” diyerek sükseli bir giriş yapan Barış Manço ve Gönül Plak’ı ikna ederek Safinaz ve 1 Mayıs plaklarını yapabilen Cem Karaca’ya gibi arşiv bilgileri ve arada ağzımıza bir parmak bal çalan şu anlam ve data hazinesi italikler. Müzik konusunda araştırma yapanların muhakkak başvurduğu, herkese koşulsuz yardımcı, müzik kültürümüzün koruyucu meleği Naim Dilmener’le bu kitapta da karşılaşıp sevinmeler. Eksantrik bulunan bir konuda çalışıyorsanız ve kimseye maddi bir karşılık verecek gücünüz yoksa size ancak bu idealistçe dayanışma yardım eder.
Müzik piyasasının yapısını oluşturan tüm aktörleri, firmalar, müzisyenler, gruplar, pasajlar, müzik mağazaları, dergiler ama sadece HEY gibi müzik değil, zamanın gençliğini şekillendiren LeMAN gibi mizah dergileri, fanzinler, radyo programları, klüp ve barları okurken kendi müzik yaşamımızın çoktan unutulan ama belleğimdeki yerlerini itinayla koruduğum ne çok müzikal anıya uğradım – romanların bile Spotify listesi varken, bu kitabın nasıl olmaz, diye düşünürken, Spotify’ın neredeyse kendisinin bu kitap için bir “liste” olduğu geldi aklıma. Hem okurken hem de bu yazıyı yazarken ne çok unuttuğum şarkıyı dinledim!
Bu sefer yetmişler kısmından bir anekdot okuyalım.
Ertesi gün solucan bulmak için toprağa eşelerken ve sonra onları tenekenin üstünde pişirirken, uyduruk kelimelerin sonuna eklediğimiz “Dedi Kul”lardan daha fazla “Sağdan soldan Esterabim, au, au,” deyip duruyoruz. Hatta uzunca bir süre “au, au” devam ediyor böyle (s. 98).[11]
Demek Erkin Koray’ın Esterabim’i (1974) ile Boney M’in Daddy Cool’u (1976) sokakta oynayan çocukların aynı anda ağzında. Filmler henüz bu hızla gelemiyordu o zamanlar Amerika’dan Türkiye’ye. Müziğin yayılma hızıyla yarışabilecek hâlâ çok az şey var. Psy’ın Gangnam Style’ı (2012) yaklaşan K-pop’un ve sonra Oscar kazanacak filmlerin, Nobel kazanacak romanlar dahil birçok alanda daha belirginleşecek Güney Kore rüzgârının öncüsüydü. Acaba ikinci ciltte beklediğimiz son yirmi beş yıla dahil olan bugün bize gelecekle ilgili ne söyleyecek? Yazması ondan, okuması ve çözümlemesi bizden.
Dünyada bağımsız müziğin yaygınlaştığı seksenlere demokrasiyi bir süreliğine kaybederek girmemiz, 80’ler bölümünün altında yer alıyor ama tabii biz müzikal yansımasını okuyoruz.
Bir süre sonra evde bazı kasetler kayboluyor. Cem Karaca’lara, Selda’lara pek üzülmüyorum ve bazı türkü kasetlerine de. Ama Barış Manço’nun “Lambaya Püf De”diği kaset de yok (s. 108).
Bu herhangi bir anekdot değil. Sayfalar öncesinden öğrendiğimiz “Lambaya Püf De” ile ilgili önceki bir anıyı da anımsatıyor, metnin ve hikâyenin bütünselliğini pekiştiriyor. O kadar detay var ki söz edecek, örnek verilecek.
Yazarın üniversitedeyken düzenlemeye başladığı konserlere, dinlediği müziklere, bugün hâlâ uyuşturucunun kol gezdiği sokaklarda müzik yapmaya, kendilerini müzikle ifade etmeye çalışan Kadıköylü gençlere dair okuduklarımı vaktiyle İngilizce makalem için neden Türkçe kaynak göstermediğimi soran hakeme göndermek isterdim doğrusu. Evet, Türkiye’de de rock var, rock dinleniyor, evet, evet! Dergi yayın kuruluna gönderilen linkler, o zamanlar yayımlanan Rolling Stones dergisinin taranmış sayfaları, istatistikler. Amerika, İngiltere, Hindistan gibi dünyanın en güçlü yerli –yabancı müziğin çok az dinlendiği– müzik piyasalarından biri Türkiye! Bu kültürümüz için neler söylüyor? Belki “Türkçe Rock” eşliğinde bir şeyler! Yazar da bu konuya biraz kısa olsa da değinmiş (s. 220-3).
