Aslı Solakoğlu’nun On Bin Varlık’ı:
Akış ve kamaşma
“On Bin Varlık dikkatle okunduğunda kendisini açan bir metin olduğu gibi, aynı zamanda dikkat üzerine bir metin. Aldanmak çok kolay çünkü, en çok da kendimizi aldatmamız; anlatı boyunca süren sahne laytmotifinin, Çin tiyatrosu gibi başka göndermelerin yanında, buna da işaret ettiğini zannediyorum. Sahnedeyken taktığımız maskeleri de gerçekliğimiz zannettiğimizi eklemeye gerek var mı?”
Sadece kadınlara özgü Nüshu diline ait yazı örnekleri.
Aslı Solakoğlu, On Bin Varlık’ın[1] girişine, “Sevgili okurlar, Dikkat bir sır değildir” diye başlayan bir not düştükten sonra kitabı okuyacak olanlara “dikkatlice okuma[larını]” öneriyor. İlk anda kibirli bir öneri ya da uyarı hissi yaratabilir bu cümleler, ama gerçekten de dikkatle okunması gereken bir metin On Bin Varlık. Öncelikle Solakoğlu’nun uzun cümleleri dikkat istiyor. Virgüllerle ayrılmış cümlecikler mesela, kendilerinden önceki ifadeyi daha anlaşılır kıldığı gibi, kimi zaman da yeni sorularla yolu çatallandırabiliyor. Üstelik cümlelerin, uzun ya da kısa olmaları fark etmeksizin birbirlerini takip edişlerinde her seferinde anlamı ilk anda veren bir sıra izlenemeyebiliyor. Cümlelerin arasındaki kopukluklar metin ilerledikçe ya da metnin bütünü içinde ya da bölümler sonra tamamlanıyor – üstelik büsbütün tamamlandığını söylemek de mümkün değil, oluşan anlam boşluklarında iş biraz da okura düşüyor.
Anlatının hemen başlarından bir örnekle söylediklerimi açıklamaya çalışayım.
Işık üzerimizde geziniyor ve parlak.
İlk hücre.
Ölü beden. Yerde.
Yüzü kirli beyaz kadın, yanında. İplikleri uzun, polyester, iplikleri üç yanından sarkan, eteğinden yırtılmış parçayı, iç içe geçmiş daireler, daire bir çokgen mi, bir yanı dikişli parçayı yüzüne örtmüş, parmak araları açık, parmakları uzun, ölünün yüzüne. Anne, diyor. Anne, aç gözlerini. (s. 10)
İlk cümleyle ikinci arasında nasıl bir bağlantı olduğu belirsiz, hatta bir bağlantı bulunup bulunmadığı da açık değil. İlk cümlede dikkat edilmesi gereken “üzerimizde” denmiş olması; anlatıcının da öbür kişilerle aynı düzlemde bulunduğunu varsayabiliriz ama kimdir, öbürlerinin neresindedir – bunlar meçhul.
Sonraki nispeten uzun cümlede geçen “iç içe geçmiş daireler” ifadesinin “yüzü kirli beyaz kadının” eteğinden yırttığı kumaş parçasındaki deseni betimlediğini anladığımız anda, öykü anlatıcısının araya “daire bir çokgen mi” sorusunu sıkıştırmış olduğunu görüyoruz. Bu sorunun cevabı verilmeden, verilmesi beklenmeden cümle kaldığı yerden devam ediyor. Beri yandan bu kumaş parçasının kimin “yüzüne” örtüldüğü de ilk anda bize açıklanmıyor, “yüzüne örtmüş” dendikten sonra hemen “ölünün yüzüne” diye açıklama gelmiyor; araya başka bir açıklama/soru yerleştirilmiş – “parmak araları açık, parmakları uzun”. Açıklama, çünkü bize parmakları betimliyor, ama aynı zamanda soru; kimin parmakları olduğu çok net değil, annenin mi, yüzü kirli beyaz kadının mı? Örtme eyleminden söz edilirken belirdiğine göre bu eylemi gerçekleştirenin parmakları olması daha yüksek ihtimal ama kesinlikle böyledir diyebilir miyiz? Daha önemlisi, dememiz gerekiyor mu?