Kitapta bağımsız müziğin başladığı tarih olarak da nitelenen 2000’e kadar anlatılan bu kısımda, ülkeyi ve müziği, İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana’ya (bu şehir de kısa) uğrayarak ama ağırlıklı olarak “Sen biriyle konuşurken arkandaki iki kişi”nin grup kurmaya karar verdiği (s. 258), ve sahiden de bir sound’u olmayan Kadıköy ve Beyoğlu’na –zaten diğer şehirlerdeki müzisyenlerin gelip çalmak istedikleri yerler buralar– ama en önemlisi şu sıralar nostaljisi çok dönen doksanlara dalıyoruz. Piyasanın diğer “oyuncularına” ait düşünceler, örneğin Emek Can Tülüş’ten doksanlardaki bir rock bar’dan aktardığı anı (s. 158) gibi önemsenmesi ve metnin en doğru yerinde bize anlatılmak üzere saklanması, bu sayede dönemin tablosu, kıyafetleriyle, alışkanlıklarıyla, sevdikleri ve sevmedikleriyle, doksanlara ilişkin önemli veriler.
Polat
“Bağımsızlık ve varoluş beyanı” demolardan (s. 207) çıktığımızda bir bakıyoruz ki milenyum değişmiş. Sonra da gelecek yirmi beş yılın nasıl anlatılacağını hayal etmeye başlıyoruz, Roxy’nin o zamanlarını hatırlayarak. Çok merak edilen doksanlara dair alıntıların hepsi birer büyük spoiler ama yine de bir tanesiyle kapanışı yapalım.
1993 yılında açılan Roxy, kısa sürede İstanbul’un gece hayatının önemli kulüplerinden biri haline geldi. Burada yarattığı fark ise varoluşunu müzik üzerinden temellendirmesiydi … önce mikrofonlarımızı Kaan Yücel’e uzatalım isterim. “Derdin neydi abi,” diye sordum. Gençleri kendi müziklerini yapmaya teşvik etmekmiş öncelikle. “Kimse bilmez ama benim esas derdim bir DJ olarak yerli müzikler çalabilmekti. Türkçe pop mekânda asla çalmazdı ve popçular da sahne alamazdı. Ama yerli isimler çıkarabilmek için üretimi teşvik etmek gerekiyordu. Roxy müzik günleri böyle başladı,” dedi Kaan Abi (s. 279-280).
Yerli pop (evet rock da bunun içinde) böyle gayretlerle sahneye çıktı. Yerli sahiden de hiç dinlenmez kendine hiç sahne bulamazdı. Rock Türkçe öğrenmek için kırk takla attı ama gün geldi becerdi. Bu hep böyle olur. Gün gelir rock kültüre (Anadolu ezgileri gibi aracı kullanmaksızın) uyumlanmaya başlar, piyasası kurulur, stadyum konserleri başlar, sonra da üretim ve tüketim piyasası büyüyünce (rock patlaması yaşadığımız iki binlerin başı) festivaller gelir – müziğin piyasalaşmasında bunların sırası pek şaşmaz.
Bugünse festivaller bir bir iptal ediliyor. Şanslıyız ki, tarih tekerrürü ile meşhurdur ve kaseti manuel olarak başa sarmayı bilenler hâlâ aramızda. Bunlardan biri de yazarımız.
Yazı bitti ama konuşacakların yarısına gelmedik. Etnografik nitelik taşıyan gözlemler zaten böylesi zengin birer kaynak oldukları için değerlidir. İkinci cilde kadar bekleyecek, okumayanlara önerecek, aklımıza gelenleri not alacağız.
Başlangıcın sonu
Üniversite paradigmasının dışında ama ciddi bir araştırmayla bağımsız yazılan Türkiye’de Bağımsız Müzik, “Başlangıç” bize şunu da söylüyor: Mutlaka anlatmanız gereken bir hikâyeniz varsa, anlatmadığınız takdirde rahat etmeyecekseniz, ancak o zaman arşivlerden tanıklıklara bu denli yoğun bir araştırma içine gömülürsünüz. Varsa öyle bir kategori, bunun adı “gönüllü bilim”!