Biz buraya kadar okuduklarımızla meşgulken anlatı kumaş parçasının rüzgârla havalanmasıyla başka bir yöne seyretmeye başlıyor. Anlatıcı da bize kumaş parçasının uçuşmasının görüntüsünü çiziyor. Bu uçuşmanın anlatıldığı paragraftaki cümlelerin arasında dikkat çekici ayrıntılar saklı. Bir başka kumaşla aralarında bir akıştan, bir bağdan söz ediliyor mesela. Solakoğlu, okudukça alışmaya başladığımız anlatımıyla bu sahneyi şöyle çiziyor.
Kendi neşesiyle meşgul diğerinin gözünü ışık alıyor, nereden, gözü yok, yere paralel, süzülerek kadınlara yaklaşıyor, iki yanından sarkan ipliklerini değdiriyor ilkin, daireleri renklerini parlatıyor, çokgen, hemen yükseliyor, hızla, tatlı bir duyguyla, iplikçiklerini tel tel ayıran, ayıran ve ören bu kamaşma ile yükselebiliyor, yıkanıp güneşte kuruyan pamuklu bir yastık kılıfının duygusuna benziyor ya da tenine ilk kez yaprak değen, bir, bir, belki bir tene bir yünlü çorabın, yükseliyor, kaşınıyor, bu tatlı esrik haliyle ölü bedenin üzerinde dolaştığının farkında, neşesinin farkında, zıtlığın farkında, neden, neden çok, zıtlık bir, çağrıldığının farkında, olabilir, olsun, yeniden yaklaşıyor, iki yanından sarkan ipliklerini değdiriyor, aynı kamaşma, sonra diğer tarafın iyice kısalmış iplikçiklerini dokunduruyor, daireleri genişleyip renkler ipliklerden akmaya başlıyor, kırmızı ve yeşil, turuncu ve mavi, aynı kamaşma. (s. 10-11)
Bu uzun cümle hem Solakoğlu’nun cümle yapılarına güzel bir örnek hem de anlatının başat dinamiklerinden bazılarının ipuçlarını bulmak mümkün burada. Aynı zamanda anlatımla anlatılan arasında gözetilen uyumdan da söz edilebilir. “Kamaşmak” anahtar kelime belki de. Sözlüklerdeki karşılığıyla nahoş olduğu söylenebilecek bir duygudur – güçlü bir ışık nedeniyle bakamaz hale gelmeyi ya da yediğimiz bir şeyden ötürü ağızda hissedilen uyuşmayı, bundan kaynaklanan tedirginliği ifade eder. Bununla beraber kabul etmeliyiz ki, kolay vazgeçilemeyecek bir cazibesi de vardır kamaşmanın; yukarıdaki alıntıda geçen “kaşınmak” ve “tatlı esrik hali” de benzer bir bağlamda “kamaşma”ya yakın düşünebiliriz. “Zıtlık”tan da söz edilebilir burada, hoş ile nahoşun zıtlığından. Solakoğlu’nun novellasında saydığım bu kelimelere süzülmek, yükselmek, uçuşmak da ekleniyor bence. Çekilmekle itilmek arasındaki bir gelgit hali de… Hareket yani. Kamaşmak sanki bunların hepsinin aynı anda yaşanması. Sözü uzatmaya gerek yok aslında, dönüp yeniden alıntıyı okumak yeterli. Edebiyat bunun için; sözlüklerin yetersiz kaldığı yerde bir şeyleri etraflıca, dolayımlarıyla, nüanslarıyla, barındırdığı zıtlıklarla ifade etmek.
Lafı bu kadar dolandırmak gerekir mi diye sorulabilir. Hele ki olayların öne çıktığı, bir çırpıda “okudum bitti” denen, zorlanmadan özetlenebilen ve kolayca sinopsise, tretmana dönüşebilecek metinlerin revaçta olduğu düşünüldüğünde. Edebiyat metinlerinde bunlardan ötesini arayanlar için lafın dolanmasında mahzur olduğunu zannetmiyorum; aksine, cümlelerin uzamasında, kendi içinde sorular sorarak ilerlemesinde, soruların cevapsız kalmasında, metnin sesinin içimizden okurken işitilir hale gelmesinde okuyanın ruhunda kamaşma yaratan bir şeyler vardır. Bir cümle önce sinemaya, diziye uyarlanabilirliğe atıfta bulundum ama şunu da mutlaka vurgulamalıyım; On Bin Varlık’ın görsel yanı çok güçlü. Aslı Solakoğlu’nun kelimelerle çizdiği görüntüler oldukça canlı biçimde göz önüne geliyor.
Yaptığım alıntılardaki kumaş vurgusu dikkat çekmiştir, anlatının devamında da farklı kumaş parçaları birbirlerine uzanıyorlar, birbirlerini andırıyorlar; başkalarına, mesela anlatıcıya dokunuyorlar. “Üzerimdeki gömleğin teni parmaklarımın ucunu, saten, bir kere değil, bilmiyorum kaç kere uyuşturuyor.” Bu cümlenin akışı da dümdüz değil, gömleğin saten olduğunu gömlekten uzaklaşıp dikkatimiz parmağa çekildikten sonra öğreniyoruz; daha önemlisi, anlatıcı gömleğin de teni olduğunu söylüyor. Temasın karşılıklılığının bir vurgusu olamaz mı bu? Uyuşmanın tek tarafa ait olmadığının belki de? Öyle olmalı ki peşinden gelen cümleler şöyle:
Üzerimdeki gömleğin teni parmaklarımın ucunu, saten, bir kere değil, bilmiyorum kaç kere uyuşturuyor. Teni tenime. Tatlı karıncalanma, yayılıyor zihnime. Aynı kamaşma. (s. 13 – vurgu eklenmiştir)
Kumaş parçaları arasındakini andıran bir “çekim” de kâğıt için söz konusu. Bir gazete eskisinden söz ediliyor bu alıntının devamında. Bu gazete parçasındaki bir haber başlığının altının çizilmiş olduğunu öğrensek de içeriğini bilemiyoruz. Peşinden şu cümleler geliyor.
Kendinde bir kâğıt parçası. Mürekkepleri akıyor, aktıkça soluyor, üzerinde bir tek çizgi kalmayana kadar genişleyip büyüyor. Kendini katlıyor. Dokusundan sızan mürekkep, siyahtan griye. Uzun çizgiler, yuvarlanan köşeler, bittiği ya da başladığı noktadan akan bir, bir, bir kırmızı mühür.
Bir zarf. Mektup. (s. 14)
Şöyle diyebiliriz belki de: Gazete kâğıdı mektuba akıyor, ya da mektup olmaya akıyor. Akış Solakoğlu’nun anlatısında oldukça baskın bir izlek, salt bir şeyin bir yerden başka bir yere akması değil ama, daha çok bir şeyin akarak değişim dönüşüm geçirmesi anlamına geliyor. Ses olabiliyor akan, yahut koku; elbette su, her cinsinden, yağmur, gözyaşı, göl; renkler sonra, onlar da akış halindeler.
Akış halinde olan bir başka şey de On Bin Varlık’ın yapısı. Sabit, durağan bir yapısı yok anlatının. Benzer bir yapıyla ve benzer bir girişle, ışığın dozuna, konumuna ya da haline dair bir saptamayla (“Işığın yeri değişiyor”, “Işık parlayıp sönüyor”, “Işık cılız” gibi) başlayan birinci tekil anlatıcının ağzından anlatılan bölümlerdeki anlatıcılar da sabit değil mesela. Sabit olmadıkları gibi bazı parçalarda “birinci tekil kişi”nin kim olduğu sorusunun açık bir cevabı da yok. Bölümlerin içerisinde de anlatıcının kimliği değişebiliyor.