Tekerleği yeniden keşfeden, sosyal medyanın ve nostaljinin sürekli pompaladığı anakronizmi ve Greatest Hits listeleriyle filtrelenen geçmişin sadece kremasını yemeye çalışan zamana yaranma çabalarını desteklemeyeceğiz tabii.[12] Zamana uymayacağız, bu kitapta olduğu gibi en derinlere dalacağız. Olup biten ne varsa daima tarihselleştireceğiz.
NOTLAR
[1] Tayfun Polat,Türkiye’de Bağımsız Müzik: “Başlangıç”, Kara Plak, Eylül 2021, 320 s.
[2] Yurtdışında yayımlanması gerektiğini düşünürken bu düşüncemde yalnız olmadığımı, çevirisinin tamamladığını öğrenmiştim geçen yıl yazıştığımızda.
[3] Bkz. Deniz Koloğlu, Tayfun Polat ile söyleşi: “Bağımsız müzik bir tavırdır ama…”, K24, 16 aralık 2021.
[5] Çok film var ama benim Manchester anılarım metinde korsan gösteri yapıyor. Yöneten: Micheal Winterbottom.
[6] Birçok kaynak dipnota alınmışken bazı makale isimlerini metnin içinde yazmak tercih edilmiş. Bu bir tercih sebebi olsa da bir okur olarak şikâyet etmek ve alıntılarda (s. 41) sayfa numarası istemek bizim hakkımız.
[7] Aykut Barış Çerezcioğlu (2014), “Indie Müzikte Tanım ve Sınıflandırma Problemi,” Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Yayınları, Cilt: 20, Sayı: 78, 91-106.
[8] Ayrıca eğer ampirik bir çalışmaysa kişisel görüşünüzle değil muadili, benzer bir araştırmayla ancak karşı çıkabilirsiniz.
[9] Aslı Şahinsoy (2010), Yeraltından Yeryüzüne, Clinart.
[10] Gerçi epeyce atıf almıştır: E. Taçlı Yazıcıoğlu (2010), “Contesting the Global Consumption Ethos: Reterritorialization of Rock in Turkey”, Journal of Macromarketing, 30(3): 238-253 (2010’da “A türü” olarak nitelenen makale kabul etmesi en zor dergi grubundaydı, SSCI Index’te yani).
[11] Erol Pekcan’ın caz albümü, “Kabağı da boynuma takarım”ı anımsattığı için yazara ayrıca teşekkürler.
[12] Kapitalizmin en sevdiği spor olan pozitivizmin önce genelleyip sonra indirgemeciliğini de eleştirmeye ve daha geniş bakış açılarıyla anlamaya, bakışları, anlamları zenginleştirmeye devam.
Çevrilmeyi bekledikleri için yazıda fotoğrafla rol alan kitaplar (sırasıyla):
- Jacques Attali, Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine, Ayrıntı Yayınları, 2001, 205 s.
- David Hesmondhalgh, Why Music Matters, Londra: Wiley-Blackwell, 2013.
- Richard Middleton, Voicing the Popular: On the Subjects of Popular Music, Taylor&Francis Ltd. 2006.
- Georgina Born ve David Hesmondhalgh (der.), Western Music and Its Others: Difference, Representation, and Appropriation in Music, Berkeley: University of California Press. s. 59-85, 2000.
- Martin Clayton, Trevor Herbert, Richard Middleton, The Cultural Study of Music: A Critical Introduction, Londra: Routledge, 2012.
- Peter Wicke, Rock Music: Culture, Aesthetics and Sociology, New York: Cambrige University Press, 1990.
- Thomas Cushman, Notes from Underground: Rock Music Counterculture in Russia, New York: State University of New York Press, 1995.
- Martin Stokes, Türkiye’de Arabesk Olayı, İletişim Yayınları, 2016, 328 s.
- Simon Frith, Sound effects: Youth, leisure, and the politics of rock'n'roll, New York: Pantheon Books, 1981.
- Simon Frith, Will Straw ve John Street (der.), The Cambridge Companion to Pop and Rock, New York: Cambrige University Press, 2001.
Önceki Yazı
Haftanın vitrini – 38
Yeni çıkan, yeni baskısı yapılan, yayınevlerince bize gönderilen, okumak ve üzerine yazmak için ayırdığımız bazı kitaplar: ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü / Caterina’nın Gülüşü / Çinçin Kıvrımlı Yüzey Demektir / Çocukluk Edebiyatı / Hem Antisemitizme Hem İstismarına Karşı / Heval, Sen Daha Özgürleşmedin mi? / Kalbin Durduğu Bütün Zamanlar / Kara Kitap / Sinan / Tetikte