Çin’de geçen On Bin Varlık’ta bu değindiğim bölümlerin dışında ayrıca iki kadının birbirlerine yazdıkları mektuplar bulunuyor. Her iki kadının adı da Su, ancak bu iki “Su”nun okunuşları aynıysa da anlamları farklı – bu bilgi kitapta dipnot olarak veriliyor, her bir “Su”nun Çince yazılışıyla beraber.
Bu iki kadından biri öbürüne bir dil öğretiyor, Nüshu dilini. Anlatıda bu dilin adı geçmiyor, sadece kadınların bildiği ve kadınların kadınlara öğrettiği bir dil olduğundan bahsediliyor. Kadınlardan biri öbürüne, “Lütfen bu dili bana öğretiniz” diye yazıyor mektubunda, “Öğretiniz ki, evde babamın anlamayacağından emin olarak, avluda ya da kanal kıyısında babalarımızın bilemeyeceğinden emin olarak, dilediğimce şarkılar söyleyeyim, gönül rahatlığı ile kardeşliğimizden bahsedeyim”. Anlatıda adı verilmemekle birlikte kitabın arka kapak yazısında (paratekstte) bu dilin Nüshu dili olduğu açıklanıyor.[2]
Çin’in güneyinde, Jiangyong’da kadınların yarattığı ve kullandığı, dünyada kadınlara ait tek yazı sistemi olan Nüshu aracılığıyla mektuplaşan, kız kardeşlik bağı ile mühürlenmiş arkadaşlıklarından güç alarak birbirlerini hayata katan iki genç kadının hikâyesi On Bin Varlık.
Anlatıda Nüshu’dan adıyla söz edilmiyor olsa da, bu dile dair bir şeyler yok değil. Mektuplardan birindeki şu bölüm mesela:
Telaşınızı hissedebiliyorum. Mektubunuzu okurken, bakışımın değdiği her sözcükten, her çizgiden ve hatta parmaklarınızın değdiği kâğıttan bana akıyor.
O sözcükler, o şekiller sanki hepsi farklı kadınlara benziyor, değil mi? Kimi çok hüzünlü, başı dik. Kimi utangaç, başı önde […] Kimi dans ediyor sevinçten, kolları iki yana açık. Kimi uykudan az önce uyanmış size gülümsüyor. Ah evet, size… ben en çok o karakteri seviyorum, size seslenen, Su… Yatağından ağırca akan suyun mutluluğunu hatırlatıyor bana, aklıma neler getiriyor bir bilseniz, örneğin bir tek sözcük düşlüyorum, sadece ikimizin adını imleyen, sadece ikimizi anlatan, Su diyen ve Su diyen, ikimize seslenen… Cümleleri bitiremezken, sözcükleri yan yana yazıp anlamını kuramazken şu düşündüklerime bakın! (s. 31 – vurgu eklenmiştir.)
Bu alıntının ilk paragrafında telaşın bir kadından öbürüne mektuptaki sözcüklerden, çizgilerden, hatta kâğıttan aktığının vurgulanmasına dikkat çekmek isterim. Telaş öbür kadına akıyor, çünkü daha önce mektubu yazan kadından sözcüklere, kâğıda akmıştır. Kumaştan başka bir kumaşa, bir kâğıttan öbürüne, ama bunlarla temas eden insanlara da elbette – dokunarak, parmaklarla ya da kelimelerle. Anlatı boyunca süren akış hallerine bir örnek bu, ama alıntının devamındaki “ağırca akan suyun mutluluğunu” da görmemek, ona da geçerken bir mim koymamak olmaz!
Bunca akışın yanı sıra Su’ların arasındaki bağ ve yakınlık da akışkandır, sabit değildir, aralarındaki bağ da dönüşüm geçirir zamanla.
Beni sadık dostunuz olarak kız kardeşlik bağıyla mühürleyen annelerimizi, teyzelerimizi bir yana bırakıp diyorum ki, bağımız aşk olsun bundan böyle. (s. 45)
Nüshu dilinin, bu dille yazışmanın bir etkisi, bir sonucu da mevcut akışın, akışların kesilmesine engel olmasıdır. Mektuplardan birinde yazmanın (bir şeyleri dile getirmenin, dile dökmenin) hayata karşı durmak, onu kesintiye uğratmak olduğundan söz edildikten sonra sözcüklerin kendiliğinden olanı sildiği belirtiliyor. Oysa bu iki kadının arasındaki yazışma olanı silmiyordur, olanı daha anlaşılır kılıyor, belki de bir şeyleri olduruyordur.
Sadece herhangi bir konuda size yazdığım zamanlardaki huzurdan farklı bir esrime içindeyim. Yoğun bir sıvının içinde mutlulukla ağır ağır hareket ettiğimi, sıvının durduğu harika karanlığın her yerime yayıldığını hissediyorum. Henüz doğmamışım gibi. Bunu ilk kez hissediyorum.
Dao bu değilse ne? Demek ki size daha önce Çince ile yazdığım mektuplarda olmayan ama kadın dili ile seslenince olan… eğer benim olanın bende vücut bulması ise bu, ben kendimi bulduysam eğer böylelikle, hayat bunu anlıyorsa, kendini bana gösteriyorsa, buna karşı duramam. (s. 67 – vurgu eklenmiştir)
On Bin Varlık’tan okuyana “akan” en temel şey, içerisinde akışın, akışların sürgit devam ettiği bir bütünlük duygusu. Her şeyin bir arada, bir olduğu bir bütünlük değil ama; söylemeye çalıştığım, parçalar, zıtlıklar, ayrı oluşlar birbirine akabildikleri için ve ancak bu akışlar sayesinde meydana gelen bir bütünlük, birlik. Zaten bir akıştan söz ediyorsak öncelikle bir ayrılık söz konusu değil midir? Akış ayrılığın giderilmesi yönündedir. İki ayrı parçanın, zıtlığın hatta, birbirine yönelmesidir. Başta değindiğim “kamaşma” da böyle bir akış sonucunda iki ayrı parçanın temas ânında yaşanıyor olsa gerektir. Temasla beraber bu iki parça kendileri olmaktan çıkıp bir başka şeye dönüşüyor olsaydı kamaşmadan söz edilmezdi tahmin ediyorum. Kamaşma, bana öyle geliyor ki, varlığın kendi olmayı sürdürürken başkasını da içine almaya ve bir başkasının kendisine akmasına izin vermeye başladığı anda yaşanıyor. Bu yüzden hoş ve nahoşun, zıtlıkların bir arada var olduğu bir hal.
Şunu da eklemeliyim; anlatıdaki kişiler sadece akışa değil, bir o kadar da boşluğa izin verdiklerinde yeni bir şeylerin farkına varıyorlar – kendileriyle, başkasıyla ya da hayatla ilgili. Boşlukla kastettiğim bir varış noktasının, bir hedefin olmaması, belki bir başlangıcın da. Bunlara değil harekete, akışa odaklandıklarında, hatta bunu bile yapmayıp kendilerini bir şey yapmaya ya da yapmamaya zorlamaksızın süzülmeye, yükselmeye, çekilmeye yahut itilmeye bıraktıklarında kendilerinin ya da bir başkasının derinliklerindekileri anlamaya, sezmeye başlıyorlar. Boşlukla akış arasındaki bağ da önemli, akışa imkân veren boşluk çünkü, boşluğa pay bırakılmayan ortamda her şey yerli yerindedir, kımıldamazlar, akamazlar.
On Bin Varlık’ın yapısından söz ederken birinci tekil anlatıcının ağzından anlatılan kısımlarla mektuplar olduğunu belirttim. Bu ikisi kadar sık karşılaşmasak da bir üçüncü daha var: Anlatıcının babasına seslenişleri; metnin en kapalı kısımları bunlar. Novellada Su’lardan birinin babası bulunduğu için seslenenin bu Su olması mümkün, ama kesinlikle öyledir diyemiyoruz. Kaldı ki Su’dan, Su’lardan ayrı bir anlatıcı olduğunu unutmamak lazım, bu anlatıcı da sesleniyor olabilir babasına. Novellanın başlarındaki ölü kadın ve kızının bulunduğu sahneye sonlarda yeniden dönmemiz ve bu kez bir üçüncü kadından söz edilmesi nedeniyle babaya seslenenin bu üçüncü kadın olması da mümkün. Bu üçüncü kadın “anlatıcı” mı diye sorulabilir. En başta değindiğim ipucu halen elimizde; bu bölüm, “Işık parlak ve yeri değişiyor. Üzerimizde geziniyor” diye başlıyor. Anlatıcı sahnede yani. Ancak sahneyi dile getirirken “Üç kadın, yerde” diyor, “Yerdeyiz” demiyor. Dolayısıyla kesin bir cevap mümkün değil. Bununla beraber, babaya seslenilen bu kısımlar bütün kapalılıklarının yanında bize bir şeyler fısıldıyor. Buradaki baba birçok yanıyla Su’nun babasına benziyor olmalı; kızının (karısının da) akışına ket vurmuş biri olduğu seziliyor. Öyle ya da böyle, seslenilen hangi kadının babası olursa olsun, babayla hesaplaşma On Bin Varlık’ın temel meselelerinden biri.
Olay örgüsü içerisinde de Su’nun babasına yaptıkları ve sonrasında yapmadıkları (ve bunlarla ilgili mektuplaşmalar) önemli bir yer tutuyor. Babasına karşı gelememiş, kendi isteklerini babasına söyleyememiş, bunun yerine –öbür Su’nun deyişiyle– “kalbinden taşan duygunun gücü[yle]” babasını kendisine karşı çıkamaz hale getirmiştir. Babasına yaptıklarından ötürü “suçluluk duymadığı için suçluluk duyuyor gibi[dir]”, gelgelelim daha önce hiç hissetmediği duygularla dolmaktadır içi, adını koyamaz bunun, anlatmaya çalışır. “Bir titreşme, bir kamaşma” der mesela, en uzak sesleri işitebildiğinden söz eder, yüreğini karanlık bir duygunun kaplamasını beklerken hiç de öyle olmadığına şaşırır. Bir yandan “sevince benzeyen o tatlı duyguyu bütün organlarında hisse[tmektedir]”, ama öte yandan babasına yaptıkları aklına geldiğinde o uzak sesler işitilmiyor, neşesi, sevinci kaçıyordur. Suçluluk duymasa bile yaşadığı bariz bir karmaşadır, bunlar hakkında da öbür Su’yla yazışmayı sürdürür. Öbür Su kendi deneyimini, kendi akışını anlatmakla yetinir, Su’ya herhangi bir telkinde bulunmasa da umut verir, yaptıklarını destekler. Gelgelelim bu yazışmaların, o özel kadınlara has dille yaptıkları yazışmaların temel bir etkisi de belli ki kişinin kendindeki akışı tanıması, sezmesi, bunu korkusuzca izlemeyi öğrenmesidir. Belki de yazıştıkları dilin ve iki kadın arasındaki bağın onlara sunduğu şey, öncelikle kişinin kendisiyle yeniden tanışma imkânıdır. Neye kudreti olup olmadığını görme, öğrenme imkânıdır. Kendisinin yanı sıra bir başkasının üzerindeki kudretinin de… Söz konusu bir başkasıysa, onu şöyle ya da böyle yapmaya zorlamak, ona şunu ya da bunu yapmak değil, sadece onu kendi akışına yöneltmek, bu akışın farkına varmasını sağlamak – kişinin başkası üzerindeki kudreti bununla sınırlıdır.
Yazıya kitabın başındaki “dikkat” notuyla başlamıştım, On Bin Varlık dikkatle okunduğunda kendisini açan bir metin olduğu gibi (her okunduğunda daha da açtığını, ama kendi adıma halen kapalı yerler kaldığını eklemeliyim), aynı zamanda dikkat üzerine bir metin. Aldanmak çok kolay çünkü, en çok da kendimizi aldatmamız; anlatı boyunca süren sahne laytmotifinin, Çin tiyatrosu gibi başka göndermelerin yanında, buna da işaret ettiğini zannediyorum. Ne zaman sahnede olduğumuzu, ne zaman olmadığımızı kestirebilmek için sürekli bir dikkat gerekiyor çünkü, üstelik anlatıdaki gibi “sahne içinde sahne” de söz konusu olabiliyor. Sahnedeyken taktığımız maskeleri de gerçekliğimiz zannettiğimizi eklemeye gerek var mı? Novellada iki Su’nun sahnede canlandırdıkları hayli ilginç bir oyunun da anlatıldığını ve değindiğim maske karmaşasının anlatının bu bölümlerinde bir sorunsal olarak belirdiğini eklemekle yetineyim.
Akış diyordum, fikirler de akış halinde On Bin Varlık’ta; olay örgüsü, bir fikrin, ya da mesela yaptığımız bir saptamanın peşinden kendimizden emin bir biçimde gitmemize müsaade etmiyor. Anlatıcının ya da anlatı kişilerinin cümlelerinden doğrusal çıkarımlar yaparak bir anlam haritası çizmek de çok mümkün değil, bunu yapmak anlamlı da değil, çünkü bir anlamdan söz edilecekse kişilerin ve zihin dünyalarının akış halinde, anlamın da metnin bütününe yayılmış olduğunu hatırda tutmak lazım. Metnin ilerledikçe (“aktıkça” mı demeli?) bıraktığı birtakım izler, nispeten berraklaşan izlekler var, bunları farklı şekillerde birbirine bağlamak da mümkün (muhtemelen okundukça ya da okuyan kişiye göre değişeceklerdir), ama bu gibi izlekleri şudur, budur diye sabitlemektense akışları içerisinde takip etmek, anlatının sesini işitmeye kulak vermek daha uygun olur. Anlatıda önerileni yapıp akışa ve boşluğa (anlamamaya pay bırakmaya mesela) izin verildiğinde kendisini daha da açan bir metin On Bin Varlık.
NOTLAR:
[1] Aslı Solakoğlu, On Bin Varlık, Notabene Yayınları, 2023, 100 s.
[2] Nüshu diliyle ilgili olarak şu bağlantıya bakılabilir.
Önceki Yazı
Monica Fritz’in zaman tanımayan
sessiz fotoğrafları
“Monica Fritz’in İstanbul’daki ilk kişisel sergisi 'Out of Place', farklı coğrafyalarda çekilmiş birbirinden güzel fotoğraflardan oluşuyor. Sergide çoğunlukla Monica’nın hep rotası üzerinde yer almış Sicilya, İstanbul, New York ve Mısır’dan sahneler var.”
Sonraki Yazı
1920’lerin sonunda
Türkiye kültür sahnesinde robotlar
“Hakiki âdemoğullarına tamamen benzeyen bu suni insanlar, histen mahrum bir nevi zatülhareke [otomat] makine gibidirler. İşte bu zatülharekelere roboto namını vermişlerdir. Hislerinin mefkud [eksik] olmasına rağmen zekâları vardır. Aynı zamanda çok faaldirler.”